Tolga Karaçelik: İşimizi yaparken dünyayı ufak ufak değiştirebiliriz
Netflix Türkiye’nin yeni bilimkurgu aksiyon dizisi “Yakamoz S-245” 20 Nisan’da yayına giriyor. Kıvanç Tatlıtuğ’un başrolünde olduğu dizinin yönetmen koltuğunda beklenmedik bir isim var. Farklı ve özgün bakışıyla, bağımsız filmleriyle tanıdığımız Tolga Karaçelik'le Yakamoz S-245’ten başlayıp bağımsız sinemadan dijital evrene yolculuğuna ve genç sinemacılara kadar uzanan bir sohbet ettik.
Netflix Türkiye’nin yeni bilimkurgu aksiyon dizisi “Yakamoz S-245” 20 Nisan’da yayına giriyor. Kıvanç Tatlıtuğ’un başrolünde olduğu proje, gizemli bir kozmik olayın yarattığı büyük tehdit altında denizaltına sığınarak hayatta kalmaya çalışan bir grup insanın mücadelesini anlatıyor. Dizinin yönetmen koltuğunda beklenmedik bir isim var: Farklı ve özgün bakışıyla, bağımsız filmleriyle tanıdığımız Tolga Karaçelik.
Sinemayla ilgilenen okurlar arasında Tolga Karaçelik’i tanımayan pek yoktur ama kısaca bilgi tazeleyelim. İlk filmi “Gişe Memuru”yla daha 30 yaşına gelmeden Altın Portakal’da En İyi İlk Film Ödülü’nü aldı. İkinci filmi “Sarmaşık” dünya prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yaptıktan sonra pek çok festivalden ödülle döndü. Kültür Bakanlığı’ndan destek alamayan son filmi “Kelebekler”, Sundance Film Festivali’nde Dünya Sineması Büyük Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldü. Üç filmiyle dünya festivallerinden kırkın üzerinde ödül alan Karaçelik’in ilk filmi “Gişe Memuru”, MoMa arşivine alındı. Tolga, kurulduğundan bu yana Moma’da eseri olan 14 Türk sanatçıdan biri.
Tolga Karaçelik’le Yakamoz S-245’ten başlayıp bağımsız sinemadan dijital evrene yolculuğuna ve genç sinemacılara kadar uzanan bir sohbet ettik.
Netflix’te bugün yayına girecek olan “Yakamoz S-245”i senin yönettiğini duyunca şaşırdım ve heyecanlandım. “Into the Night”ın devam serisi mi bu? Denizaltında geçen bir hikâyeyi Türkiye’de çekme fikri nereden çıktı, sen projeye nasıl başladın? Süreci biraz anlatır mısın?
Devam serisi denemez, aynı anda paralel bir hikâyeyi anlatıyoruz biz de aslında. “Into the Night” karakterleri güneşin doğuşundan uçakla kaçıyorlar, biz denizaltıyla kaçıyoruz. İki dizi birbirinden tamamen bağımsız olarak izlenebilir. Ben mesela “Into the Night”ın tamamını izleyemedim. “Çok iyi fikir” dedim ama karakterizasyonda, dramada sorunlar vardı, fazlaca basit kurulmuştu. Jason George yazıyordu, daha önceki işlerini çok sevemediğim bir yazar. Daha aksiyon temelli ve belli formüller üzerinden işlenmiş bir fikir. O nedenle de devam gibi algılamayıp buradaki dünyaya, fikre konsantre oldum. Senaryolar da henüz yazılmamıştı ben dâhil olduğumda. İlk bölümün İngilizce ilk taslağı vardı sadece. Aslına bakarsan çok film seyrediyorum ama dizi çok izleyebilen biri de değilim. Hal böyleyken birden gelen denizaltı dizisi ilgimi çekti. Biraz da meydan okuma var işin içinde. Kırk yaşındayım. Senaryosunu benim yazmadığım, bağımsız bütçelerle çekilmeyen, gerçekten yüksek bütçeli, iddialı bir iş. Bunlar beni ne kadar zorlar, ne yaparım ne ederim biraz da merak ettiğim için içine girmek istedim.
