TİP Kültür Sanat Sekreteri Özmakinacı: Artık bu olup bitene seyirci kalmak istemiyorum
Şu anda susarak, radara girmemeye çalışarak hedef küçültmeye çalışan arkadaşlar da, işler daha da kötüye giderse faşizmin ‘susma değil konuşma zorunluluğu’ olduğunu yaşayarak anlayacaklar. Normalde kendimi herhangi bir siyasi hareketle özdeşleştirmeyecek kadar bireysel bir insanım ama en azından şimdilik bu ‘yalnızlığı’ rafa kaldırmak ve mücadeleye dâhil olmak gerekiyor.
Kutlu Özmakinacı’yı müzikseverler, farklı isimlerle çalışmaları olsa da Türkiye’nin en çok dinlenen, bilinen gruplarından biri olan Yüksek Sadakat’ten tanıyor. Grubun hem kurucusu hem basgitaristi hem de en sevilen şarkılarının yazarı olan Özmakinacı, müzikal olarak kendine has şarkı yazarlığı üslubu, derin, kimi zaman ruhani anlamlar barındıran şarkı sözleri ve milyonların diline dolanan besteleri ile çok özel bir isim. Hukuk fakültesi mezunu olan sanatçı ayrıca bir süredir siyasette de aktif biçimde rol alıyor. Türkiye İşçi Partisi’nin “Kültür-Sanat Sekreteri” olarak siyasette kurumsal bir kimlikle de boy gösteren Özmakinacı, Türkiye’nin içinden geçtiği sancılı süreçte iktidarın kültür-sanat dünyasına uyguladığı sert markaja karşı bir sanatçı ve yurttaş olarak adım atmak zorunda hissettiğini ifade ediyor.
Seçim sürecinin artık resmen başladığı ve partilerin, ittifakların sayısız vaatle yurttaşlara seslendiği bu dönemde, kültür ve sanat alanında eşine az rastlanan siyasi adımlar atan, milletvekilleri bu alanlarda yaşanan sorunları TBMM’de sürekli gündeme getiren TİP’in Kültür-Sanat Sekreteri Özmakinacıyla konuştuk. O güzel şarkıların yazarının hem sanatçı hem de siyasi kimliği ile yanıtlayacağı sorular sorduk.
‘SANATÇININ TOPLUMSAL KONULARA GİRMEMESİ DÜŞÜNÜLEMEZ’
Şuradan başlayayım: Geçenlerde bir medya organı sizin için "Şu grubun üyesi o partiye oy istedi!" gibi bir “haber” yaptı. Siz de "Benim zaten şu anda işim bu" diyerek partideki pozisyonunuzu anlatan ironik bir yanıt verdiniz. Türkiye'de sanatçılar, müzisyenler, birazcık siyasetten bahsetmeye başladığında tuhaf reaksiyonlar alır, "Sanatçısın sen işine bak" diye. Bununla ilgili yorumlarınızla başlayabiliriz.
Evet hem de tam tersi olması gerekirken… Hâlbuki en karmaşık insan edimlerinden biri olan sanattan, siyasete böyle bir ‘ilgisizlik’ beklemek, her şeyden önce sanatın ne olduğunu anlamamış olduğunuzu gösterir. Çok bilinen bir sözü hatırlatmak lazım: Sanatın politikadan öğreneceği bir şey yoktur ama politikanın sanattan öğreneceği çok şey vardır. Zaten Rönesans, feodalizmin aşılması, aydınlanma derken sanatçıların iktidarla olan hami/himaye edilen ilişkisinin yıkılmasıyla bu konu kapandı. Bizde hala konuşuluyor ya da dillendirilebiliyor olmasının sebebi, benzeri bir ‘hami/himaye edilen’ ilişkisinin sanatçı ile devlet arasında devam etmesi. Elbette devlet tapınımı zirvede olan bir kültürümüz olmasının, geçmişte devletin ‘yoldan çıkan’ sanatçıları özgürlüklerinden mahrum bırakmaktan öldürmeye varan uygulamalarının bunda rolü olması ve bu tutumun özde hala değişmemesinin de etkisi büyük.
