Tohumumuza para mı verdiler?
Bugüne kadar, özellikle başkalarına karşı sorumluluklarını da önemseyerek tedbir alan, aşılarını vakitlice olan, kendini ve etrafındakileri kollamaya çalışan enayiler olarak biz de sesimizi duyurmalıyız....
Şu Kovit-19 salgını ve tecrit, karantina vs. meseleleriyle ilgili olarak kimin ne yapmaya çalıştığını anlamakta hep zorlandık. Çünkü tedbir adına alınan kararları, salgınla mücadele için olduğu söylenerek girişilen işleri, aşılarla ilgili gerçekleri ve gerçekdışı hikâyeleri, minicik virüs etrafında örülebilen kocaman komplo ve efsane yumaklarını hep aklımızla değerlendirmeye çabaladık.
Oysa bir yanda salgınla mücadelenin halk sağlığıyla ilgili ve tıbbî mesele değil ideolojik-siyasî kampanya kulvarında yürütülecek kandırmaca mesaisi olarak kurulduğu, öbür tarafta bütün tantananın Bill Gates’in bize çip takmak istemesi yüzünden çıktığının mâkûl ihtimal muamelesi gördüğü ortamda elbette akıl mantık gibi kullanmaya alışık olmadığımız araçları daha ilk andan dışarıda bırakmalıydık. Hele bizim, bu memleket okuryazarlarının, bu açıdan hiç affedilir yanımız yok. Aklın mantığın normal zamanda da maskesiz giremediği, girmeye kalkarsa sınırı geçerken vurulduğu, o aşamayı geçmeyi becerirse herkesle 2 km mesafede durmak zorunda olduğu memlekette gafletin böylesine mazeret bulmamız zor.
Sırf akla uygunluğu hem günah hem suç kabul eden, dolayısıyla en dindarından en dinsizine (mazallah) kadar herkesin akıldışı hezeyanları gerçeklik algısının yerine geçirdiği bizimki gibi ortamlarda değil, insan toplumlarının akılla mantıkla iş görebildiği yerlerde de “aşı karşıtları” gibi bir isim altında kalabalık grupların oluşabilmesi, şüphesiz memleketimizin ve toplumumuzun akıldışılık sıralamasındaki yerini sallantıya soktu. Şampiyonlar Ligi hâlâ uzak değil, ama UEFA’ya gitmekle yetinme tehlikesi ciddî.
Şu son “aşı olmayan test yaptırmasa da olur” kararıyla belli ki devlet düzeyinde bu tehlikeye karşı tedbir alınıyor. Akıldışılıkta bunca ihtişamlı devirlerin mirasını İngiliz’e Alman’a mı kaptıracağız?
Yeşile çalan turkuaz tablolara kaygı ve şüpheyle bakarkenki hislerimiz 1999 Ağustos’undaki büyük Marmara depremi ertesinde, devletten en ufak yardım görmeksizin yıkıntılar arasında kendileri de yıkılmış halde oturan depremzedeleri izlerkenkilere benziyordu. Sağlık Bakanı hakaret etmeden, tehdit etmeden, bizi insan yerine koyduğu izlenimini yaratarak konuştuğu için ona güvensizliğimiz geleneksel tekinsizlik duygumuzdan azıcık arınmıştı gerçi, yine de gerektiğinde gerçeği gizleme ve manipülasyon yönündeki talimatları yerine getirebileceği şüphesini kenara atamıyorduk. İş geleneksel şüphelere gelince bazı mâkûl ve sağlıklı yönlerimiz ortaya çıkabiliyor.
Sayıların, uygun tercümeyle, üç aşağı beş yukarı gerçeği gösterebileceğini kabul ettiğimizde, çoktan boşluğa düşmüş, tutunacak başka dalın bulunmadığını ve insanların daha bir insan yerine konduğu ülkelerde de -sayıların doğruluğu hariç- salgının yarattığı tehdit haline karşı gösterilen davranışların çok farklı olmadığını anlamıştık. Şuursuzlukta gelişmiş ülkelerle eşitlenir gibi olmanın hoş bir yanı da vardı doğrusu…
Ardından test ve aşı muammaları zihnimizi işgal etti. Test nasıl yaptırılacaktı? Hangi aşı olunacaktı? Hangilerimiz gözden çıkarılacaktı, hangilerimiz kollanacaktık? Bu aşama görece mâkûl şekilde geçildi. Önce şunlar, sonra bunlar derken çoğumuz ilim ve fennin kaydettiği son gelişmelerden faydalandırılmaya başlandık. Üstelik devlet bu defa, fırsatını bulmuşken bizi bir de burada yolmaya teşebbüs etmemişti. Burunlarımıza sokulan pipetlerle sürüntüler alınırken, “Haydi gene iyisiniz!” babacanlığıyla enselerimizin okşandığını hissediyor, HES kodlarımızı okşuyorduk.
