'The Dark Knight' kendisini güncelliyor!
Akılda kalan son Batman filmi örneklerinden "The Dark Knight", 11 Eylül travmaları sonrası yaşanan bir ortamda, Gotham halkının inancına ve en aksayan düzenin bile kaostan daha değerli olduğuna parmak basıyordu. Bu "Batman" filmi ise nihilist bir çerçeveye oturuyor ve kendince aradan geçen on yılda dünyanın değiştiğini söylüyor. Reeves bir şekilde bir sistemin çöküşü üzerine bir yapıma imza atıyor. Ve bizi de bu deneyime ortak etmek istiyor. Bizce daveti kabul etmek için düşünmeye gerek yok!
Normal şartlarda bile ciddi bir seyirci kitlesinin sabırsızlıkla bekleyeceği bu yeni 'Batman' filmi, Covid-19 salgının da araya girmesiyle merakımızı daha da arttıran bir 'gecikmeyle' sinemaseverlerle buluştu! Sonuç olarak ikon olmuş bu DC kahramanının en son sinema salonlarımızı ziyaret etmesinin ardından 10 yıl geçmişti ve aradan geçen bu süre hem bir 'kaldığı yerden devam' bölümü sunmak hem bir 'sil baştan' (reboot) taktiği uygulamak hem de bir 'kahramanın tanığımız döneminden öncesine gitmek' (presequel) gibi birçok alternatife sahip bir 'ara' idi.
Merakımızı 'kabartan' bir başka nokta, 'Batman' filmlerinin (ve dolayısıyla efsanesinin) en azından 'solo' maceralarında 'çıtayı' yüksek bir yere koyarak noktalanmış olmasıydı. Hatırlanacağı üzere, daha önce birçok televizyon dizisinde ve filminde yer aldığı halde Batman karakteri, sinema dünyasına asıl girişini Tim Burton imzalı "Batman" (1989) ve üç sene sonra gelen "Batman Returns" (Batman dönüyor) filmleriyle yapmıştı. Yönetmen değişimi ve hikâyeyi 'boşlaması' ile düzeyi iyice düşen "Batman 3" ve "Batman 4" 'maskaralıklarından' sonra Nolan bu 'hasta' kahramana el attı ve bir 'sil baştan' taktiğiyle Batman’e eski ihtişamını ve derinliğini geri veren bir üçleme çekti.
Dolayısıyla aklımız Matt Reeves gibi 'CV'si ilginç ("Cloverfield", "Maymunlar Cehennemi: Savaş", "Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti"… ) bir yönetmenin bir kahraman 'güzellemesi' mi yapacağı yoksa sert, karanlık, 'iç şeytanlarıyla' boğuşan, mağrur bir Batman versiyonu mu sunacağı sorularıyla meşgulken, bir de üstelik bu sefer efsanevi kahramanı Robert Pattinson’ın canlandıracak olması kafamızdaki soru işaretlerini daha da arttırdı. Pattinson’un, son olarak Christian Bale’in (Ben Affleck 'geçişini' saymıyoruz bile) layığıyla hayat verdiği bu karaktere neler katacağı belirsizdi.
Bütün bu soru işaretlerinin ve şüphelerin cevabı ise bizce filmi izledikten sonra yüzümüzde beliren memnuniyet tebessümü ve tatmin olma duygusuyla veriliyor. Çünkü bu yeni "Batman" gerçekten bu kadar uzun süre beklememize değmiş, ikon olmuş bir kahramanı gereken itibarıyla bize 'geri veren' ve bu 'sagayı' tekrar ayağa kaldıran etkileyici bir yapım…
Konudan bahsedecek olursak: Gotham şehrinde belediye başkanlığı seçimi yaklaşırken sokaklarda saldırı, hırsızlık vb. birçok suçta artış yaşanmış ve bunlar özellikle Halloween gecesinde zirve yapmıştır. Kendisine polis tarafından gönderilen 'ışık' mesajıyla olaylara müdahale eden Batman bu suçlardan bazılarını önler. Bu esnada esrarengiz bir katil, belediye başkan adayı, polis şefi, bölge savcısı gibi önemli politik figürleri öldürüp gizemli şifreler ve ipuçları bırakmaktadır. Bunları polislerle beraber çözmeye çalışan Batman, yavaş yavaş sıranın kendisine geldiğinden ve cinayetlerin göründüğünden çok daha derin bir nedene bağlandığından şüphelenir.