1960'lı yılların sonuna, 70'li yıllara baktığımızda Türkiye'nin en büyük starları siyasetle ilgili çok daha net fikirler ifade eder, işte Cem Karaca gibi bir ismin sürgüne mahkûm edilmesi, vatandaşlıktan çıkarılması... Birçok sanatçının, ki bunlar gerçekten o zaman için ana akım olan, plakları en çok satılan insanlar, popstarlar, rockstarlar, bunların siyaset konuşması hem de bugünkünden çok daha sert bir biçimde konuşması örnekleri var. Bu kırılma 80'le, darbeyle ilgili bir kırılma mı sizce?
Evet ben öyle görüyorum. Çünkü Türkiye'nin siyasi tarihine baktığımızda demokrasi standartlarının en yüksek seviyeye ulaştığı dönemin ‘70’ler olduğunu görüyoruz. ‘68’in ülkeye ulaşan etkileri, öncelikle sanat ve de popüler müzik üzerinden giriş yapıyor Türkiye’ye. Dönemin popüler sanatçıları da bugün pek göremeyeceğimiz netlikte siyasi tavırlar alıyorlar. Türkiye’yi Yeşil Kuşak ve neoliberal global sermaye sisteminin içine sokmak için yapılan 12 Eylül ise, hedefe bunların önündeki en büyük engel solu koyuyor ve doğası itibari ile özgürlüğe meyilli olan sanat da darbeden fazlasıyla nasibini alıyor. Çok yazılıp çizildi, aynı şeyleri tekrar etmek istemem ama 12 Eylül, amaçladığı üzere toplumun temel dengelerini bozan, solu yok ederek Türkiye toplumunu hasta bir topluma dönüştüren bir darbedir. Bugün 12 Eylül saldırısı sonucunda savunmasız kalmış, çetelerin yönettiği bir ülkede yaşamamız bundandır. Sanat açısından baktığımızda ise 12 Eylül ile neleri kaybettiğimizi, Türkiye’de sanatın ne ölçüde darbelendiğini hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Herhalde sanatçıların siyasetle ilgili bu tedirgin durumlarının arkasında da bu sindirilmişlik, belki bu depolitizasyon, belki bu korku da var değil mi?
Elbette. Zaten bir toplumu iki jenerasyonda depolitize edebilir, tümüyle bambaşka bir toplum haline getirebilirsin. Bizde de öyle oldu. Bütün toplum depolitize edildi, sanatçılar da içinde yaşadıkları habitat apolitik olduğu için fark etmeden depolitize oldular. Bugün siyasi görüş beyan edebilecek seviyedeki her sanatçı, otodidaktik bir yerden, ülkenin geçmişini okuyarak, merak ederek, kendisi araştırarak o sözü söyleme yetkinliğine ulaşmıştır. Geri kalan çoğunluk ise, tartışılan konunun ne olduğunu anlamayacak kadar siyaseten cahildir. Bu durum sanat için de büyük bir felaket elbette. Yani politika bilmeden, felsefeden anlamadan yapacağınız sanat da ne kadar katmanlı bir sanat olacaktır takdirini okurlara bırakıyorum.
‘ŞİKAYET ETMEKTEN BIKTIM, BİR ŞEYLER YAPMAM LAZIM’
Tabii bir de birtakım fiziki, teknik koşullar var. Müzikle hayatını idame ettirmeye çalışan insanların, Türkiye'de kültür sanatın bağımsız olarak çok fazla kaynaklandırılamadığı durumda herhalde biraz daha sessiz kalmaya çalışmalarını bir biçimde anlıyorum. Oradan şuraya geleceğim: Siz hiç çekinmediniz mi, bu kadar politikanın, hele böyle bir iktidarla yönetilen Türkiye'de iktidarın bu kadar karşısında olan bir politik oluşumun içerisinde yer alırken? Bir sanatçı olarak, "Ben konser yapacağım, şurada konserim olacak, bu kesilir mi, şu yasaklanır mı?" diye düşünmediniz mi?
