Tevfik Fikret: Hayal ile hakikat arasında bir şair
Nâzım Hikmet Polat’ın hazırladığı “Tevfik Fikret-Bütün Eserleri-Eleştirel Basım” Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı.
19. yüzyıl, Osmanlı’nın her bakımdan zor bir evresidir. Milliyetçi hareketler, azınlıkların bağımsızlık mücadelesi, ekonomik kurumların iflası, muhalif oluşumlar, emperyalist güçlerin müdahaleleri gibi birçok unsur bu dönemi karışık bir dönem haline getirmiştir. 1878 yılında ise II. Abdülhamit meclisi kapatarak istibdat rejimiyle ülkeyi sıkı bir hafiye ağı üzerinden yönetmeye başlamıştır. Osmanlı için ciddi bir atılım olan anayasal monarşinin, meşrutiyetin yıkılması, üstelik Abdülhamit’in seleflerinin akıbeti ve ona yapılan suikast yüzünden evhamının paranoya boyutlarına ulaşması toplumsal hayatı etkilediği gibi sanatı da etkilemiştir. Tanzimat’ın ikinci dönemiyle birlikte toplumcu sanatın ötelenmesi, Batı’yı ve Batı sanatını iyi bilen edebiyatçıların yetişmesi ve Abdülhamit dönemi etkisiyle artan şahsi bunalımlar Servet-i Fünûn neslini hazırlamış, bu neslin belki de adını en çok duyuran şairi, derginin başyazarı Tevfik Fikret olmuştur.
Tevfik Fikret 24 Aralık 1867 yılında İstanbul’un Kadırga Limanı’nın Bostan-ı Âli mahallesinde doğdu. Onun doğumundan sonra babası Hüseyin Efendi ailesini Aksaray Ağa Yokuşu’nda inşa ettirdiği konağa geçirdi. Sıbyân mektebinin ardından Mahmûdiye Vâlide Rüşdiyesi’ne devam etti fakat 93 Harbi nedeniyle bu rüştiye göçmenlere tahsis edilip okul kapatılınca Mekteb-i Sultânî’ye kaydedildi. Ancak daha on iki yaşındayken annesi Hatice Refia Hanım hac ziyaretinde koleradan vefat etti. Tevfik’le büyük yengesi Naime Hanım ilgilenmeye başlasa da babası onu okulun yatılı kısmına yazdırdı. 1888 yılında yirmi yaşında liseyi birincilikle bitiren Tevfik Fikret iki sene sonra dayısının kızı Nâzıma Hanım ile büyüklerin vasıtasıyla evlendi. Beş yıl sonra, 1895 yılında onun edebi hayatını da büyük ölçüde etkileyecek olan oğlu Halûk doğacaktı. Ancak yine evlendiği sene yüksek memuriyet görevlerinde bulunan babası Hüseyin Efendi jurnallenerek Hama mutasarrıflığın sürüldü. Hüseyin Efendi’nin sonraki on dokuz senelik hayatı imparatorluğun Doğu bölgelerinde sürgün görevleriyle geçecek ve oğlunu tekrar göremeyecekti. Şair küçük yaşta öksüz kaldığı, babası da hep uzak bölgelerde çalıştığı ve yanına gelemediği için hassas ve içine kapanık bir mizaca sahip oldu. Öğretimine, kısa süren katiplik hayatından sonra müdürü olacağı Galatasaray Sultanisi’nde devam etmesi onun hayatını derinden etkileyecekti çünkü Fikret hem çok çalışkan bir öğrenciydi hem de edebiyat ve resme meraklıydı. Her ne kadar okuma ve yazma derslerinde daha parlak olsa da önceleyin onda Şeker Ahmet Paşa’dan aldığı derslerle resim merakı baş göstermişti. Nitekim ileriki yıllarda Fikret