Tirana karşı konuşmak: Tragedya ve demokratik itiraz

Tirana karşı ses yükseltmek, beraber yaşamanın en öncelikli gerekliliğidir. Platon'un uyarısını hatırlayalım: İştahı, para hırsı ve utanmazlığı sebebiyle bir kente en büyük tehlike tirandan gelir.

Google Haberlere Abone ol

Özgür Emrah Gürel

Manasız biz azametle,

Ne söylese ne yapsa,

Kendi bildiğine giden,

Adaletten çekinmeyen,

Tanrı saygısı bilmeyen

Varacaktır elbette

Hak ettiği sona.

Böylesine kötülükler

Kimi çıkarmaz çileden?

                                                Sophokles, Kral Oidipus

Despot, zorba veya tiran, Antik Yunan dünyasında kentin politik varlığına yönelik en önemli tehdit olarak kabul edilir. Aristoteles’in Politika’sında üç sapkın rejimden biri olarak tanımladığı tiranlık, en temelde bir açgözlülük ve kibir yönetimidir. Tiran, bir devlet insanının sahip olması gereken en önemli erdemlere; ölçüsüzlüğü, konuşmaya karşı gösterdiği tahammülsüzlüğü, halkını küçümsemesi ve belki de en önemlisi dizginlenemeyen tamahı yüzünden ulaşamaz. Ez cümle tiran kentin refahını ve beraberliğini ön plana çıkaran kararlar veremez.

Kentteki her söz sahibi yurttaş tiran için bir endişe ya da kaygı sebebidir. Anayasal rejimin söz ve ikna üzerine kurulduğu Yunan demokrasilerinde tiran, akıldışının zorun ve şiddetin sözcülüğünü üstlenirken kentin karar alma ve yönetim süreçlerine katılan her yurttaş da yöneticilerin tiranlaşma arzusu karşısında tetikte bekleyen, kamusal alanın yıkımına sebep olacak şiddetin karşısında sözün ve iknanın önemini vurgulayan öznelliği üstlenecektir. Şayet demokratik mekanizmaları bir süreç ya da yol olarak tanımlarsak, burada yaşanan tıkanıklıkları da özenle dile getirmek zorunlu gözüküyor. İşte Antik Yunan tragedyaları bu çözümsüzlükleri, sorunları veya çıkmazları dile getirmesi açısından asıl olarak aporialar üzerine yoğunlaşır. Zaten Yunanca’da poros ve aporos sözcükleri de sırasıyla geleceğe yönelik arayışlara ve bu arayışların sonucunda ortaya çıkan yepyeni sorunlara işaret eder.

Antik Yunan’da tragedyalar sadece estetik kurgularıyla değil aynı zamanda politikaya ilişkin söz üretmesi açısından da kritik bir yere sahiptir.
Aristoteles’in Poetika adlı eseri tragedyalar üzerinde Antik Yunan’dan günümüze ulaşan en önemli eserlerden biri.

Aristoteles’in tragedya üzerine soruşturmasıyla devam edelim. Filozof, Poetika adlı eserinde tragedyanın eylemi taklit ettiğini vurgular. Şair, eylemin ölçüsü açısından bir insanın mutlu veya acınası bir hayat yaşayıp yaşamadığını betimler. Dolayısıyla Aristoteles felsefe ve şiir arasında, hocası Platon’dan farklı olarak, bir yakınlık tespit eder. Bu pencereden bakıldığında, eylem üzerine düşünmek politika, etik ve tragedyanın ortak amacı olarak görünmektedir. Örneğin hem tragedya şairleri hem de Aristoteles için, “aklı başındalık” asıl olarak uygulama alanıyla ilgilidir. Tam da bu sebeple, eylemler söz konusu olduğunda kişinin yaptığı seçimleri merkeze alır. Öyleyse tragedyaların aynı felsefi metinler gibi Antik Yunan dünyasındaki karar alma süreçlerini, bu süreçlerde[1]ki ölçüsüzlükleri, kırılma ve dönüşüm anlarını ve eylemlerimizin sonuçları karşısındaki farkındalıklarımızı resmettiğini söylemek mümkündür. Zira, günümüze ulaşan tragedyaların çok büyük bir bölümünün de toplumsal ve politik açmazlar karşısında aktörlerin eylemlerindeki hatalara yönelik eserler olduğunu görmekteyiz. Sahnelenen tragedyaların Atina kamusallığını mikro bir çerçevede yeniden inşa ettiğini ve izleyiciyi bir kez daha politik bir soruşturmanın içine çektiğini açık bir şekilde anlıyoruz. Demokratik imgelemi canlı tutan tragedyalar aslında Yunan kamusallığının kent yaşamı içindeki sürekliliğine de işaret eder. Sözün, zor ve şiddet karşısındaki konumunu odağına alan şairler aynı zamanda birer yurttaş olarak, demokrasi dışı güçlere de itiraz haklarını kullanırlar. Bu açıdan Yunan tragedyalarının sahnelendiği festivaller birer politik performansa dönüşecektir. Bu performanslar kentin demokratik konuşma yetkinliklerini ve itiraz kültürünü canlı tutmak üzerine kurulur. Retorik, günümüz dünyasından çok farklı bir şekilde, söz sanatının inceliklerini kentin ortak iyisini kurabilmek için icra edilir. Asıl amaç “öteki”ni dinlerken onunla aynı zamanda tartışabilmektir.

ANTİK YUNAN TRAGEDYALARI VE TİRANLARIN KİBRİ

Bu noktada Antik Yunan’da tirana karşı demokratik eylemi ve itirazı savunan bazı önemli tragedyaları hatırlayalım. Sophokles’in Kral Oidipus tragedyası tartışmamız açısından en çarpıcı metin olarak karşımıza çıkıyor. Aslında tragedyanın gerçek başlığı Tiran Oidipus’tur. Sophokles’in başlık konusunda muğlaklığa yer bırakmayacak bir kesinlik arayışında olduğunu görüyoruz. Şair Atinalı seyircinin tiranlık konusundaki hassasiyetinin farkındadır. Tiran her koşulda Atinalı yurttaşların gözünde demokrasi düşmanıdır. Thebai kentini içinden çıkılmaz bir felaketten kurtaran ama bambaşka bir felaketin içine sürükleyen Oidipus, kendi kudretine o kadar güvenmektedir ki, kentin yaşadığı yeni sorunları aşmak için ihtiyaç duyulan basiretten yoksun hareket eder. Tamamen arzularının denetimi altına girmiş halde geçmişte işlediği büyük suçların ayırdına varamayan Oidipus, demokratik bir iletişi[1]mi reddetmiş, günün sonunda hatalarını fark etme şansını da yitirmiştir. Böylelikle kaçınılmaz sonuç, Oidipus ailesinin ve tiranın yıkımı olmuştur. Oidipus’un hatalarındaki ısrarı, yani “körlüğü” oyunun sonunda bütün açılardan yüzüne vurulur.

Kral Oidipus, Sophokles’in tiranlık tehlikesine karşı Atinalı yurttaşları uyardığı dönemde kaleme alınan en çarpıcı tragedyalardan biri olarak kabul edilir.

Görme metaforu tragedya boyunca ısrarla gündeme getirilmiştir. Oidipus, kentin müzakere geleneklerini elinin tersiyle itmesiyle, doğru ve ölçülü karar alabilme ve bu kararlarını eyleme dökme yani “görme” şansını daha başından kaybeder. Sophokles’in “kentin dışına sürüklenmek” veya “kentsiz kalmak” olarak kavramsallaştırdığı bu süreç aynı zamanda Oidipus için bir çıkmazı da beraberin de getirir. Koro başının kapanış cümlelerinde izleyicilere seslenişine özellikle kulak vermeliyiz: Ey Thebaililer, yurttaşlarım! O zorlu bilmeceleri çözen Oidipus’un haline bakın! Çok kudretli bir insandı. Onun mutluluğu bu kentte hangi vatandaşı imrendirmemişti? Şimdi ne kadar korkunç bir felaket kasırgasıyla sürüklendiğini görün! Onun için, son gününü görmeden hiç kimseye mutluluğa ermiş demeyin!

Sophokles’in Oidipus’un sürgün yıllarını anlattığı Oidipus Kolonos’ta adlı tragedyasının önemli temalarından biri Oidipus’un oğulları arasında ortaya çıkan iktidar mücadelesinin doğuracağı benzer politik sonuçlardır. Thebai’den kovulan ve Atina’nın hoşgörüsüne sığınan Oidipus’un sözcülüğünü ise kentin demokratik lideri Theseus yapacaktır. Theseus, Oidipus’un Atina’dan ayrılmasını talep eden Kreon karşısında, Atina’nın yönetim değerlerine referansla demokratik konuşmayı, ötekini dinlemeyi ve affedebilme kapasitesini ön plana çıkarır. Devlet insanı kendisini demokratik tartışmanın üzerinde görmemeli, kararlarını kentin sağduyusuna göre verebilmelidir.

Oidipus Kolonos’ta, Atinalı yurttaşlara Perikles ya da Alkibiades gibi dönemin oldukça kibirli yöneticileri hatırlatılırken, Sophokles tiranlaşma eğilimindeki liderlerin demokratik kamusallığa nasıl zarar verdiğine özellikle işaret eder. Unutulmamalıdır ki, dönemin en güçlü kenti Atina’nın yayılmacı politikalarını savunan liderler tiranlaşma arzularını sadece kendi halkları üzerinde değil sınırlarının ötesindeki başka halklar üzerinde de gerçekleştirmek istediler. Bu açıdan kentin içi ve dışı arasında halklara zulüm açısından bir süreklilik sağlanır. Sophokles’in tragedyaları işte böylesi bir şiddet ortamında, Atina kamusallığını zedeleyen ve hem kent içinde hem de kentin sınırları dışında şiddeti savunan tiranlara karşı kaleme alınmıştır.

Üçlemenin son oyunu olarak kaleme alınan Antigone, Oidipus’un oğullarının iktidar mücadelelerinin trajik sonuçlarıyla açılır. Her iki kardeşini de kaybeden Antigone şimdi de dayısı yeni kral Kreon’un iktidarıyla sınanacaktır. Kardeşlerinden ancak birinin gömülmesine izin veren Kreon’un karşısında Antigone, kenti aşan gelenekleri ve tanrısal buyrukları hatırlatır. Hiçbir cesedin toprak üzerinde bırakılarak cezalandırılması kabul edilemez. Nitekim Antigone’nin nişanlısı ve Kreon’un oğlu Haemon da, babasının Thebai geleneklerine bağlı kalmasını ve kentin sağduyusunu dinlemesini talep eder. Cesedi açıkta bırakılan bir gencin kentte yarattığı hoşnutsuzluğu ancak bir tiranın kibri görmezden gelebilir. Burada Haemon’un ünlü sözlerini hatırlayalım: Hiçbir ülke hiç kimsenin malı değildir.

Antigone, bir tiranın sadece yaşayanlara değil ölülere karşı da zulmünün ne kadar ölçüsüz olabileceğini gösteren bir tragedya olması bakımından çarpıcı bir öneme sahiptir.

Kreon’un kaderi, kibirli eylemlerinin sonucunda Oidipus’un kaderinden farklı olmaz. Kreon, eşini ve oğlunu Antigone’ye verdiği adaletsiz cezanın sonucunda kaybederken, kendi öngörüsüzlüğünden yakınır. Bir kez daha demokratik itiraza kulaklarını tıkayan bir tiran karşımızdadır. Odipus’un kaderi bu kez Kreon’u ele geçirirken, kırılma anlarında yaşanan farkındalıklarsa izleyiciler için birer uyarıya dönüşür. Hatayı yapan aktörün ölçüsüzlüğünü fark etmesiyle sonuçlanan bu süreç, aynı zamanda izleyicinin yıkılan bir hayata yol açan eylemlerin muhasebesini yapabilmesine de imkan tanır. Sonuç olarak sahne Atinalı yurttaşlar açısından yeni bir agoraya dönüşürken, kentin demokratik imgelemini de canlı tutar. Böylece şiddetin karşısına söz, zorun karşısına ikna, tiranın karşısına yurttaş çıkar. Demokratik toplumsallığın en önemli unsurları her üç tragedyanın da odak noktasını oluşturur.

Antik Yunan tragedyaları arasında günümüze ulaşmış en eski metinlerden biri olan Aiskhülos’un Oresteia üçlemesi de yine aynı şekilde arzularına tutsak olan tiran Agamemnon’un sebep olduğu şiddetin önlenemez döngüsü ile yarattığı intikam ve felaketi anlatır. Atina’ya adını verecek olan tanrıça Athena’nın müdahalesiyle; adil bir yargılama zorunluluğu ve tüm zamanlar için geçerli olacak içtihadı bu şiddet sarmalını sonlandıracaktır. Bilgeliği temsil eden tanrıçanın “ne başıbozukluk, anarşi; ne de şiddetin, baskının egemenliğini, tiranlığı kabul etmeyeceğinin” ilanı, aslında Atina demokrasisinin temel ilkelerini de bir kez daha açığa çıkarır. Ancak şiddete hayır diyen yasalar, yargıçlar ve demokratik yurttaşlar tiran olmak isteyen devlet insanlarına karşı yüksek sesle konuşabilir.

21. YÜZYILIN POPÜLİST TİRANLARI

20. yüzyılın son çeyreğiyle beraber Batı akademisinde Antik Yunan tragedyalarına artan ilgi, modern demokratik siyasetin kırılgan doğasını açıklamak adına bir arayışı da temsil ediyor.

Amerikalı düşünür J. Peter Euben, Siyaset Teorisinin Trajedisi: Seçilmemiş Yol adlı kitabında, geç-modern Batı dünyasının Antik Yunan tragedyalarına gösterdiği dikkat çekici ilgiden bahsediyor. Bilimin muktedir konumu karşısında insan eylemlerinin sonluluğu ve kırılganlığını yeniden dile getirme ihtiyacı Antik Yunan tragedyalarına gösterilen ilginin de temel sebebidir. Buradan hareketle Paul Ricoeur, Hannah Arendt ve Martha Nussbaum gibi 20. yüzyılın önemli düşünürlerinin politikayı anlamlandırma girişimleri, farklı yöntemlerle Antik Yunan dünyasının ve özellikle de Yunan tragedyalarının yeniden yorumlanmasına vesile olacaktır. Ricoeur’ün modern ahlak felsefesinin erdem ve ödevler arasında sıkışmış soruşturmalarının ancak insan hayatının sonlu yapısına yönelik bir trajik eylem anlayışıyla aşılabileceği tezi, böylesi bir yaklaşımın en önemli izahlarından birini oluşturuyor. Öte yandan, Arendt politik eylemin ve sözün öngörülemez sonuçlarını demokratik siyasetin kırılgan yapısına bağlarken, Nussbaum daha genel bir bakış açısıyla insan hayatının kendi “iyi”lerini arama çabasının kırılganlığından bahseder. Her üç düşünürün modern dünyaya ilişkin gözlemleri, demokratik siyasetin ve insan eylemlerinin tragedyalar üzerinden yeniden düşünülmesini önermektedir. 21. yüzyılın ilk çeyreği tamamlanırken, demokratik siyasetin bir kez daha popülist tiranlarla sınandığını gözlemliyoruz. Antik Yunan dünyasından farklı olarak günümüz tiranlarının çok daha kompleks yönetim stratejilerine sahip olduğunu biliyoruz. O zaman demokratik siyaset belki de bir kez daha kendi trajik doğasını hatırlamak durumundadır. Daha açık bir şekilde ifade edecek olursak; sözün şiddet karşısındaki kuruculuk iddiası normatif-evrensel ilkeleri inşa edebileceği kadar, bu kurucu zeminin oldukça kırılgan yapısını da kabul etmeyi zorunlu kılar. Son iki yüzyılda sıklıkla dile getirildiği üzere, politikanın artık sırtını yaslayabileceği ve tartışmaya açık olmayan tarih-dışı bir metafizik anlayış mümkün gözükmüyor. Şayet İdea, Tanrı, Doğa, Akıl veya Tarih – hepsi büyük harflerle düşünüldüğünde – politikanın aşkın zeminini kuramayacaksa, o zaman Nietzsche’nin İnsanca Pek İnsanca’sında vurguladığı eylemin trajik doğasını artık kabul etmek durumdayız.

Tirana karşı konuşmak, demokratik siyasetin ilk kez batı tragedya geleneği içerisinde tartıştığı ve çok da tercih edilmeyen bir itiraz şeklini geri çağırmamıza yardımcı olabilir. Burada hem insanın hem de politikanın sonlu yapısının farkında olan bir itiraz geleneğini dile getirmek istiyorum. Aslında demokratik siyasetin kırılganlığı tam da yukarıda dile getirilen bir politik tezahürün, yani tiranlaşma arzusunun sonucudur. Tiranın temsil ettiği şiddet yurttaşa, doğaya, canlıya ve hatta ölüye yönelirken, demokratik siyasetin unsurlarını yıkar. Dolayısıyla tirana karşı ses yükseltmek, beraber yaşamanın ilk ve en öncelikli gerekliliğidir. Platon’un Devlet diyaloğundaki bir uyarısını hatırlayarak tamamlayalım: İştahı, para hırsı ve utanmazlığı sebebiyle bir kente en büyük tehlike tirandan gelir. Postmodern zamanlarda ciddiye alınması gereken kadim bir öneri!

*Bağımsız Araştırmacı