Timur Çelik: 'Helikopter'i boyamak zorundaydım
Sanatçı Timur Çelik, yeni serisi "Görgü Tanığı"ndaki Helikopter resmiyle gündeme geldi. "Bu resmi boyamak zorundaydım. Bu resmi boyamam cesaretten ziyade sorumluluk" diyen Çelik ile "Görgü Tanığı" serisini ve Helikopter resmini konuştuk.
Rezan Aksoy
DUVAR - Berlin Duvarı'nın yıkıldığı ve Doğu-Batı Berlin’in fiziki olarak birleşmeye başladığı zamanlara tanıklık eden Timur Çelik, 1990 yılında Avrupa’daki sanat müzelerini dolaşmak için geldiği Berlin’de, şehrin sanat ortamına ve çok kültürlü yaşantısına duyduğu hayranlıkla ülkesine geri döndü. İstanbul’daki atölyesini bırakarak, 1993 yılında bir daha dönmemek üzere Berlin’e yerleşti. Çelik, dünyanın dört bir yanından sanatçıların umutlarla geldiği Berlin’de yeni bir yaşam kurmanın yanı sıra birçok uluslararası sergide resimlerini sergiledi ve sanat çalışmalarını aralıksız sürdürdü. Sanatçı bugünlerde ise ‘Görgü Tanığı’ serisinin son eseri olan ve helikopterden atılan iki figürü boyadığı resmi ile gündemde. Biz de serinin geri kalan resimlerini ve sanat yaşamını konuşmak üzere Timur Çelik ile buluştuk.
En sonda sormam gereken soruyu ilk başta sormak istiyorum. Şu ana kadar olayın faili ve mağdurları dışında kimsenin görmediği bir olayı boyadınız ve birçok kişi resminizi olayın gerçek fotoğrafı sanarak paylaştı. Bu nasıl oldu sizce?
Haberi ilk okuduğumda, Latin Amerika’daki askeri rejimlerin sivil insanları helikopterden attığı görüntüler geldi gözümün önüne. Sonra Vietnam Savaşı'nı ve filmleri hatırladım. Olayın hemen ardından sevgili İrfan Aktan’in Gazete Duvar’da yayınlanan yazısını okudum. Yazının son bölümünde insanların ilgisizliğini anlatıyordu. Yazısı şu cümlelerle bitiyordu: “O halde Osman Şiban’ın kanlı gözleri, kaybedilmiş hafızası kime, ne anlatıyor?” Bu yazıdan çok etkilendim. Ama ne yazık ki, bu yazıdan sonra da yeterli tepkinin verilmediği kanaatindeyim. Daha sonra kendi tepkimi tuvalin üzerine nasıl aktarabilirim diye düşünürken, henüz hiç görüntüsü olmayan bu olayı boyamaya karar verdim. Tesadüf bu ya, ben askerliğimi 1980 darbesinin hemen sonrasında Van’da yaptım. Bu sebepledir ki Van coğrafyasını çok iyi bilirim. Benim koğuşum Erek Dağı’na bakardı. Erek Dağı’nın güneşin doğduğu yer olduğu rivayet edilir. Gerçekten de güneş tam Erek Dağı’nın ortasından doğup Van Gölü’nü yaka yaka Süpan Dağı’ndan batardı. O zaman bütün renkler kahverengi, turuncu ve mavinin karışımı bir hal alırdı. O manzara bana Romantik dönemin tablolarını hatırlatırdı ve paydos zamanı manzaraya karşı oturup çayımı içerken, gün batımına eşlik ederdim. Bir yandan Van’ın gözümde canlanan romantik manzarası, bir yandan İrfan Aktan’ın yazısı ve elbette ki Osman Şiban’ın kan dolu gözleri beni kaçınılmaz olarak bu resmi boyamaya itti. Artık ne yapacağıma karar vermiştim ve başka bir röportajımda da söylediğim gibi İkarus’un Düşüşü’nden esinlenerek bu resmi boyamaya karar verdim. Benim açımdan bu resim mitolojik bir imgenin gerçek dünyadaki karşılığını bulmak gibiydi. Daha sonra malumunuz, resmi sosyal medyada paylaştım ve bu şekilde milyonlarca insanın Van’da yaşanan bu olayla benim resmim aracılığı ile duygusal bir temas kurmasına vesile oldu. Açıkçası resmimin böylesine ilgi duyması beni sevindirmekle birlikte büyük bir şaşkınlık da yarattı.