Parnasizmden, Parnasçı şairler arasından da en çok François Coppée’den etkilenecekti. Bir yandan da kartpostalların, resimlerin altına şiir yazma geleneğinden hoşlanacak, bu teknikle birlikte resim ve şiiri tek potada eritmeye çalışacaktı. Onda şiirin resmin önüne geçmesi eski-yeni çatışmasını temsil eden edebiyat öğretmenleriyle tanışmasıyla başladı. Hacı Zihni Efendi, Muallim Feyzi Efendi, Muallim Nâcî, Şeyh Vasfî gibi eski geleneği ya da neo-klasisizmi savunan öğretmenlerden ders alan Fikret’in asıl benimsediği öğretmeni Recaizâde Mahmut Ekrem Bey oldu. Böylece Ekrem Bey’in gençleri teşvikiyle bir araya gelen kısa vadeli bir edebi atılım olan Servet-i Fünûn’un oluşum evresinde derginin yazı işleri müdürlüğü görevini üstlenecekti. Dergi 1901 yılında kapandığı vakit Âşiyan’da inzivaya çekilecek ve sadece Robert Kolej’deki öğretmenlik görevini sürdürecekti. Öte yandan Servet-i Fünûn’dan sonra yazdıklarının hepsinin toplumcu şiir dairesine girdiğini de eklemeli. Yazın hayatına 1883 yılında “Mehmet Tevfik” imzasıyla Ahmet Midhat Efendi’nin Tercümân-ı Hakîkat gazetesinde “Bir Feylesofun Dünyaya Son Nazarı” başlıklı manzumesiyle başlayan, bundan birkaç ay sonra yine aynı gazetede “Tevfîk” imzasıyla Victor Hugo’dan “Yalnız İdim!” isimli manzum bir tercüme yaparak devam eden Fikret’in 1915 yılındaki vefatına kadar edebi izleğine bakmak gerekirse Ekrem Bey’le tanışana kadar eski geleneğe yakın durmuş, Ekrem Bey’le tanıştıktan sonra onunla birlikte yenilikçi bir çizgiye kaymış ve dönemin diğer büyük ismi Abdülhak Hamit Tarhan’dan etkilenmiştir. Nitekim etkilendiği her iki isme de nazire yazdığını belirtmeli. Fransız edebiyatında ise Coppée’yle birlikte Alfred de Musset’den etkilendiği söylenebilir. Böylece, resim sanatıyla kol kola bir gerçekçilikten ve yer yer mistik bir romantizmden ilham almıştır. Yine de Fikret’in poetikası hakkında genel geçer temalardan bahsetmek zor olacaktır çünkü karamsarlık, hayal-hakikat çatışması, melankoli, inanç krizi, iyimserlik, tabiat, merhamet, kötümserlik, tabiat unsurları, otobiyografik çizgiler ve daha birçok unsurun yer aldığı şiirlerinde süreğen bir izlek yoktur. Genel kabul, onun çocukluğunda gelişen içe kapanık mizacından, Âşiyan’daki inzivasından hareketle şiirlerindeki ortak noktanın karamsarlık olduğudur. Oysa, denizi mavi bir göze benzeterek bu gözün elem dolu yüreğine ağladığını sandığını söyleyen, kendi tercümesini perişan bir şiir olarak gören Fikret, başka bir şiirinde güneşin nuru kararsa da ona göz yummamak gerektiğini, güneşin asla ebediyen sönmeyeceğini çünkü her gecenin bir gündüzü olduğunu da söyler.
“Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa,
Hakk’ın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır;
Göz yumma güneşten, ne kadar nûru kararsa
Sönmez ebedî, her gecenin gündüzü vardır.”