Hayır çünkü faşizmin paternlerini biliyorum. Şu anda susarak, radara girmemeye çalışarak hedef küçültmeye çalışan arkadaşlar da, işler daha da kötüye giderse faşizmin ‘susma değil konuşma zorunluluğu’ olduğunu yaşayarak anlayacaklar. Beni TİP’e katılmaya motive eden şey ise biraz mizacımla alakalı. Şikâyet eden insanları ve şikâyet etmeyi sevmem ama yıllardır bu durumdayım. Normalde kendimi herhangi bir siyasi hareketle özdeşleştirmeyecek kadar bireysel bir insanım ama en azından şimdilik bu ‘yalnızlığı’ rafa kaldırmak ve mücadeleye dâhil olmak gerekiyor. Böylece “geleceği görmek ama kimseyi olacaklara inandıramamak” olan Cassandra’nın lanetinden kısmen de olsa kendimi kurtarmış oldum. Nihayetinde benimki son derece kişisel bir motivasyonla, “ben bu şikâyet etme durumundan bıktım, bir şeyler yapmam lazım” noktasına gelmemle alakalı.
‘SEZEN AKSU’NUN, TARKAN’IN BİR ŞEY SÖYLEMESİ ÇOK ETKİLİ’
Popüler kültür içerisinde büyük şöhretler edinmiş, ana akım olmuş insanların bir süredir çok enteresan çıkışları oluyor. Mesela Tarkan'ın şarkısı, bazı sanatçıların bakanlıktan büyük konserler alıyor olduğu halde iktidarla ilgili çok net görüşler ifade etmesi vesaire. Bunu neye bağlıyorsunuz? Bu çünkü biraz yeni bir şey aslında.
Sanırım bunu o kişi özelinde ele almak lazım. Yani Türkiye'nin insan hakları, ifade özgürlüğü gibi konularda dünyadaki yeri belli. Gri listede olan bir ülkeden bahsediyoruz… Bütün bunların kişisel ölçekte hayatımıza yansımaları kaçınılmaz. Tam da bu yüzden popüler kültür içinde en yüksek noktalara gelmiş isimlerin suya sabuna, zülfiyare çok dokunmadan yaptıkları politik çıkışları bile küçümsemem. Özgül ağırlığınız büyüdüğü ölçüde söz söylememiz zorlaşır, riskiniz artar ve devamlı rejimin radarında olursunuz. Riskin değerlendirmesi ancak o kişinin yapabileceği bir şeydir. Başka bir ifadeyle Tarkan, Sezen Aksu ya da Cem Yılmaz’ın bir şey söylemesi ile benim söylemem aynı şey değildir. Ancak o kadar büyük olmanın ve toplum için rol modele dönüşmenizin de sorumlulukları olmalı. Bu seviyede olan isimlerin tutumlarını daha da ileriye taşımalarını temenni ediyorum.
Yani koşullar o kadar ağırlaştı ki artık bir şey yapmak zorunda kaldılar mı diyorsunuz?
Öyle de denebilir…
Bir cesaret de geldi tabii…
Zaten insanın kendisine olan saygısıyla alakalı değil midir cesaret? İnsan nereye kadar itilip kakılmaya tamam diyebilir, ne kadar görünmez olabilir, ne kadar işim yürüsün diye radarlardan uzak kalabilir?
‘DİNE İDEOLOJİK YAKLAŞAN BİRİNİN SANATLA İLİŞKİSİ SINIRLIDIR’
Bir sanatçı olarak, özellikle Cumhurbaşkanı tarafından defalarca dile getirilmiş olan “kültürel iktidar kuramama” meselesini nasıl yorumluyorsunuz?