KARANLIK… KAPKARANLIK…
"The Batman" filminin ilk 15 dakikası yönetmenin daha en baştan kahramanının köklerine ve 'nereden geldiğine' ne kadar önem verdiğini gösteriyor. Sanki tepesine kurşuni bir örtü örtülmüş gibi duran Gotham’ın kuytu sokakları hepimizin hafızlarında yer alan, karanlıktan doğan 'saf' korkuyu ve bu karanlıkta her an çıkmaya hazır olan şiddet tehdidini iliklerimize kadar hissettiriyor. Bilindiği üzere Batman, küçükken kazara düştüğü bir kuyuda en büyük korkusunu yaşamış, bunun etkisini asla tam olarak üzerinden atamamış ama sonrasında bununla yüzleşerek aynı korkuyu düşmanlarına karşı kullanmıştır. Kendisi adeta karanlıkta doğmuş, karanlıkta büyümüş ve karanlıktan 'beslenmiştir'! Korkuyla ve acıyla yoğrulmuş bu kahraman, çok zengin olmasına rağmen kendini herkese gösteren, açık alanlarda güçlerini sergileyen bir süper kahraman gibi değil, 'hayvansı' ve sert yönünü sonuna kadar kullanan, karanlık ara sokaklardan çıkmayan, sanki 'lanetli', sürekli iç şeytanlarıyla boğuşan bir karakterdir. İlk Batman filmiyle hissettiğimiz ama özellikle Nolan’nın "Batman Begins" filmiyle iyice görünür hale gelen bu gölgelerdeki karakter sanki her an 'karanlık tarafa' geçmek üzeredir. Hatta bazen kendisi istemese bile baş düşmanlarıyla ortak noktalarda buluştuğu olur.
"The Batman" bu karamsar ve korkutucu havasıyla vaatkâr bir başlangıç yapıyor. Sonrasında ise onu kendisinden hiç hoşlanmayan polis görevlileriyle bir cinayet mahallinde görünce biraz 'telaşlanıyoruz' çünkü bu karakterin 'yalnız' tarafını zayıflatıyor. Yine hatırlanacağı üzere genel olarak Batman polislerle değil onların 'dışında' çalışır, polis şefi Gordon dışında çok az kişiyle iletişim kurar ve Batman kimliğiyle sadece düşmanlarına görünür, kalabalık içine çıkmaz. Bu durum "Batman 3" ile düşmeye başlamış, iyice şirazesi kaymış "Batman 4"te kahraman o haliyle kokteyle bile katılmıştı! Tabii ki bu filmde böyle 'gülünç' duruma gidiş yok, hikâye ilerledikçe Batman’in bu müdahaleleri ve polislerle olan kısa sahneleri hiç rahatsız etmiyor hatta olaylara belli bir tempo katıyor.
BRUCE WAYNE VE… KURT COBAIN
"The Batman" her ne kadar genelinde bir araştırma/takip etmelerden oluşan bir yapı taşısa da asla ikonlarının mitolojik ve alegorik gücünü unutmuyor. Olaylar geliştikçe yavaş yavaş açığa çıkan Wayne ailesinin 'çift yönlü' mirası, ait oldukları pesimist ve 'hastalıklı' olan Gotham şehrinden ayrılmıyor sanki bir hatıra 'hayaleti' film üzerinde süzülüyor.
Filmde açık bir şekilde duyduğumuz Nirvana’nın "Something in the Way" şarkısı bizce kesinlikle tesadüfi bir seçim değil: Filmdeki başkarakterin hem isyankar hem de umutsuz ruh haliyle Nirvana’nın ne yazık ki aramızdan çok erken ayrılmış solisti Kurt Cubain arasında belli bir paralellik hissediliyor.
Aslında ilk bakışta biraz 'zorlama' duran bu paralellik bu sefer Bruce Wayne (yani Batman) karakterinde yapılan ufak 'güncelleme' ile daha mantıksal bir çerçeveye oturuyor. Bruce Wayne’i daha önceki filmlerde (özellikle Nolan versiyonlarında) milyarder, çapkın, biraz kibirli hatta zaman zaman sorumsuz davranan bir 'playboy' gibi tanımıştık. Asıl yüzünü gizlemek için kahramanın kullandığı bu 'vitrin', bu filmde çok daha kırılgan ve çekingen bir hale dönüşmüş durumda… Öyle ki filmde zaman zaman gördüğümüz Bruce Wayne, tabii ki zenginliğinden ve karizmasından çok şey kaybetmemiş olsa da genelde hüzünlü, yorgun, kendini ön plana çıkarmaktan imtina eden çekingen ve sessiz bir tavırla hayatına devam ediyor. Dolayısıyla giderek içine kapanan, travmalarıyla başa çıkmakta zorlanan ve neredeyse var olmak için 'karanlık' yüzüne bağımlı olan bu karakterle Kurt Cobain (özellikle son zamanlarında inziva dönemini hatırlarsak) arasındaki benzerlik daha belirgin hale geliyor. Bizce bu iki karakter de içindeki öfkeyi ve isyanı haykırmaya çalışan, bunu farklı yöntemlerle yapan, yapamadığı durumlarda ise giderek içine 'gömülen', ciddi depresyonlar geçiren kişiler…
YÖNETMENİN GETİRDİKLERİ…
Filmde yönetmen Matt Reeves’in 'sadece asli görevimi yerini getirip (yani aksiyon sekansları) diğer şeyleri ikinci plana atayım!' yaklaşımında olmaması filme hem atmosfer hem de hikâye açısından bir derinlik katıyor. Deneyimli görüntü yönetmeni Greig Fraser ile birlikte, Nolan’ın 'güncel gerçekçiliği' ile Bruce Tim Burton'ın 'retro görünümlü geleceği' arası bir atmosferini yakalayan yönetmen, basit bir süper kahraman hikâyesine saplanıp kalmadan Fincher sinemasından esintiler taşıyan, klasik film noir’lara da saygı duruşunda bulanan sağlam bir yapı kuruyor. Bu arada yarattıkları rustik havalı kostümlerle David Crossman, Glyn Dillion ve Jacqueline Durran’ın ve görkemli bir müzik sunan Michael Giacchino’nun filme katkıları tartışılmaz…
Oyunculuk performanslarına bakacak olursak… Batman’in sadık hizmetkarı Alfred rolünde Andy Serkis göz dolduruyor ancak biz kendi adımıza bu karakterin değişik filmlerle giderek 'gençleşmesini' (bir filmde de Jeremy Irons oynamıştı) biraz garipsiyoruz. Bizce en son büyük oyuncu Michael Caine bu görevi büyük başarıyla yapmıştı. Neredeyse tanınmaz bir makyajla çok daha gerçekçi bir 'Penguen adam' yaratan Colin Farrell, Gary Oldman’ı unutturmasa da Gordon rolünde dozunda bir performans veren Jeffrey Wright ve bir kez daha içindeki şeytani ve dengesiz yanı sergileyen Paul Dano gerçekten çok özel performanslar sergiliyorlar. Ama tabii ki bizi en çok şaşırtan performans Batman’e hayat veren Robert Pattinson’dan geliyor. Son olarak Christian Bale’den gelen bu ağır sorumluluğun tam olarak bilincinde olan oyuncu sadece karakterine gereken 'ağırlığı' vermekle kalmıyor üstelik daha önce değindiğimiz 'hassas' bir taraf da katıyor. Karakterini gerektiğinde daha da 'karanlığa' sürmekten asla kaçmıyor. Hatta belki de Bale’den sonra en iyi Batman performansı diyebiliriz!
Akılda kalan son Batman filmi örneklerinden "The Dark Knight", 11 Eylül travmaları sonrası yaşanan bir ortamda, Gotham halkının inancına, rakibiyle dayanışmasına ve bir anlamda en aksayan düzenin bile kaostan daha değerli olduğuna parmak basıyordu. Bu "Batman" filmi ise nihilist bir çerçeveye oturuyor ve kendince aradan geçen on yılda dünyanın değiştiğini söylüyor. Yönetmen Reeves bir şekilde bir sistemin çöküşü üzerine bir yapıma imza atıyor. Ve bizi de bu deneyime ortak etmek istiyor. Bizce daveti kabul etmek için düşünmeye gerek yok!