İlk üç bölümü sen çektin değil mi, devamında Umut Aral var. İlk bölümler tabii hikâye evreninin, karakterlerin oluşması açısından da önemli…
Evet ve senaryolar geldikçe çok da korktum. Bir “bunlarla ne yapacağız” hissi oldu, epey de mücadele ettik açıkçası senaryo sürecinde.
Yeni bir ekip mi kuruldu?
Kurulmadı ama ekipteki görev dağılımlarında bazı değişiklikler oldu. Sonra mesela Murat Uyurkulak’ın dahil olmasını istiyordum ekibe, o geldi. Cansu, Sabri çok güzel işler çıkarttılar. Senaryo süreci bol gelgitli ve biraz kanlı oldu açıkçası. Ama geriye dönüp baktığımda ortaya çıkan şey içime sindi. Karakterleri karton olmayan, sadece aksiyon üzerine kurulmamış bir iş. Ben belki o başta hissettiğim sıkışmışlığın da birazcık hissedilebileceği, birbirinden farklı üç bölüm çektim aslında. Daha doğrusu üç bölüm de farklı filmler gibiydi. Benim için yepyeni bir deneyim oldu.
ÇALIŞIRKEN BAŞLICA KRİTERİM, 'BUNU BEN BEĞENİR MİYİM?' OLUYOR
“Into the Night”ın ilk sezonunu izledim. Dizi hakkındaki fikrim seninkine yakın olmuştu. Ama çok izlendi ve sevildi bildiğim kadarıyla. Bu dizinin dünya izleyicisiyle etkileşimi nasıl olur sence?
Çalışırken başlıca kriterim “bunu ben beğenir miyim?” oluyor. Bunu gerçekten samimiyetle söylüyorum. Kendi çektiğim, hâkim olduğum üç bölüme dair fikrimi söyleyeyim. Ben izlerim bu diziyi, en azından göz atarım. Göz atan da sonuna kadar izleyecektir kanımca. İzlenebilir, akıcı bir dizi. Öyle çok kolay beğenebilen biri değilim. Yani “rezil olmam” hissi verdi, memnunum. Bir de işte risk sevdiğim bir şey. Gişe Memuru’ndan sonra Sarmaşık, sonra Kelebekler. Hepsi kendi içinde riskler barındıran filmlerdi. Üstüne Bartu Ben de apayrı bir konseptti, riskti. Bu tür bir meydan okumayı seviyorum.
Pandemiydi, ekonomik krizdi, siyasi atmosferdi, savaştı derken dünyanın insanın üstüne üstüne geldiği böyle zamanlarda bu tür konseptler bir tür hayatta kalma rehberi işlevi de görüyor galiba. Başkalarının daha büyük ölçekli felaketlerinden duyulan haz var, buna eşlik eden tempo, sürükleyicilik var. Sanıyorum bu dizide bilim insanları ve askerler gibi iki farklı karakter düzeni arasındaki çatışmayı izliyoruz, değil mi?
Askerlerle bilim insanları, evet. Ve denizde sıkışmışlık hissi ki Sarmaşık’ta da vardır, bu sıkışmışlığın denizaltı hali bana iyi geldi açıkçası! Yazarı olmadığım zaman bazen canım sıkılıyor ama hallettik o kısımları da.
Kıvanç Tatlıtuğ rolüne çok yakışmış gibi görünüyor. Baştan beri belli miydi projede yer alacağı, cast süreci nasıl oldu?
Kıvanç benim çalışmayı çok istediğim bir oyuncuydu. Ve çalışmaktan çok da keyif aldım. Dünya tatlısı bir adam gerçekten. İş ahlakı, çalışma disiplini, ekiple ilişkisi… Hayatım boyunca ayakta tutmak isteyeceğim dostluklardan birini kazandım. Çok güzel güvendik birbirimize ve bunun sonuçları da güzel oldu. Özge Özpirinççi yine çok beğendiğim bir oyuncu ve öncesinden de arkadaşımdı. Onur Ünsal, Ertan Saban, Ecem Uzun, Ersin, sonra Alman oyuncumuz Jerry Hoffman, hepsi çok çok iyi oyunculardı. Hakan Salınmış, Meriç Aral. Baştan sona güzel bir cast.
