The Queen’s Gambit: Rengarenk kıyafetler ve satranç
Satranç her ne kadar bir strateji oyunu olarak kabul edilse de pek çok kişinin kişilik problemlerine karşı dünyalarında uzaklaşmaya çalıştıkları şeylerden kaçmanın bir yolu olarak görülebilir. İç dünyalarını düzenlemekte zorluk çekenlerin 64 karelik satranç tahtasına hükmetmeye çalışmaları, kaçtıkları anksiyete yerine başka bir meşguliyet çabası olarak da görülebilir.
Ali Murat Yel
Satranç, çocuk dâhiler, Soğuk Savaş, Vietnam Savaşı’nın travması, evlat edinme, müzik, moda, sınıf eşitsizliği ve feminizm içeren ve geçen ay Netflix’te yayınlanan The Queen’s Gambit adlı mini-dizi seyredenlerde gerçek hayat hikayesi ihtimalini akıllara getirmiş olabilir. O dönemin yetimhane gibi devlet kurumlarında teskin edici ilaç kullanımından “bir yere ait olma”, evlenme ve çocuk sahibi olma gibi toplum tarafından genel kabul gören aile kurumuna yapılan vurgu diziyi gerçeğe yakınlaştırmıştır. Günümüzde Covid-19 sebebiyle evde daha çok zaman geçirilmek zorunda kalınması dizilere rağbeti tarihte hiç olmadığı kadar artırmıştır. Ama bir satranç dizisinin, belki de evde zaman geçirilmesinin sadece yeni yemek tarifleri denemenin de doyuma ulaştığı döneme rast gelmesi de ilginç bir tesadüf olabilir. Ev halkı ile yüz yüze olmasa da bilgisayara karşı satranç oynama ve kadınların ilgisinin çekilmesi kaçınılmaz gibi görünüyor. Alışveriş sitelerinde satranç takımlarının satışında bir artış olacağı da öngörülebilir.
Walter Tevis’in 1959’da yayınlanan ve bir bilardo oyuncusunun hayatını anlattığı 'The Hustler' adlı kitabı sinemaya uyarlanmıştı. Sefil görünüşüyle bilardo salonlarında herkesin kendisini yenebileceğini düşündüğü Eddie Felson karakteri aslında çok iyi bir bilardo oyuncusudur ve girdiği bahislerin hepsini kazanmaktadır. Amerika’nın farklı bölgelerinde kendisini tanımayanlarla girdiği bahisler ile hayatını kazanmaya çalışmaktadır. Kitabın (ve filmin) sonunda karşısına daha iyi bir rakip çıkıp yenilmesiyle hem kendisine güveni zedelenmiş hem de hayatını sorgulamaya başlamıştır. Benzer şekilde 1983 yılında yayınlanan 'The Queen’s Gambit' adlı romanından sinemaya uyarlanan kitabında da yine herkesin yenebileceğini düşündüğü Elizabeth Harmon karakteri de çok iyi bir satranç oyuncusudur. Babasının ilgilenmeyi reddettiği ve matematikte doktora yapmış annesinin bunalıma girerek arabayla kaza süsü verdiği intiharı neticesinde 9 yaşındayken dini bir yetimhaneye verilmesi ile hayat mücadelesinin ortasında bulur kendisini. Evlatlık edinen ailenin de evliliği yıkılınca satrançtan kazandığı para ile geçimini sağlamaya çalışmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’nin Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin satrançtaki bariz üstünlüğüne karşı çıkarabileceği bir rakip olma ihtimali romanın sürükleyici teması olmuştur.