'BU RESMİ BOYAMAM CESARETTEN ZİYADE SORUMLULUK'
Şiddet olayını estetik şekilde anlatmanın cesaret istediği kanaatindeyim. Bu cesareti nereden buluyorsunuz?
Bu ne kadar korkunç olursa olsun, özü itibari ile bir yaprağın düşmesi, yırtıcı bir hayvanın avını yakalaması gibi doğada gerçekleşen bir olay. Orada bir helikopter ve iki insanın düşüşünü görüyoruz. Ben sadece kendi tekniğimle herhangi bir olayı, nesneyi, objeyi boyadığım gibi bu olayı boyadım. Elbette ki yılların verdiği tecrübe ile uçağın kalkışı, düşme mesafesi vb. ayrıntılarda titizlik gösterdim. Ama benim için bu resmi boyamam, cesaret sınırını aşan bir duyguya karşılık geliyor. Bu resmi boyamak zorundaydım. Bunu bir görgü tanığının gelecek kuşaklara ulaştırılması gereken tanıklık belgesi olarak da düşünebilirsiniz. Ben gökyüzünden düşen bir saksıyı da boyayabilirdim. Ama bunu tercih etmedim. O yüzden bu durumu cesaretten ziyade sorumluluk şeklinde özetleyebilirim.
Resmi ilk gördüğümde ve sizinle resim üzerine konuşmaya başladığımız andan itibaren bir şeyi çok merak ettim. Resmi boyarken o an oradaymışsınız gibi bir izlenim doğuyor. Fiziksel olarak orada olmasanız da belli ki duygusal olarak o an o olaya tanıklık ettiniz. Bu nasıl bir duyguydu?
Van’da askerlik yaparken bir helikopter sürekli kalkıp geri dönerdi ve nereye gidiyor diye sorduğumuzda “göreve gidiyor” yanıtını alırdık. Coğrafyayı biliyor oluşum ve edindiğim görsel tecrübe birleşince bu resim çıktı ortaya. Bu duyguyu uzun uzadıya anlatmak pek mümkün değil ama sanki akrabalarımı atmışlar gibi hissettim demem de yeterli olacaktır esasında.
"Görgü Tanığı" serisinin son resmi olan Helikopter oldukça öne çıktı. Ancak sanatçının bir eserinin öne çıkması bir bakıma diğer eserlerinin de görünmez olmasına yol açabiliyor. Sizin eski işlerinizi bilen biri olarak bu röportajda bir nebze de olsa bunun önüne geçmek istiyorum. Bize eski işlerinizden söz edebilir misiniz?
Benim yaptığım resimler realist resimler olarak tanımlanıyor. Daha çok günümüz dünyasının dertleri ile ilgileniyorum. Benim sanat dünyasında görünür olmamı sağlayan resimler büyük tuvallere boyadığım portreler oldu. O portrelerde çevremdeki insanları boyadım. Bu benim kendi çevrem üzerinden dünyaya karşı tanıklığım gibi düşünülebilir.
Yani 'görgü tanığı'yım diyorsunuz?