Aksiyon sahneleri yoğun mu yoksa daha çok karakter ve mekâna kilitli gerilim mi izleyeceğiz peki? Mesela denizaltı batıyor mu?
Yani büyük spoiler vermeden açıklayamam şimdi neler olduğunu tabii. Batma bilmiyorum var mı yok mu. Benim çektiğim ilk üç bölüm daha karakter ve atmosfer ağırlıklı ama sonrasında bayağı sıkı aksiyon sahneleri var. Var, her şey var.
Projenin tüm sürecine dair senin eklemek istediğin bir şeyler var mı?
Bunu çekerken kendimi hakikaten yönetmen gibi hissettim. Yani “vay, büyük sette böyle hissediliyormuş,” tarzında, yönetmen yönetmen. E çünkü öncelikle büyük bir bütçemiz vardı. Bir de bir işi hem baştan sona kendin yazıp hem de çektiğin zaman projenin ruhunu içtenlikle yansıtıyorsun. Bunun üzerine çok kafa yoruyorsun ve seni bu his yönlendiriyor. Çok fazla karşı tarafı da düşünmüyorsun, seyirciyi düşünmüyorsun o süreçte. Bu tür bir dizideyse seyirciyi daha çok hesaba katmanı gerektiren çok fazla detay var. Teknik konular, aksiyon yaratma, gerilim. Seyirciye nasıl geçecek? Bu çerçeve çalışmıyor, lensi değiştirelim daha dar bir lense gireyim ya da ışığı dörde bir ratio yapalım vs. Bazen de çekerken sahnenin doyduğunu hissettiğin bir an oluyor. Tam yazıldığı gibi çekmeyebiliyorsun. Bunları deneyimlediğim bir set oldu. E bir de tabii sıfırdan yapılan bir denizaltı var, dev dekor var. İleride çekeceğimiz sahneleri düşünerek dekora müdahalelerde bulunuyorsun. Bunların tümü yönetmenlik bakımından çok şey kattı bana. Bu nedenle “iyi ki kabul etmişim” diyorum. Netflix’le, OGM’yle, Diloy’la (Kelebekler ve Bartu Ben’de de zaten beraber çalıştığım Diloy yapımcıydı…) gayet güzel çalıştık, bir dediğim iki edilmedi. Pelin, Özge, Mike çok güzel bir ortam yarattılar ve yönetmen olarak da çok onore ettiler beni, arkamda durdular. Böyle bir pamuklara sarılma durumu oldu, bu da iyi geldi açıkçası.
Denizi çok sevdiğini biliyorum, bunun ve “Sarmaşık” sürecinin denizaltında geçen bir diziyi çekmene katkısı oldu mu?
Evet, çocukluğumdan beri denizle haşır neşirim, yelkenciliğim de var. O su teması, deniz teması da Sarmaşık’a sızdı işte. Sarmaşık’ı yazarken gemilerde çok bulundum, gemici olarak çalıştığım da oldu… E sonunda denizaltına da kavuştuk. Herhalde bundan sonra da denize dair çekilebilecek ne varsa çekmeye devam edeceğim.
BİR SERİ KATİL HAKKINDA YAZMAYA KARAR VEREN YAZARIN SIĞ HİKAYESİ
“Kelebekler” beni çok şaşırtmıştı. Dramla absürt komedinin bu kadar yan yana durduğu, dağılmış aile, babanın ölümü etrafında bir araya gelirken etrafta patlayan tavukların olduğu, inancını sorgulayan bir imam karakterin, bir astronotun bulunduğu, son derece bıçak sırtı, ele yüze bulaşma riski müthiş yüksek bir konseptten harika bir film yaratmışsın. Bu nedenle yeni filmini de çok merak ediyorum tabii dizinin yanı sıra. Bir seri katil hikâyen olduğunu biliyoruz, o ne durumda, ne zaman görebileceğiz, bize biraz filmden bahseder misin?