Satranç oyunundaki piyonların adlandırılması her zaman ilgimi çekmiştir. Temelde bir strateji ve savaş oyunu olan satrançta aktörler oyunun icat edildiği ve oynandığı bölgelere göre değişiklik arz etmektedir. Erkek egemen bir dünyada şah ve ülkenin ve savaşın idaresinde ona en yardımcı olan isim elbette bir başka erkek olarak vezir olmalıydı. Her ne kadar fillerin savaş sırasında nasıl kullanıldıklarını tam olarak bilemesem de önemli unsurlar olmalılar. Kaleler ve (küçükken kendi aramızda er derdik nedense) piyonlar zaten hep aynı. Batı dillerinde ise kral ve tabii onun en yakını kraliçe devlet idaresinde söz sahibi olabilirdi. Doğudan en büyük fark ise -coğrafi olarak filler mümkün olamayacağı için- siyaseten kilisenin müdahil olmasını temsilen piskoposlar olması olağan karşılanabilir. Ne kadar Batılılaşmış olursa olsun yine de şah için “check” ve mat (Arapça “öldü”) anahtar kelimeleri varlıklarını sürdürmüşlerdir. Tabii 64 karelik satranç tahtası üzerinde hareket eden 16 taş içerisinde “en stratejik” olanı oyuncuların karakter ve taktiklerine bağlı olarak değişebilir. Bazen bir piyonun bile stratejik öneme sahip olması bir yana bazıları atları bazıları filleri veya kaleleri önemseyebilir. Elbette şah en önemli taş ve oyun şahın elde edilmesi üzerine kurgulanmıştır. Yine de pek çok oyuncu için -belki hareket yeteneğinden dolayı- vezir vazgeçilmez bir taştır. Oyunu kazanmak için bir taş “feda” edilecekse herhalde en son ve oyun kazandırıcı hamle olarak vezir feda edilebilir. Oyun sırasında en çok kafa karıştıran ve rakibi fazladan düşünmeye, tedbir almaya zorlayan bir hamle olarak “feda” karşı tarafta hep bir tedirginlik yaratır. Dizinin ismi de “vezirin önünde yer alan piyonun feda edilmesi” (1. d4 d5 2. c4) şeklinde yapılan hamleye verilen isimden (Vezir Gambiti) gelmektedir. Sicilya Savunması (1. e4 c5) gibi klasik açılışlardan olan bu taktikler uzun zamandır kullanılmaktadır.
Her ne kadar bir strateji oyunu olarak kabul edilse de pek çok kişinin kişilik problemlerine karşı dünyalarında uzaklaşmaya çalıştıkları şeylerden kaçmanın bir yolu olarak görülebilir. İç dünyalarını düzenlemekte zorluk çekenlerin 64 karelik satranç tahtasına hükmetmeye çalışmaları kaçtıkları anksiyete yerine başka bir meşguliyet çabası olarak da görülebilir. Gerçi böyle bir durum hemen her hobi için geçerli olabilir ama satrancın zihni oyalaması diğerlerinden biraz daha fazla olabilir. Zaten hem 'The Hustler' hem de 'The Queen’s Gambit'teki roman kahramanları başarılı oldukları oyunlar ile dünyaya tutunmaya çalışmaktadır. Ama öte yandan da Beth’in tahta silgilerinin tebeşir tozlarını temizlemeye gittiği bodrum katta bir gerilim olmadığı gibi oradaki yaşlı adamdan da herhangi bir kötülük görmemesi ile denge sağlanmaktadır.
Dizinin bir yerinde siyah kadınların çalışabilmeleriyle ilgili ırkçılık gerçeğine işaret edilse de sonda eski yetimhane arkadaşı Jolene’in siyah bir kadın olarak hayatını düzeltmesi de önemlidir. Beth'in Müstahdemi baba figürü olarak görmesi dizinin sonunda onun cenazesine katılması ve yetimhanedeki ilk satranç oyunları oynadığı bodrum kata gitmesiyle iyice pekişir. Hatta çevremde diziyi seyretmiş insanlarla bu konuyu konuşurken o yaşlı adamın gerçek babası olduğunu iddia edenler de olmuştu. Ben de ilk turnuvaya katılım ücreti olan beş doları mektupla göndermesini aralarında bir bağlılık olarak yorumlamış ve sonra kazandığı paradan aldığı borcu geri ödeyip ödeyemediğini merak etmiştim.