Sanatın insan edimleri içerisindeki en karmaşık edim olduğunu belirttim. İnsanın bütün yapıp etmelerinde olduğu gibi sanat içgüdümüzün arkasında da milyonlarca yıllık evrim var. Birçok filozofun “İnsan neden bunu yapıyor?” diye sorarak hâlâ tartıştığı bir olgudan bahsediyoruz. Diğer bir içgüdü olan inanç ve onun kurumsallaşmış biçimi din ise yine kendi doğası nedeniyle hayata ve düşünmeye bir çerçeve çizmek zorunda ve sanat bu çerçeveye sığacak son şey. Bu noktadan itibaren sanatın kapsayacağı alanla hayatı bütünüyle kontrol altına almayı amaçlayan dinler arasında bir çatışma başlıyor. Dine ideolojik yaklaşan bir dindarın sanatla ilişkisi sınırlı olmak zorunda. Çünkü inanç da sanatçının beyninde soyutlanır, tekrar üretilir ve dünyaya başka bir şey olarak yeniden gelir. Bu perspektiften bahsettiğinde bir çatışma görmem ben. Zaten insanlığın en büyük mimari, edebi, müzikal ve plastik yaratılarının bir bölümü dinseldir. Ancak AKP’nin bahsettiği perspektif bu değil. O perspektif hâkim olamayacağın bir alanda boşa kürek çekmekten fazlasını yapamayacağın bir yer. Zaten ifade ettiğiniz “kültürde hâkimiyet kuramadık” açıklaması bunun itirafa dönüşmesi bence. Yine yukarıdaki örneğe gidersek, sanat politikayı kapsadığı gibi dini de kapsıyor.
‘TİP’İN KISA VADELİ HEDEFİ SANATÇIYI KORUMAK’
Ancak bu bir itiraftan çok siyasi bir müdahaleye dönüşüyor. İşte, kimi isimlerin devlet kaynaklarından adaletsiz biçimde faydalandırılması, birçok sanatçının duruşundan ötürü sanatını ifade etmekte zorlanması, sansüre uğraması… 2022 bu anlamda çok yoğun bir yıl oldu biliyorsunuz. Bu noktada Türkiye İşçi Partisi’ndeki pozisyonunuza binaen birkaç sorum olacak. Partinin Kültür-Sanat Sekreteri’siniz. Partiniz bütün bu olup bitenlere nasıl yaklaşıyor?
Şu an için Türkiye İşçi Partisi’nin kültür ve sanat dünyasıyla ilgili tutumu, ilk seçimde iktidara gelmeyeceğimiz gerçeğini göz önünde bulundurursak, iktidarın sanata yaptığı saldırıları durdurabilmek için bir savunma hattı oluşturmak. Herkesin bildiği çok ağır sansür, saldırı, yasaklamalar var. Burada sanatçıları çok yalnız hissettirmemek gerekiyor, en önemli kısa vadeli amacımız bu. Uzun vadeli amaçlarımıza gelirsek; bir kere sanata da insan hakları ölçeğinde bakmak gerektiğini düşünüyoruz. Nasıl ki barınma, güvenlik, sağlık gibi hakları insanın doğuştan kazanması gereken haklar olarak görüyorsak sanatı ve sanat eğitimini de doğuştan gelen bir hak olarak görüyoruz. Dünyada sanata doğuştan itibaren ulaşmanın pedagojik, toplumsal ve kültürel etkilerini görebileceğimiz örnekler var. Aile ve okulla şekillenen kişiliğimizin en baştan itibaren sanat ve sanat eğitimiyle de şekillendiği bir durumda nasıl bir topluma dönüşeceğimiz konusunda hiçbir fikrimiz yok. İnsanlar bunu daha deneyimleyemedi. Belli bir ekonomik ve toplumsal refah düzeyine ulaşmış olan örneğin Kuzey Avrupa ülkeleri bunu deniyorlar şimdi ve eğitim süreçlerine daha özgürlükçü bir yerden bakıyorlar. Sanatı, insan doğduğundan itibaren hayatının içine sokabilecek bir eğitim sisteminden söz ediyorum. Geri kalan her şey bununla paralel olarak gelişecektir diye düşünüyorum. Kolektivist bir yaklaşım, bireyleri ve toplumun içinden çıkabilecek sanatsal etkinliği insan olmanın doğal bir getirisi olarak gören ve destekleyen bir yaklaşım sözünü ettiğim. Bir gün TİP iktidara yürüse ya da iktidarın ortağı olursa bizim dönüp ortaya koyacağımız yaklaşımın temelini bu oluşturur.
Spesifik olarak ise Türkiye’de sanat emekçilerinin durumuna odaklanıyoruz. Sanatçılar “kayıt dışı” bir yaşam sürüyor. Temel sorun bu. Devletle, sosyal güvenlik sistemiyle sanatçı olarak temel ilişkimiz “serbest meslek” anlayışı üzerinden konumlandırılıyor. Yani, sen kendi başının çaresine bakabiliyorsan devlet sana biraz omuz atıyor gibi bir durum. Oysa bildiğim kadarıyla Türkiye’de yalnızca müzikten 300 bin civarında insan geçim sağlıyor. Bunun ne kadarı kayıt altında bilmiyoruz çünkü sistemde tanımlı değil müzisyen. Müzik emekçilerinin ciddi bir kısmı bugün kazanıp bugün ihtiyaçları için harcayan insanlar. TİP’in bu bağlamda en öncelikli talebi ya da bir gün icraatı, sanatçıların kayıt dışılığı sorununu çözmek, sansürü kaldırmak ve sanatı lüks değil gündelik yaşamın bir parçası haline getirmek olacaktır.
Biraz önce sanatçının kendisini bu baskı ortamında yalnız hissetmemesi için çabalamaktan söz ettiniz. Bu konuda neler yapıyorsunuz parti olarak?
Partimizin kültür-sanatla ilgili tavrını birlikte belirliyor, bu konuda zaman zaman sanatçılarla bir araya geliyoruz. Tabii şimdi her şey seçime odaklanmış durumda, biz de öyleyiz ancak seçimden hemen sonra yapacağımız ilk iş büyük bir kültür-sanat çalıştayı olacak. Bütün sanat alanlarından çok sayıda sanatçıyı kapsayacak bir çalıştay planlıyoruz.
‘ÜLKE KOŞULLARI ÖRGÜTLÜLÜĞÜ ZORUNLU KILIYOR’
TİP milletvekilleri, kültür-sanatla ilgileri açısından özel bir yerde duruyor. Bir sanatçı vekiliniz var, Barış Atay. Bir diğer vekiliniz Sera Kadıgil yıllarca sanat hukuku alanında çalıştı, bu dünyayla yakın ilişkileri var. Peki, onların özellikle TBMM’de ne gibi çalışmaları oluyor bu konuyla ilgili?
Biz parti içerisinde kültür-sanat dünyasıyla ilgili temel sorunlara dair içerik bilgisi veriyoruz vekillerimize. Onların TBMM’de bu alanda yapacakları çalışmaların temelini bu oluşturuyor. Kanun önergeleri, ilgili meclis komisyonları gibi süreçlerde milletvekillerimizin yapacakları çalışmalara bir nevi altyapı oluşturuyoruz parti içerisinde. Dediğiniz gibi milletvekillerimiz konuyla çok yakından ilgili, konuya en az bizim kadar hâkim oldukları için bir öğretme, bilgilendirme sürecinden geçmeleri gerekmiyor. Bu, partinin kültür-sanat sekreterliği açısından büyük bir avantaj. Milletvekillerimiz dışında da partide bu alanlarda çalışan akademisyenler, belgeselciler, yazarlar, ressamlar, oyuncular var. Birçok sanatçı, koşullarıyla, sektörleriyle ilgili şikâyet etmekle yetinmeyip bu konuda atılacak adımların parçası olmak istiyor ve kendilerini Türkiye İşçi Partisi’ne yakın hissediyor.
TİP bir sendika değil tabii ama bu anlamda bir siyasi parti olarak belirli grupları örgütleme gücüne sahip. Sanatçıların örgütlenmesi açısından bu gücü nasıl değerlendireceksiniz?