Ayrıntılı bahsedemem bu aşamada ama dediğim gibi her filmde biraz daha farklı bir yere gitmeyi seviyorum, bu tehlikenin kendisi beni ayık tutuyor. Rezil olma endişesi! Eh bu da epey sürprizli bir film olacak. Mesela tiyatroyla ilgili de yapmayı çok istediğim çok şey var, bundan sonra onu da yapacağım umarım.
Filme dair bir ipucu vereyim: İsminin “Bir Seri Katil Hakkında Yazmaya Karar Veren Yazarın Sığ Hikayesi” olduğunu söyleyebilirim. Yani filmin ismini sarhoşken tekrar edemiyorsun, denenmiştir gerçekten. Bir kerede en azından olmuyor, videosu bile var. Filmin ismi kendini biraz anlatıyor aslında, sinopsise gerek kalmıyor. Onun cast çalışmasına başladım, sanırım 2023 sonbahar, olmazsa 2024 gibi vizyona girer. Muhtemelen bir festival sürecinden sonra. Bu arada ben bu filmin notlarını 2014’te almaya başlamıştım.
8 sene güzel bir süre. Bu süreçte fikir çok değişti mi peki?
Evet hep öyle oluyor bende, uzun bir süreç. Fikir bir miktar değişti tabii, karakter kaldı ama fikir dönüştü. Ya da şöyle diyeyim, bu dönüşümlerle iki ayrı filmin çıkabileceği bir hal aldı.
Hem ayrıksı, kendi dünyasına sahip, cesur bir yönetmensin, hem dış dünyaya açık ve çok üretkensin. Yaptıklarına da bunlar yansıyor. Bu sana çok söylenmiştir ama çok mütevazı, sahici mütevazı bir karakterin var. Bizde yalandan bir tevazu çok yaygındır. Yaptığın işe, dünyaya, insana yaklaşımınla ilgili bir şey kastettiğim. Bu yönünü nasıl koruyorsun?
Teşekkürler. İnsanları severim ve olumlu yaklaşırım genellikle. Çok sevdiğim bir sözü var Sait Faik’in, “İnsanları olduklarından değil olabilecekleri kişiden ötürü seviyorum.” İşte o potansiyelin açığa çıkmasına bir katkım olursa çok mutlu oluyorum. Kibir, “ben bilirim” buna benzer durumlar çok toksik, insanı öldüren şeyler.
İstanbul Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma Bölümü’nde Seyfi Teoman En İyi İlk Film ve En İyi Senaryo ödülünü de alan, Nazlı Elif Durlu’nun yönettiği “Zuhal”de de ortak yapımcı olarak gördük seni en son. Bu biçimde, ilk filmini yapan başka yönetmenlere ve genç bir yönetmen olarak daha genç yönetmenlere de çok yardımcı oluyorsun. Nasıl yetişiyorsun bunların hepsine?
Bu genç yönetmen işi aslında biraz eğlenceli bir hal aldı. Fenerbahçe’de Semih Şentürk vardı, bilir misin? Genç futbolcu genç futbolcu diye anıla anıla geldi, 38 yaşında hala genç forvet olarak futbolu bıraktı.