Bir ara, “terörist”le eş anlamlı olma potansiyeline kavuşan “65 yaş üstü” kavramının yerine “temaslı” kelimesinin listebaşı oluşuyla, değişik evreye geçtik. Maskeler, mesafeler, önlemler, testler ve aşılarla, artık normalleşmiş bir salgın-tecrit-karantina yaşantısına alışmakta olduğumuzu sanırken, Bill Gates’in çipleri efsanesini çok ileri boyutlara götürmeye kararlı “aşı karşıtları” grupları kendi alt-kültürlerini oluşturmuşlardı bile.
“Aşı karşıtları”nın global ölçekte bir faşizan enternasyonal hareketine dönüşmesinin önünde pek az engel kalmış gibi. Ve burada bize güçlü, çünkü köklü bir listebaşı makamı görünüyor. İyi değerlendirebilirsek, Ankara’dan sevk ve idare edilen bir uluslararası hareket aracılığıyla hem yumuşak hem de icabında sert güç oluşturabiliriz. Böyle bir gelişme ülke içindeki bölünmeyi de bugünkü yapay sınırlarından arındırır, memleketin en öz hakiki meselesi -akıl, mantık, muhakeme- çizgisinin iki yanına hizalanmamızı sağlayabilir. Hakiki saflar aklın inkârı temelinde toplaşacağı için, meselâ CHP’lilerin iktidar iddialarını peygamber soyuna dayandırmaları gibi garipliklere de gerek kalmayacak, Atatürk resimleri eşliğinde Bill Gates’in çiplerine karşı ülkenin ve Türk milletinin bağımsızlığını savunanla Abdurrahman Dilipak rahatça kucaklaşabilecektir. Öyle yumruk yapıp birbirlerine dokundurmalarına da gerek kalmayacaktır. Biz ‘gerek yok’ deyince gerek kalmamış olacağı için. Sarılabilirler de, öpüşebilirler de.
Bizim açımızdan, globalleşen “aşı karşıtları” hareketinin siyasî yönelimleri değil, aklı devreden çıkarışı önemli. Üstüne oynayacağımız nokta budur. 'Noktasında’daki nokta. Hem bize en çok yakışanı hem de en başarılı olabileceğimiz kulvar budur. Buradan da cihan hakimiyeti çıkaramazsak, Nihal Atsız’la Necip Fazıl’ı götürüp şanlarına layık yere gömsünler. Ayıp!
‘Aşı olmayanlar her yere girip çıkabilsin mi?’ diye tartışırken, aşı olmayanın başkalarına zarar verebileceği koşullarda test yaptırma zorunluluğu da ortadan kaldırıldı. Bu süreç boyunca bizi afallatan bütün durumlarda olduğu gibi, çoğumuz yine “Bilim Kurulu” denen topluluğu hatırladık. Yani Bilim Kurulu buna okey demişti, öyle mi? Emin olamıyoruz, çünkü şimdiye kadar birçok adımda ne deyip ne demediklerini anlayamadık. “Böyle şeye nasıl onay verirler!” diye ayağa fırladığımız oldu kaç kere. Arada ufak tefek çatlak ses çıktı, kısılıverdi. Böylesine hayatî mevzuda sağlık değil siyasete dayalı gerekçelerle alınan kararlara nasıl tepki göstermediklerini anlayamadık. Şimdi bu kimselerle ilgili şüphelerimiz daha da büyüdü.
Soruyu açıkça sorayım: Bilim Kurulu, aşı olmayanların test yaptırmadan her yere girip çıkabilmesini, uçağa binmesini vs. onaylıyor mu? Onaylıyorsa, o kuruldakilerin herhangi birini tıp insanı, hekim olarak muhatap alıp almayacağımızı ciddî ciddî düşünmeliyiz. Onaylamıyor fakat istifa da etmiyorsa, insanî bakımdan böylesine nâhoş duruma sosyal ölüm veya hapis tehdidiyle mi katlandıklarını sormalıyız.
Çünkü alınan kararın apaçık anlamı şudur: Yeter ulan, tohumuna para mı verdik bunların?
Karara yolaçtığını sandığım akıl yürütmeyi daha nazikçe tasvir edeyim: Kim virüs kaparsa kapsın, kim ölürse ölsün. Toplumun bir kısmı iyi kötü aşılı, onlar ölmez, hafif atlatır, berikilerin de hepsi kapacak değil. Eh, kapıp ölen de, bu badireden kurtulmanın “öngörülebilir-kabul edilebilir zayiat”ı olarak eksi hanesine yazılır. Askerî operasyonlardaki gibi. Millî güvenlik devletine de bu yaraşır. Kovit testlerinden yapılacak tasarrufla malzeme alır, yeni İHA’lar, SİHA’lar imal ederiz. Onları satıp S-400 alırız.
Bugüne kadar, özellikle başkalarına karşı sorumluluklarını da önemseyerek tedbir alan, aşılarını vakitlice olan, kendini ve etrafındakileri kollamaya çalışan enayiler olarak biz de sesimizi duyurmalıyız. Yalnız bunun hemen ikinci adımda akla-mantığa çağrı niteliğine bürünmesi kaçınılmaz olacaktır. Böylece yine marjinal kalınacaktır. Eh, o durumda da “babamız seyit” yolundan yürürüz artık.