Theseus’un gemisi: Muhafazakâr ruh için bir kök/en
Muhafazakârlık; aile, ekonomi, ahlâk, siyaset gibi kurumların mevcut hâllerini sürdürdüklerinde toplumun korunacağı fikrine dayanır. Siyasî yelpazenin sağına soluna dağılmış toplumsal bir tutumdur.
Felsefe tarihinin ilgi çekici bir yönünü oluşturan paradokslar “imkânsızlık” üzerine bir düşünce alanı açar. Zizek, Yamuk Bakmak’ta bu nedenle paradoksların sadece birer akıl oyunu olmadıklarını, felsefi düşüncenin bir zemine oturtulmasının güçlüğünü de gösterdiklerini yazar: Bir paradoks, filozofun kendini saçlarından tutup yukarı çekmeye çalışması gibi öznenin arzu nesnesiyle kurduğu imkânsız bir ilişkidir.
Bunu biraz açmak için “Theseus’un gemisi”ne bakılabilir: Atina Kralı’nın oğlu Theseus Girit’te bir canavarı öldürüp memleketine döner. Yolculuk yaptığı geminin bir zafer hatırası olarak Atina’da muhafaza edilmesine karar verilir. Paradoks şuradadır: Limanda demirlemiş gemi zamanla çürüdükçe parçaları değiştirilerek yenilenirken tüm parçaları değiştiğinde hâlâ aynı gemi midir? Bu paradoks, Atinalıların gururunu okşayan bir nesneyle kurdukları ilişki hakkında kafa karıştırıcıdır: Gemi hâlâ muzaffer Theseus’u anımsatma işlevine sahiptir ama her hamlede ellerinden yitip gitmektedir. Bu, Aşil ve kaplumbağa paradoksuyla benzerlikler içerir: Aşil’in kaplumbağayla yarışında her defasında kat edeceği mesafenin önce yarısını kat etmesi gerektiğinden, her adımında peşinde olduğu kaplumbağadan sonsuzca uzaklaşmaktadır…
İmkânsızlığa batan bu açmaz, “öz” ile ilgili bir tartışmayı da içerir. Başta insanın “ben” dediği kendiliği olmak üzere, şeyler evvelce sınırları çizilmiş, değişmez birer öze sahip midir? Yoksa her şey zamanla durmaksızın başka bir şey olarak belirirken “ben” bir yanılsama mıdır?
Theseus’un gemisi, bilim felsefesi tarihinde “Neurath’ın teknesi”ne de ilham vermiştir. Otto Neurath, evreni bilme serüvenimizde sağlam bir temele sahip olmadığımız için açık denizde bilim teknesinin kirişlerini, parçalarını değiştirerek aşama aşama bilgiyi yeniden inşa etmemiz gerektiği fikrindedir. Bu görüş kartezyen temelciliğin zıddına, kesinliklere sahip olmadan deneyimle yeniden biçimlenme fikrine bir katkı sunar. Bambaşka bir felsefî mecrada insanın tamamlanmamış olduğuna ilişkin öz karşıtı düşünceyle birleştirilirse Sartre’ın “insan kendini yaşayan bir tasarıdır” sözü buna uzak düşmez.
Koşulların, değerlerin ve imkânların sürekli değiştiği bir dünyada bu efsane toplumsal dünyayı anlama yolunda da faydalar sağlar. Toplum da tıpkı her parçası zamanla değişen bir gemi gibi değil midir? Bireyler, nesiller, araçlar, kültürler değişirken “toplumun özü” olarak kalan bir şey var mıdır sahiden? Görünen o ki “toplumsal çürüme”den, değerlerin aşınmasından her söz ettiğimizde böyle bir özü referans alıyoruz. Sahip olduğumuzu varsaydığımız özden her sapma bizi, güvenli limanımızdan uzaklaştırıp açık denizlerin karanlığına sürüklüyor. Biraz dikkatli bir bakışla değişimin kaçınılmaz olduğu bu varlık âleminde, bugün toplumsal öz dediğimiz şeyin, bir önceki aşamanın “tasarısı” olduğunu görmemiz mümkün. Bugün muhafaza etmek istediğimiz dünya, dün içine zorla sürüklendiğimiz dünyanın halefinden başka neydi ki?
Bunun üzerine düşünmenin bir yolu, aile kurumunun toplum içindeki yerine bakmaktan geçer. Belki aile içindeki duygusal ilişkilerin yoğunluğunun tecrübesi fazla değişmiyordur. Ama toplumun arka planındaki ekonomik ilişkiler ailenin değişimi hakkında bize bir şeyler söyler gibidir. Örneğin erkek, geçimdeki başat rolünü kadın ile paylaşmaya başladığında aile kurumu farklı bir ilişki ağına dönüşür. Kadının ev içi emeğinin görünmezliği ortadan kalkar. Bunun sonucunda “aile reisliği”nin tasfiyesi hukukî olmaktan önce ekonomik olarak gerçekleşir. Modernleşme sürecinde çocuk da aynı kalmamıştır. Çocuk, geleneksel dünyada ekonomik sürdürülebilirliğin bir teminatıyken artık ebeveynlerin narsisistik arzularının doyum nesnesi hâlini almıştır. Tarım ekonomisinde çok çocuk, bol verim demekti. Kapitalist toplumda çocuk, ücretsiz emek gücünden bağımsızlaşmış; bakım ve eğitim giderleriyle tüketim bağlamına yerleşmiştir. Her tüketim sürecinin doyumla ilişkilendirildiği bir dünyada çocuk da anne-babanın arzularının tatminini sağlayacak bir “şey”e evrilmiştir. Jung’un deyişiyle, anne-babanın yaşanmamış hayatlarının ortaya çıkardığı bir trajedinin nesnesi… Lacan’dan mülhem “çocuk imkânsızdır” denilebilir bu yüzden. Çünkü çocuk, yetişkinlerin bir tasarısıdır; trajedideki rolü sürekli değişir. Sahne değiştikçe, üretim koşulları başkalaştıkça her bir unsuruyla aile, geçmiştekinden başka bir şey olmuştur aslında. Tıpkı Theseus’un gemisi gibi her bir parçası modern sanayi toplumunda farklı parçalarla değiştirilmiştir nihayet.
Bir başka açıdan bakıldığındaysa geminin hâlâ aynı işleve sahip olması gibi aile de aynı işlevlere sahiptir. Mevcut toplumsal ilişkilerin yeniden-üretimini sağlayan aile, işlevini muhafaza etmektedir. Belki geniş aile, akrabalık ilişkileriyle birlikte işlevsizleşirken çekirdek aile, ekonomik düzenin devamı için yenileyici ve motive edici bir bütündür hâlen. Değişen yalnızca biçimdir: Kanaat toplumundaki ücretsiz emek, sanayi toplumundaki ucuz iş gücüne evrilmiştir. Geleneksel toplumlarda motive edici cümle “tanrının kulları olarak çoğalın” iken kapitalist toplumda “mutlu aile fotoğrafı için çoğalın” hâlini almıştır. Tıpkı çalışkanlığın, üretmenin, ahlâklılığın, kurallara uymanın ve tüm erdemlerin tanrıya hizmet amacı taşırken şimdi bireyselliği gerçekleştirme amacı taşıması gibi…
Burada Theseus’un gemisiyle işaret edilen paradoksun vurucu noktası görünür hâle gelmektedir: Her parçası değişmesine rağmen bir şeyin hâlâ o şey olduğu yanılsaması. Bütün hücrelerinin değişmesine rağmen kişinin hep aynı kişi olduğu zannıyla hayatını tamamlaması gibi. Gün ben gün iliklerimize kadar değişimi hissetmemize rağmen aynı toplumsallığın devam ettiği yanılsaması gibi… Bu yüzden her aşamada, sürekli nevzuhur bir çürümeden, toplumsal yozlaşmadan bahsetme eğilimi vardır. Görülmek istenmeyen, kapitalistleşmenin aşamalarına bağlı olarak ortaya çıkan yeni toplumsal ilişki biçimleridir. Otantik kültürün, dinin, ahlâk çerçevesinin söz konusu kapitalist ilişki biçimleri olduğunda neredeyse hiçbir farklılık yaratmadığıdır. Bu farksızlık ortamında çürüme denilen şey, tahakküm ilişkilerinin biçim değiştirmesinden başka bir şey değildir.
Bu durum, hangi cenahta olursa olsun “muhafazakâr” eğilimin kökensel paradoksunu içermektedir: Belirli güç ilişkilerinin kütlesinden ibaret olan toplumsallıkta esasen muhafaza edilebilecek tek şey, sömürü düzeninin işlevsel parçalarıdır. Muhafazakârlık; aile, ekonomi, ahlâk, din, hukuk, siyaset gibi toplumsal kurumların mevcut hâllerini sürdürdüklerinde toplumun da korunacağı fikrine dayanır. Bu yüzden muhafazakârlık, bir ideoloji olmadan önce siyasî yelpazenin sağına soluna dağılmış toplumsal bir tutumdur. Oysa gerçekte toplumsal parçalar kapitalist kültür ortamına uyum saikiyle sürekli kendilerini yenilemektedirler. Bu yenilenmenin anlamı, yeni düzende yeni roller üstlenmeleridir. Aile gibi eğitim de ahlâk da din de yeni roller üstlenir. Yeterince güçlü iktidar ilişkileri tesis edilmişse tüm kurumlarda muhafaza edilen tek şey rıza üretimidir: Kimin neye boyun eğeceği, kimin kime nasıl davranması gerektiği aileden başlayarak okulda, askerde, iş yerinde rol dağılımları yoluyla belletilir. Bu yüzden sadece toplum için değil, birey için de özünü muhafaza etmek, arzu nesnesiyle kurulan imkânsız bir ilişkiden başka bir şey değildir.