Elbette, ben bir görgü tanığıyım diyebilirim. Benim işim görmek. Berlin’de bir sergiye hazırlık yaparken, çevremdeki sanatçıların ifadelerini küçük tuvallere boyadım. O insanların hepsi benim çevremdeki dostlarımdı. Kimi müzisyen, kimi ressam, oyuncu, yönetmen ve daha niceleri. Onlar da benim gibi göçmen sanatçılardı. İtalya’dan, İspanya’dan, İngiltere’den, dünyanın çeşitli yerlerinden bir hayalin peşinde Berlin’e gelmişlerdi. Herkes sanatını yapıyordu ama hiçbiri arzuladığı yerde değildi. Hepsi çok zeki, hassas ve yetenekli insanlardı. Ancak yüzlerinde hayata tam olarak tutunamamış olmanın ifadesi ya da ifadesizliği vardı. Ben bu yüzleri boyamaya çalıştım. Berlin, birçok sanatçının hayal kurup geldiği bir şehir olmakla birlikte, diğer yandan da hayal kırıklığına uğrayıp vazgeçmiş sanatçılarla dolu bir şehirdi. Zamanla bu küçük portreleri bırakıp daha büyük portreler boyamaya başladım. Ayrıntıları görmek ve sorunu büyütmek için aldım bu kararı. Bir bakıma olayı sinema perdesinden izlemek gibi düşünülebilir. Büyük portrelere geçerken, diğer bir amacım da seyirciyi rahatsız etmekti. Çünkü bu insanlar tam olarak mutlu değildi. Bu portreler, benim büyük portreler yapan realist bir ressam olarak tanınır olmamı sağladı. Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, Ahmet Altan, Eren Keskin, Hayko Bağdat, Ahmet Türk ve daha birçok Türkiyeli muhalifin portrelerini ve eş zamanlı olarak çeşitli objeler boyadım. Özellikle Künstlerhaus Bethanien’da dünyanın çeşitli yerlerinden sanatçıların katıldığı “Flying - Uçmak” sergisinde, havaalanının bagaj bölümündeki bant üzerinde unutulan Bavul resmim büyük bir ilgi ile karşılandı. Daha Gezi Olayları olmadan önce patlamış bir ampul resmi boyadım. Rejime karşı bir iğnelemeydi bu. İstanbul’da kendi açtığım bir sergide sergilendi bu resim. Örneğin yakınlarda kaybettiğimiz sevgili dostum Birol Ünel’i boyadım. O zamanlar henüz "Duvara Karşı" filmi çekilmemişti. Meşhur olmadığı zamanlardı. Buradan onu bir kez daha hasretle anmak istiyorum.
Ben de sevgi ile anıyorum ve son olarak “Görgü Tanığı” serisinden de bize söz ederseniz çok seviniriz...
Bu seriye esas olarak Kobanê'den sonra başladım. Çözüm süreci bitti, darbe oldu, şiddet sarmalı büyüyerek şu anki halini aldı. Gezi Parkı protestoları ve daha sonra 7 Haziran seçimleri ile umut yerini karamsarlığa bıraktı. Berlin’in sokakları Türkiye’den göç eden veya etmek zorunda olan Türkiyeli entelektüellerle dolup taşmaya başladı. İşte bu süreçte ben de Kürt şehirlerinde ve bölgede yaşananları bir görgü tanığı olarak boyamaya çalıştım.
'AYSEL TUĞLUK'UN ANNESİNİN GÖMÜLMESİNE İZİN VERİLMEYEN BİR ÜLKEYE DÖNMEYİ REDDEDİYORUM'
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Türkiye artık her gününü 12 Eylül gibi yaşamaya başladı. Bu 12 Eylül’ü çok ağır yaşamış bir işçi mahallesi olan Kartal’da büyüdüm. Herkes gibi doğup büyüdüğüm topraklara gitmek isterim ama şunu açıkça söylemem gerekir ki: Ben Aysel Tuğluk’un annesinin gömülmesine izin verilmeyen bir ülkeye dönmeyi reddediyorum.
Alevilerin fişlendiği, Kürtlerin helikopterden atıldığı, Ermenilerin tehdit edildiği, gazetecilerin, sanatçıların ve her türlü muhalifin tutsak edildiği bir ülkeye dönmeyi reddediyorum. Ama bu kötü günlerin geçeceğini ve daha özgür bir Türkiye’ye olan inancımı da koruyorum.