Öte yandan şairin “Balıkçılar, Hasta Çocuk, Nesrin” gibi toplumcu şiirlerinin yanında “Millet Şarkısı, Han-ı Yağma” gibi hiciv dozu yüksek şiirleri, oğlu Halûk’tan ilham alarak yazdığı, onun şahsında çocukların toplumsal-psikolojik durumlarını sorguladığı ve gençlere rehberlik etmeyi amaçladığı şiirler, insanı-insanlık ideasını irdelediği “Promete” gibi şiirleri, şirk ile suçlanmasına sebep olacak “Halûk’un Amentüsü, Tarih-i Kadim” gibi şiirleri de vardır. Nitekim, “Tarih-i Kadim” şiirine Mehmet Âkif öfkelenerek “Süleymaniye Kürsüsünde” şiirinde doğrudan Fikret’i hedef alarak “Hiç utanmaz Protestanlara zangoçluk eder!” diye hayıflanmıştır. Bunun üstüne Fikret, “Tarih-i Kadime Zeyl”i kaleme alır. Ek olarak, tüm bunların yanında hece ölçüsüyle çocuklar için “Şermin” isimli bir kitap da kaleme almıştır. Bu bağlamda Fikret’in edebi izleği kitapta Mehmet Kaplan’ın tasnifine uygun incelenmiştir:
1-Gençlik şiirleri (Malumat, Mirsat)
2-Olgunluk çağı
a. Servet-i Fünûn yılları (1896-1901)
b. Servet-i Fünûn’dan II. Meşrutiyet’e (1901-1908(
c. İkinci Meşrutiyet’ten sonra (1908-1910)
3. Son yıllar (1912-1915)
Bu doğrultuda Nâzım Hikmet Polat’ın hazırladığı Tevfik Fikret külliyatı önsöz bölümünden sonra “Tevfik Fikret ve Eserleri Üzerine Kısa Notlar, Edebî Şahsiyetinin Gelişim Safhaları, Fikret’in Türkçeye Yadigârları, Tevfik Fikret Şiirinin Tanıtıcı Vasıfları ve Kaynaklar” başlıklı yaklaşık üç yüz sayfalık ayrıntılı bir kısım içermekte, şairin hayatını, üstteki tasniften hareketle de edebi izleğini tüm veçheleriyle ayrıntılı bir şekilde ele almaktadır. Bu bölümleri takip eden yaklaşık 1500 sayfalık kısım ise “Metinler” üst başlığını taşıyarak şairin manzum ve mensur bütün edebi ürünlerine yer verir. Kitabın başlığından anlaşılacağı üzere bu bir eleştirel-basımdır, yani her metin edisyon-kritik işleminden geçerek en sahih şekilde okura aktarılmıştır. Başka bir deyişle “Tevfik Fikret-Bütün Eserleri-Eleştirel Basım” onun biyografisini, edebi portresini, ona dair kaynakçayı, orijinal görsel malzemeyle destekleyerek gerek manzum gerek mensur, telgrafına, mektubuna, hatta kitaplarına alınmayan metinlerine varana dek geniş bir antolojisini ihtiva edecek şekilde titizlikle hazırlanmış kaynak bir kitap olarak görülmelidir.
Tüm bunlardan hareketle Tevfik Fikret’i, edebi izleği her ne olursa olsun sorgulayan, insana ve insanın içindeki cevhere en karamsar anlarında bile bazen pamuk ipliğine bağlı bir şekilde olsa dahi güvenen bir aydın olarak görmek mümkün. Şairin yayımlanan ilk ürünü “Bir Feylesofun Dünyaya Son Nazarı” her ne kadar eski geleneğin izlerini taşıyor olsa da Fikret gençlik yıllarından beri hiçbir zaman felsefi düşünümden vazgeçmemiş, her daim yenilik fikrinin peşinden gitmiş, yaşadığı döneme, ailevi sorunlarına, bireysel bunalımına, alıngan ve içine kapanık mizacına rağmen sürekli bir tekâmül fikrinden ayrılmamıştır.
“Kusurum ne? Kuşkuda olmak mı?
Kuşku koşmaktır aydınlıklara doğru.
İnsan aklıdır eninde sonunda gerçeği bulacak olan.”