Tepkisizliğin anatomisi: Demokraside dönüşüm 2.0
Kayyım politikaları ve benzer hak ihlalleri, tarihe kara bir leke olarak geçecektir. Ancak bu lekenin temizlenmesi yalnızca hatırlamakla değil, hatalardan ders almakla mümkündür.
Demokrasi hâlâ halkın iradesinin tecelli ettiği bir yönetim biçimi mi, yoksa yalnızca bir vitrinden mi ibaret? Türkiye’deki demokrasi anlayışı kağıt üzerinde muazzam bir buluş gibi görünse de pratikte “Hadi seçin ama kararları biz veririz!” yaklaşımıyla işliyor. Bu düzenin en dikkat çekici örneklerinden biri kayyım uygulamalarıdır.
Demokrasi sadece seçimle sınırlı değildir; esasen halkın iradesine dayalı karar mekanizmaları, çoğulculuk, özgürlükler ve hukuk devleti ilkelerinin bir bütünüdür. Ancak, bu ilkeler günümüzde içerik olarak derin bir boşluğa dönüşmüştür.
Kayyım uygulamaları, demokrasinin nasıl tahrip edildiğinin çarpıcı örneklerinden biridir. Seçimle göreve gelenlerin keyfi şekilde görevden alınması, halkın iradesinin gasp edilmesinin yanı sıra, direnç mekanizmalarını da çökertme girişimidir.
Hakkâri’den Esenyurt’a, Batman’dan Mardin’e, Halfeti’den Dersim’e kadar uzanan kayyım zinciri, halkın iradesinin keyfi bir şekilde gasp edilmesinin örnekleridir. Seçimle gelen belediye eş başkanlarının yerine atanan kayyımlar, yerel yönetimlerin ruhunu yok etmekle kalmamış, halkın demokrasiye olan güvenini de sarsmıştır. Devlet, kitlesel talepleri görmezden gelip halkın sitemini, adeta bir duvar sessizliğiyle yanıtlamıştır. Bu sessizlik, yalnızca otoriterlik ifadesi değil, aynı zamanda devletin halkın sesini bastırarak meşruiyetini üretme stratejisinin bir parçasıdır.
Peki, devlet halkın öfkesini neden küçümsedi? Belki de cevap, yavaşça ölen bir kurbağanın hikâyesinde saklıdır.
Denilir ki, bir kurbağayı kaynar suya atarsanız can havliyle sıçrar ve kendini kurtarmaya çalışır. Ancak soğuk suya konup yavaşça ısıtıldığında, farkında olmadan ölür. Türkiye’nin demokratik refleksleri de bugün bu kurbağa gibi: Hukuksuzluklar kademeli ve sistematik bir şekilde işleniyor; toplum ne zaman itiraz etmesi gerektiğini bile unutmuş durumda. Bu unutkanlık, yalnızca bireylerin değil, kurumların da suskunluğuna yol açmıştır. Sendikalar, STK’lar, DKÖ’ler ve basın gibi toplumsal aktörler etkisizleşmiştir.
Kayyımlar yalnızca yönetici değil, aynı zamanda sembollerdir. Halkın seçtiği temsilcilerin yerine atanan memurlar, halktan uzaklaşan bir zihniyetin ürünüdür. Bu durum, "halkın iyiliğini devletten daha iyi kimse bilemez" paternalizminin yansımasıdır. Ancak tarih, halk iradesinin yok sayıldığı her girişimin, uzun vadede yönetim krizlerine ve derin uçurumlara yol açtığını göstermektedir. Bu krizlerin ekonomik, sosyal ve kültürel etkileri genellikle göz ardı edilir. Yerel yönetimlerin işlevsiz hale gelmesi sadece siyasi bir sorun yaratmaz, aynı zamanda halkın günlük hizmetlere erişimini de engeller. Bu durum, itaat kültürünü güçlendirir.
Hakkâri’nin dağlarında yankılanan halk sesi kayyımların gölgesinde sessizleşti. Esenyurt’un beton yığınları arasında kayyım politikaları halkın ihtiyaçlarını unutturdu. Batman, kültürel hafızasına vurulan darbenin etkisiyle kimliğini sorgulamaya başladı. Mardin’in taş sokaklarında yankılanan tarih, kayyımın bürokratik soğukluğuyla boğuldu. Dersim, doğanın ve direnişin sesiyle tanınırken, hafızası kesintiye uğratıldı. Bahçesaray, küçük ama direngen yapısıyla bu uygulamaların acısını derinden hissetti. Halfeti’nin derin sularına inen kayyım uygulamaları, halkın sükûnetini bile rahatsız etti. Bu yerel hikâyeler, kayyım politikalarının yalnızca yönetim hamlesi değil, kimlik yok etme ve hafıza silme stratejisi olduğunu açıkça gösteriyor.
DİRENİŞİN DEĞERİ VE SESSİZLİĞİN TEHLİKESİ
Başlangıçta kayyımlara karşı çıkan halkın sesi güçlüydü. Ancak devlet, bu taleplere kulaklarını tıkadı. Bugün gelinen noktada, direnişin yerini sessizlik almış durumda. Bu sessizlik bir yorgunluğun ifadesi mi, yoksa korkunun bir tezahürü mü? Belki de derin bir umutsuzluğun… Ancak ne olursa olsun, halkın iradesinin bastırılması, toplumda biriken öfkenin görünmez bir volkan gibi büyümesine yol açar. Bu volkanın patlama anı, yalnızca halk için değil, otoriter yönetimler için de büyük bir yıkım potansiyeli taşır.
Türkiye’nin siyasal tarihinde, halkın reflekslerini düşürmek ve tepkisizliği örgütlemek, adeta ince bir zanaat gibi işlenmiştir. Bu süreç, yalnızca devletin baskısıyla değil, aynı zamanda medya ve eğitim gibi alanların da sistematik bir şekilde dönüştürülmesiyle gerçekleştirilmiştir. Bu durum, bir devlet politikası olarak karşımıza çıkar: Toplumun en gürültülü çığlıkları bile önce bir uğultuya, sonra bir fısıltıya, en sonunda da derin bir sessizliğe dönüşür. İşte kayyım uygulamaları bu planın yalnızca bir parçasıdır. Ancak bu politikanın kökleri çok daha eskilere, sistematik bir kanıksatma ve normalleştirme mekanizmasına dayanır.
BİR ÖRNEK Mİ? 12 EYLÜL 1980 DARBESİ
Zaman denilen silah, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e, 12 Eylül Darbesi’nden OHAL uygulamalarına kadar bu coğrafyada itaat üretmenin vazgeçilmez bir aracı olmuştur. Bir hak gaspı yaşanır, insanlar sokağa dökülür; ancak o anki sert müdahaleler ve zamanla kurulan propaganda mekanizması, direnişi bir alışkanlığa dönüştürür. Bir bakıma, kaynar suyu fark etmeyen kurbağa misali halk da farkında olmadan pişirilmeye başlanır.
On binlerce insan tutuklandı, işkence gördü, kitaplar yakıldı, kültürel hafıza silindi. İlk yıllarda bu uygulamalara tepki veren halk, bir süre sonra "Şimdi daha güvenliyiz" cümlesine inandırıldı. Darbe anayasası yüzde 92 gibi bir oranla kabul edildi. Herkes farkındaydı, ama itiraz etmiyordu. Çünkü itiraz etmenin sonuçları ağırdı.
2016 sonrası Türkiye’de demokratik reflekslerin neredeyse tamamı akamete uğratıldı. Korku iklimi, toplumun her kesimini etkisi altına aldı ve bu etkiler hâlâ sürüyor. Bugün insanlar, aynı reflekslerle, "Daha kötü olmasın" diyerek sessizliklerini koruyor.
Kayyım politikalarıyla halkın reflekslerini düşürmek için kullanılan yöntemler, 12 Eylül’ün ve sonraki benzer uygulamaların izlerini taşımaktadır. Ancak bu yöntemlerin dijital çağda yeni biçimlere büründüğü de görülüyor. Seçilenler görevden alınır, halkın iradesine müdahale edilir. İlk başta büyük tepki doğar, ardından devlet propagandası devreye girer: "Halk bunu anlayamaz, biz daha iyisini biliriz." Zamanla halk, bu durumu "olağan" kabul etmeye başlar. Bugün, seçilmişlerin yerine atanmış kayyımlar, toplumun geniş bir kesimi tarafından neredeyse bir yönetim standardı olarak görülmektedir.