Belki de gerçek bir hayat hikayesi olmamasından kaynaklanan bazı eksiklikler de gözden kaçmamaktadır. Mesela, 1960’ların “erkekler”e mahsus satranç dünyasında hiç cinsiyetçi bir ayrımcılığa maruz kalmaması sadece satranç oynayan erkeklerin rakiplerine saygılarıyla açıklanamaz herhalde. Gerçi kendisine satrancı öğreten yetimhanenin müstahdemi Bay Shaibel’in ilk öğrettiği derslerden birisi rakibe karşı centilmen olunmasıdır. Erkek rakipleri biraz kızgın görünseler de Beth Harmon sanki sadece dergilerin kendisinden “kadın satranç oyuncusu” diye bahsetmelerinden yakınmaktadır. Yendiği her oyuncu kendisine hayranlık duymakta ama çevresindeki az sayıda kadın (üvey annesi de içkiye alıştırması sebebiyle) onu hedeflerinden alıkoymaktadır. Zaten ilk yenilgisini de bir kadın arkadaşıyla maç gününden önceki gece geç saatlere kadar içki içmesi yüzünden almıştır. Bir seferinde de bir dergi editörü kendisini çocukluğundan beri teskin edici ilaçlar sebebiyle madde bağımlısı olarak nitelemiş ve apophenia durumu olduğunu iddia etmiştir. Birbirleriyle hiç ilgisi olmayan şeyler arasında ilişki kurma eğilimine sahip olması ve hapların tesiriyle geceleri yattığı odanın tavanında gördüğü / hayal ettiği satranç taşlarıyla oyun oynaması çok rastlanan bir durum değildir. Ama filmde yer alan erkek karakterlerin ona yardım etmeleri ve en sonunda dünyanın en iyi ustalarını bir kadın olarak yenmesi toksik bir feminist ideolojiye başvurmadan mümkün olabilmiştir. Halbuki Garry Kasparov, Anatoly Karpov ve Boris Spassky gibi ustaları yenip 15 yaşındayken grand master unvanını alan ve oyunu bıraktığı 2014 yılına kadar bir numarada kalan Macar oyuncu Judit Polgár için Kasparov’un kadınların ev işleri ve çocuklarıyla ilgilenmelerinin daha iyi olacağını söylediği iddia edilir. Anlatının “male gaze” ürünü olması sanırım en az itiraz edilebilecek noktasıdır. Zira başarılı, cesur, korkusuz ve kendisine güvenen bir kadın karakter ile erkek-egemen bir dünyanın yıkılmasına sebep olmayacaktır. Beth Harmon’un ilk katıldığı turnuvada kadın bir rakip ile eşleştirilmesi ve sonraki turda “mecburen” erkeklerle oynaması düzenleyenler açısından pek alışıldık görünmemektedir. Hatta onun “diğer kızlar gibi” olmadığının vurgulanması bile bir nevi ayrımcılık olarak değerlendirilebilir. Para kazanmaya başlaması ile kıyafetlere karşı açlığını gidermek için sürekli para harcaması tipik bir tüketim kültürü kadın portresini çizmektedir. Sovyetler Birliği’nin dini inkâr eden ideolojisine de ABD’nin “biz ve öteki” siyasetine de uzak kalarak satranç tahtasının -belki ilk başta beyaza verdiği avantaj hariç- herkese eşit fırsatlar vermesini kendi lehine çeviren bir kadın karakter cinsiyet eşitsizliği geriliminin de üstesinden gelebilmektedir. Zaten Thomas Huxley’nin de dediği gibi satranç tahtası dünya, taşları evrenin unsurları ve kuralları da tabiat kanunlarına benzemektedir. Neticede karşıdaki gerçek oyuncu bizden gizlenmektedir.