Bence yapıp ettiklerimizle… Bu sanatçıları örgütlemek için çalışmıyoruz anlamına gelmesin çünkü tam tersi ama insanları böylesi durumlarda en çok motive eden şey, bir amaç uğruna bir araya gelmiş diğer insanların korkusuzluğu. Sanatçıların partiye hangi motivasyonla geleceğine biz karar veremeyiz. Benim motivasyonum, “Artık bu olup bitene seyirci kalmak istemiyorum”du. Kimi sanatçı buna benzer bir şekilde gelebilir, kimisi bambaşka bir motivasyona sahiptir. Ayrıca ülke, örgütsüz bir şey yapılamayacak kadar baskının ağırlaştığı bir noktada. Bir insanın tek başına çıkıp bir şeyler yapabileceği, kendisini güvende hissedebileceği bir yer değil. Başta konuştuğumuz gibi birey olarak yapılabilecek en maksimalist tavır -o da özgül ağırlığınıza bağlı olarak- fikrinizi ifade etmeniz ve konumunuzu belli etmeniz.
Tabii işin çok güncel ve hayatlara dokunan bir yönü olarak, sanatçılara açılan birçok dava var. TİP bu davalarda sanatçılara destek olmak için bir çaba gösteriyor mu?
Eğer sanatçı bizden doğrudan destek isterse, spesifik olarak söz konusu olay ve kişi üzerinden bir değerlendirme yaparak bunu ele alırız. Burada partinin görüşü, duruşu, tutumu dikkate alınarak olaya yaklaşılır.
Konu sansür, yasaklar, sanat temelli cezalar, haklar vesaire ise bunlar zaten bizim ilgi alanımızda, zaten tutumumuzu hemen kamuoyu ile paylaşıyoruz. Festival yasakları, antidemokratik uygulamalar, baskı gibi durumlarda biz zaten parti olarak tepkimizi koyuyoruz.
Mahmut Çınar Kimdir?
Felsefe eğitimini son sınıfta bırakıp gazetecilik okudu. 2007-2016 yılları arasında İstanbul'da özel bir üniversitede Gazetecilik ve Yeni Medya bölümlerinde tam zamanlı öğretim elemanı olarak birçok alanda dersler verdi. 2009'dan başlayarak hem Türkiye'de hem de farklı uluslararası projelerde ayrımcılık ve nefret söylemi ile mücadele çalışmalarında yoğun olarak görev aldı. Hazırladığı 'Medya ve Nefret Söylemi: Kavramlar, Mecralar, Tartışmalar' isimli kitap 2013 yılında Hrant Dink Vakfı tarafından; proje koordinatörü olduğu 'Ayrımcı Dile Karşı Habercilik Kılavuzu' ise 2016'da P24 tarafından yayımlandı. 2016'da akademik kariyeri sona erdi. 2018’de, usta sanatçı Bülent Ortaçgil ile yaptığı nehir söyleşi ‘Bu Su Hiç Durmaz’ adıyla kitap olarak raflardaki yerini aldı. Uluslararası edebiyat ve sanat festivallerinde danışman ve editör olarak görevler üstlendi. 2017'de profesyonel müzik çalışmalarına başladı, ilk albümü 'Bul Beni' 2019'da Garaj Müzik etiketiyle yayınlandı. 2019'dan 2021 sonuna kadar Ezginin Günlüğü grubunun solistliğini üstlenen Çınar, müzik çalışmalarına solo olarak devam ediyor ve özellikle sanatsal ifade özgürlüğü üzerine çeşitli kültür-sanat projeleri yürütüyor.
Angara’da Anayasso 25 Mart 2023
Depremin yaralarını müzikle sarmak için… 15 Mart 2023
Müzik susarsa öykümüzü kim anlatacak? 24 Şubat 2023
Bursa Bülbülü: Unutulmuş zamanlara popüler bir ayna tutunca... 02 Şubat 2023 YAZARIN TÜM YAZILARI