SOSYAL MEDYANIN TEPKİSİZLİĞİ PEKİŞTİREN ROLÜ
Sosyal medyanın, sorunlar ve ihlallerin deşifre edilmesindeki gücü göz ardı edilemez. Dijital platformlar, toplumsal olayları hızla yayarak dünya çapında farkındalık yaratılmasına olanak tanır. Ancak bu gücün bazı olumsuz yanları da vardır. Tepkisizlik örgütlenmesi bağlamında, sosyal medya eylemsizliği normalleştirip pekiştirebilir. İnsanlar, fiziksel dünyada harekete geçmek yerine, dijital ortamda gösterdikleri "paylaşım" ya da "beğeni" ile kendilerini sorumluluktan kurtarılmış hissedebilir. Bu durum, toplumsal değişim için somut adımlar atmaktan kaçınmalarına neden olabilir.
Sosyal medya, bireylere fikirlerini paylaşma imkânı sunarken, bu süreç değişimin yalnızca dijital dünyada sıkışmasına ve geçici bir rahatlama yaratmasına yol açabilir. Sokaklara çıkmak, protesto yapmak ya da fiziksel adımlar atmak yerine sanal tepkilerle yetinmek, çözüm arayışını kısır bir döngüye sokar. Dijital platformlarda gösterilen destek, gerçek dünya üzerinde sınırlı etki yapar; çünkü dijital eylemler toplumsal yapıyı değiştirmek için genellikle yeterli değildir.
Sonuç olarak, sosyal medyanın hapsedici etkisi, kitlelerin somut tepkilerini zayıflatır. Dijital ortamda gösterilen sanal destek, toplumsal hareketliliği azaltır ve pasifliği pekiştirir. İnsanlar, seslerini duyurduklarını düşündükçe, fiziksel dünyada değişim yaratmaya yönelik adımları ertelerler. Bu durum, değişim arayışını yalnızca dijital platformlarla sınırlı bırakır ve gerçek dünyadaki mücadeleleri zayıflatır. Oysa toplumsal değişim için yalnızca sanal destek yeterli değildir; somut eylemler de gereklidir.
PEKİ BU TEPKİSİZLİĞİ ÖRGÜTLEMEK İÇİN BAŞKA NE YAPILIR?
İlk adım, medyayı susturmak veya kontrol altına almaktır. Sonrasında, ekonomik sıkıntılar ve gündelik dertlerle halkın dikkati dağıtılır. Bunun yanı sıra, korku iklimi yaratmak da klasik yöntemlerden biridir. “Ses çıkarırsam ne olur?” sorusu, insanlar arasında yaygınlaştıkça bireysel sessizlik kitlesel bir kabullenmeye dönüşür. İşte bu noktada toplumsal refleksler felç olur.
Bu durumu bir metaforla anlatacak olursak: Halk, zifiri karanlık bir odada gözlerinin alışmasını beklerken bir mum yakılır. Mum ışığı önce bir umut gibi görünür; ancak asıl amacı kısa sürede ortaya çıkar. Oda hâlâ karanlıktır, fakat artık mumun varlığına alışmışsınızdır. Kayyımlar, bu karanlık odanın birer mumu gibidir; halkın ışığa hasretini istismar eden semboller olarak işlev görür.
Ancak unutulmamalıdır ki sessizlik, örgütlenmiş bir düzen olsa bile bir sınırı vardır. Tarih, en sessiz toplumların bile bir noktada öfkesini açığa çıkarttığını göstermektedir. Öyle bir an gelir ki halkın tepkisizliği, artık devletin en büyük korkusu hâline dönüşür. Bu yüzden kayyımlar yalnızca yönetici değildir; onlar, halkın son direncini simgeleyen figürlerdir. Halkın iradesinin kayyımlar aracılığıyla yok edilmesi, bir yandan tehdit diğer yandan ise bir zayıflık göstergesidir.
SON SÖZ
Bugün Türkiye, yavaşça ölen bir kurbağanın trajedisini yaşıyor. Ancak bu trajedi, son anda sıçrama şansı bulunan bir dönüşümle sonlanabilir. Halkın iradesi, geçici baskılarla bastırılabilir ama tamamen yok edilemez. Çünkü demokrasi bir tohum gibidir; en sert toprağa düşse bile bir gün mutlaka filizlenir.
Kayyım politikaları ve benzer hak ihlalleri, tarihe kara bir leke olarak geçecektir. Ancak bu lekenin temizlenmesi yalnızca hatırlamakla değil, hatalardan ders almakla mümkündür. Halk, kendisine dayatılan sessizliği kabul etmiş gibi görünse de, bu karanlık odanın mum ışığına hapsolmuş insanlar, er ya da geç gerçek güneş ışığını görecektir.