Yönetmenlik, yazarlık biraz dünya deneyimi de gerektirdiği için bence genç yaşlar, erken kalkıp yol ama durumu…
Evet biraz daha geç başlanıyor genelde, o açıdan şanslıyım diyelim. Genç yönetmenlerle işbirliğini, deneyimi paylaşmayı, yapabileceğim bir şey varsa yapmayı önemli buluyorum. Bu daha yolun başındaki insanlarla, genç insanlarla birlikte yürüme arzusu bir de şundan geliyor. Ben 2009’da işe koyulduğumda pek yardım eden olmadı, bunun epey sıkıntısını çektim başlarken. Yani esasında bir Yılmaz Erdoğan bir de Necati Akpınar’ın Gişe Memuru’nun çıkmasına katkısı çok olmuştur, her zaman bunu dile getirmeyi seviyorum. Setlerde bulunamadım, doğrudan yönetmen olarak başladım işe. Şimdi bu olanaklara sahip biri olarak, özellikle de kadın yönetmenlere, seslerini duyurmaya çalışan yönetmenlere yardımcı olmaya elimden geldiğince çalışıyorum. Daha önce Metehan Şereflioğlu vardı, Adana’da, Antalya’da ödüller aldı filmleri, şimdi reklam yönetmenliği yapıyor. Şu an mesela İlayda İşeri var, Selin Senköken var. Kasım Ördek’in son kısa filmine yapımcı oldum. Setlerime muhakkak getiriyorum. Açıklıyorum neyi niye yaptığımı. Mesela İlayda'nın şimdi senaryosu, kısa film senaryosu bitti. 12 puntoya seçildi. Akbank kısa filmde ödül aldı, onun da yeni kısa filminin yapımcısıyım. Tuna Yüksel’in ‘Pembe Eldiven’ diye bir kısa film senaryosu var, bir erkek boksörün cinsel yönelimini keşfetme hikayesi. Şimdi onun yapımcısıyım, çekeceğiz. Haziran gibi. Selin uzun metraj senaryosunu yazıyor.
HER FİLMİN ÖNCE BİR ŞİİRİ OLUR
Şiirle, edebiyatla da ilgili olduğunu biliyorum. Sürüyor mu bu ve sinema sürecini besleyen bir şey mi sence?
Evet, benim her filmimin aslında önce bir şiiri olur. Şair değilim, şair olamazdım, o kadar cesur değilim. Şaire uygun bir karakterim de yok aslında, biraz daha içe kapanık, uzay kapsülünde bir var oluş o, benim biraz ‘sokak köpekliğim’ var. Hem hayatta kalma hem de birazcık daha “sev beni sev beni” bir yan. Bir de ben hiç yönetmen olacağım demedim. Her seferinde bir hikâyeyi anlatmaya çalıştım, belli bir hikâyeyi anlatmaktı isteğim. Ardından başka hikâyeler geldi, ama bu motivasyon sürdü. Görsel dilimin de hala tam olarak oluştuğunu oturduğunu düşünmüyorum, arayışlarım sürüyor. Ama işte hikâyelerim var. Mesela Rusya'da geçen, içinde Şamanlık olan bir hikâye var. Ama çok büyümem lazım onu yazabilmek için!
Türkiyeli olmanın ağırlığı dediğimiz bir olgu vardır, insanları, kendi alanlarında büyüdükçe de bir aşağı çekme potansiyeli olan. Bu sığ olmayan hafiflik ve işinde gücündelik hissini nasıl sürdürüyorsun?
Bizim aslında şöyle bir sorunumuz var biraz toplumca. Bir işi yaparken onu aynı zamanda dönüştürebileceğimizi unutuyoruz. Bir işi, bir oluşumu, bir hareketi, ona katıldığımız oranda dönüştürebilme ihtimalimiz de var. Biz daha çok küsüp şikâyet ediyoruz. Ben ikisini de sevmiyorum bunların, karakterime uygun bulmuyorum. Pes etmeyi de sevmiyorum. Bakanlıktan destek alamadığımda da ne küstüm ne bir şey. Hayır, ben bunu çekeceğim dedim. Ben benimle beraber yürüyen daha genç birine nasıl davranıyorsam o da belki daha sonra çalıştığında öyle yaklaşacak başkalarına. Bizden sonrasını biraz da biz yaratıyoruz esasında. İşimizi yaparken dünyayı ufak ufak değiştirebiliriz. Tabii birçok insan bundan bahsediyor ama iş ahlakları hiç böyle değil. Bunu gerçekten istersek, yaparsak, kastımız, umudumuz buysa neden olmasın? Dünya’yı belki de ancak böyle değiştirebiliriz, böyle gelmiş böyle gitmesin, inandığım gibi gitsin kısaca…
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI