Tımarhane var, tımarhane var
Çökme sadece mal-mülk üzerinden cereyan etmiyor. Bireyden aileye, ailelere doğrudan doğruya hayatlarla birlikte o hayatı konu eden, o hayatlardan doğan sanat(lar) da çöküyor.
Ne yalan söyleyeyim, Orhan Pamuk’un sözleri heyecanlandırdı beni.
“Sedat Peker’in dile getirdiği rezaletleri bir ailenin içine koyarsam işte buradan bir roman çıkabilir" diyor Pamuk. Öyle. Aylardır, hatta Peker’in açıklamaları öncesinde de yıllardır içinde debelendiğimiz rezaletler silsilesi hepimizi bir aile haline getirmiyor mu zaten?
Peki o roman, o romanlar nerede?
Pamuk, “Aileler sanki normallik, olağanlık, olağan kabul etme kaynağıdır benim için” diyor. O da doğru. Sadece onun için değil, diyelim ki en az Tolstoy’dan, Anna Karenina’dan beri böyle bu. 1877’de yayımlanan romanın o ünlü açılış cümlesini anımsayalım: Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir.
Thomas Mann için de aile bir gösterge.
25 yaşında kaleme aldığı, 1901’de yayımlanan ilk romanı Buddenbrooklar, Bir Ailenin Çöküşü’dür. Ki, Pamuk’un ilk yapıtı Cevdet Bey ve Oğulları’yla bu roman arasındaki ilişki araştırmalara, kitaplara konu olmuştur.
Daha fazla uzatmadan nerede ve nasıl bir aile düzeninde yaşadığımıza bakalım. Yine Pamuk’un dediği üzere, Peker’in izini sürelim.
Yaz başından itibaren önce videolar, ardından yazılı mesajlarla memleket tımarhanesinin meşhur ve meçhul aktörler galerisinden bazılarını ilişkileri, icraatlarıyla sergileyen Sedat Peker, kapatıldığımız tımarhanenin işleyiş düzenin temelini de ortaya koydu: Çökme.
Mafya jargonundan son kırk yılın en derin – en baba emniyet müdürü, içişleri bakanı Ağar tarafından siyasal, hukuksal alana, oradan kitle iletişim araçlarıyla toplumsal alana taşınan “çökme”, bir yerlere, bir şeylere güç yoluyla el koyma anlamına geliyor. Bu, silah zoruna dayanan klasik mafya tekniğinin, takımının hayli ötesinde organize işler boyutunu almış bulunuyor. Aynı şekilde zamana, konjonktüre uyumlu olarak çökme ekibi ve sahası küresellik taşıyor.
Sistemin en tepesiyle yeraltı birlikteliğiyle icra edilen çökme işleri sonuçta mafya sözünün ilk çağrışımında olduğu üzere, aile düzeni yaratıyor. Çökülenler için de öyle bu. Çünkü bir yerlerde birileri organize halde birilerinin bir şeylerine –en başta iradelerine- el koyuyorsa bu, organize ekip dışındaki herkese ve onların dayattıkları irade dışındaki her şeye uzanır.
Sonuçta iki aile tipi çıkar ortaya: Çökenler ve çökülenler. Tabii her ikisinin de alt kolları vardır derece derece, her ailede olduğu gibi.
ÇÖKEN AİLELER - ÇÖKÜLEN AİLELER
Peker videoları kesilse, Tweetler o kadar heyecan yaratmasa da birbirini kovalayan felaketler kimsede etrafa bakacak hal bırakmasa da aile tipleri her gün, her dakika olanca gerçekliği ve çıplaklığıyla kendini ortaya koyuyor.
Örnek: Tarım ve Orman Bakanlığı’nın envanterinde tek bir adet bile yangın söndürme uçağı bulunmadığı bizzat Bakan’ın kendisi tarafından ifade ediliyor. Ve yine bizzat kendisi toplam 49 danışmanla çalışıyor.
Bu kırk dokuz danışmandan hiçbiri, orman yangınları için donanım oluşturma önerisi getirmemiş olmalı ki, Avrupa Orman Yangınları Bilgi Sistemi (EFFIS) verilerine göre Türkiye’de geçen yıla göre yanan ormanlık alan yüzde 755 kat artıyor.
Yine de aynı danışman ve yetkililerin ifadesine bakılırsa, her ne olursa olsun yangınlar büyük başarıyla söndürülüyor! Bu arada söz konusu danışmanlardan ikisinin toplam 111 adet suç kaydının olduğu öne sürülüyor. Bunlardan 49 dosyası olduğu söylenen danışman, ihaleye fesat karıştırma suçundan 4 ay cezaevinde yattığını, yedi ayrı davanın da sürdüğünü belirtti, “Ama karanlık hiçbir şeyim yok. Adli sicil kaydım yok” diyor! Ailenin organize takımına dahil üyelerinden sadece birisi bu. 64 suç kaydı olduğu iddia edilen diğer danışmandan herhangi bir ses yok. Dokunulmaz takımından olduğu için herhalde.
Orman yangınlarının en yoğun yaşandığı yerlerden Manavgat’ta Aralık 2019’da seri çökme operasyonları icra eden bir ekip dava ediliyor. Dosyanın görüldüğü Manavgat Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı, serbest bırakılan organize ekibin sofrasında, aile yemeğinde gururla, kurumla otururken görüntüleniyor.
Çökme ekibinin yedikleri, ormanlarla birlikte bizim soframızdakileri de eksiltiyor: 2019’da Türkiye’de dört kişilik bir aile ortalama 48 kilogram kırmızı et tüketirken 2020’de bu üçte bir oranda ( % 33) azalarak 28 kiloya düşmüş. Aynı dönemde makarna tüketimiyse % 25 artmış. Çökme düzeni, hepimizi aile kılıyor, evet.
YAZANLAR YAZMIŞ
Ailemizin, ailelerimizin romanı, romanları yazılmayı bekliyor. Belki de hiç yazılmayacak!
Victor Hugo 26 yaşında yazdığı ve 1829’daki ilk basımını imzasız olarak yayımladığı Bir İdam Mahkumunun Son Günü’de bunun haberini veriyor bir bakıma: Geleneklerin yozlaşmasını sanatın çöküşü izler.
Öyle. Çökme sadece mal-mülk üzerinden cereyan etmiyor. Bireyden aileye, ailelere doğrudan doğruya hayatlarla birlikte o hayatı konu eden, o hayatlardan doğan sanat(lar) da çöküyor. Hugo’nun kahramanı, hakkındaki idam hükmü üzerine bir zamanlar okuduğu kitaptaki cümleyi anımsar: “İnsanların hepsi belirsiz bir süre için ertelenen ölüm cezasına mahkumdur.”
İnfaz edilmeden de o hüküm yürürlüktedir, uygulanmaktadır. Gardiyanlar ve diğer görevlilerin kendi aralarında gülüşmelerini, sohbetlerini izleyen mahkum kahramanımız, kendisinden sanki bir eşyadan söz eder gibi konuşulduğunu fark eder.
***
Salgında, selde, yangında, sofra dahil tüm istatistiklerde biz de öyle değil miyiz: Sayı toplamlarının, göstergelerin içindeki öğe, malzeme, görünmez figür!
Bu düzenin, figürlerin, ailelerin romanı henüz yazılmadı, yazılamıyor. Ama tam da bu hali konu eden klasiklerden Bir İdam Mahkumunun Son Günü, yazılışından neredeyse 200 yıl sonra Türkiye’de, 2021 yılında best seller oluyor. Amazon verilerine göre en çok satan beş kitap arasında yer alıyor Hugo’nun “uygarlığın neresindeyiz” diye soran gençlik yapıtı.
Yanıt, sorunun hemen devamında:
Adalet, üçkağıtçılık ve düzenbazlık yapacak kadar, yasa, yedek çözümler bulacak kadar alçaldı! Korkma!
Bir idam mahkumu kendi kendine zihinsel otopsi yapıyor Hugo’nun kaleminden. Bugünün romanı yok ortada ama o otopsi, okuyucuyu çekiyor. Daha ilginci, 1890’lar Rusya’sını bir kasaba tımarhanesi üzerinden öyküleştiren Çehov’un Altıncı Koğuş’u, aynı verilerine göre 2021 Türkiye’sinde, Bir İdam Mahkumunun Son Günü’nden daha da çok satılıyor, okunuyor. Hakikat sonrası düzenini daha 1948’de kurgulayıp teşhis eden Orwell’in 1984’ü, Altıncı Koğuş’un da üstünde yer alıyor.
Okur, Marks’ın “Gerçek sınıf mücadelesinin olmadığı koşullarda edebiyat onun rolünü üstlenir” sözünü doğrularcasına kendi kitaplığını oluşturuyor. Güncel yoksa klasikler var. Yine de Tolstoy haklı: Bizim tımarhanemiz, ailelerimiz, mutsuzluklarımız bize mahsus.
Yazılmayı bekliyor, evet.