Tolstoy’suz aile çay bahçeleri
İstanbul’un çay bahçelerinde her mutsuz ailenin kendine özgü mutsuzluğu var mı emin değilim. Tüm mutsuzluklar birbirinin aynı sanki. Konuşmalardan anlıyorum bunu. Verilemeyen ikinci siparişlerden, beraberinde getirilmiş atıştırmalıklardan, çocukların isteklerinin duymazlıktan gelinişinden... Ama en çok da iyi maskelendiği düşünülse de apaçık ortada olan o dipsiz depresyondan...
Herkes mi mutsuz yoksa ben mi onca insan içinden mutsuzları seçtim? Şimdi bu yazıyı yazarken bunu düşünüyorum. Geriye sarıyorum son bir haftayı, oturduğum sahil çay bahçelerinin her birinin masalarını, o masalardaki insanları hatırlıyorum. Anlar geçerken gözümün önünden tavla pullarının, okey taşlarının sesleri cep telefonlarında izlenen videoların altına döşenmiş müziklere, gelmeyen siparişleri hatırlatan öfkeli seslere karışıyor. Priz soranlar çoğunlukta. Kimi zaman huzursuz kimi zaman telaşlılar... Kimselere güvenemeyenler telefonlarının başlarında onların şarj olmasını bekliyor. Masalarda çocuklara sürekli ne yapmamaları gerektiği söyleniyor. Çantamı açma. Uzaklaşma. Konuşma. Dökme. Kediyi sevme. Denize yaklaşma...
Mutsuzluğa dair her ses var çay bahçelerinde. Şu taş sesleri olmasa memnuniyet kırıntısını hatırlatacak bir şey bulmak zor olacak. Çınlayan kahkahalar yok, çocukların sesleri zaten dağılmadan bastırılıyor. Sanki herkes bunalımımızı dört duvar arasında yaşayacağımıza açık havada yaşayalım demiş gibi.
Yalnız başına gelenler pek az. Onlara da dip köşe masalar uygun görülüyor. Tek bir insan oturacak değil ya en kıyak masada! Ailelerle dolup taşıyor çay bahçeleri. Farklı farklı semtlerden başka başka aileler. Esintili, havadar bir fikir olarak akla gelen Boğaz, yerinde o kadar da umut vaat etmiyor gibi. Zor bela denkleştirilmiş bütçelerle ya da borç alınarak gelinmiş bir çay bahçesi kaçamağı ne kadar hesapsız, ferah olabilirse o kadar işte...
Dünya edebiyatının en meşhur romanlarından Anna Karenina’nın giriş cümlesi İstanbul’un çay bahçelerinde geçerli değil.
Tolstoy bu kez çay bahçelerinden teğet geçiyor. Buralarda her mutsuz ailenin kendine özgü mutsuzluğu var mı emin değilim. Tüm mutsuzluklar birbirinin aynı sanki. Parasızlığa, yoksulluğa gelip saplanıyor. Konuşmalardan anlıyorum bunu. Verilemeyen ikinci siparişlerden, beraberinde getirilmiş atıştırmalıklardan, çocukların isteklerinin duymazlıktan gelinişinden...
İçecekler bitmeden ekranlara sarılıp bir an yaratılıyor. Gerçeğinin tam zıddı. Fotoğraf karesine bakınca her şey yolunda gibi görünüyor. Arkada deniz, elde bir içecek, keyifler keka! Oysa bu yaratılan “hikâye” de sadece yirmi dört saat sürebilecek.
Sosyal medya için çekilen fotoğraflara, videolara dek herkes herkesle bağını koparmış gibi. Yalnızca bir an beraberce, sonrasında herkes kendi “beğenisi”nin peşinde.
“Hikâye”lere kalpler yağarken, yorumlar okunurken en sarsıcı yorumu Engin Geçtan yapıyor da kimsenin haberi yok. “Anlaşılabilme umudunu tüketen insanlar, dünyayla ilişkilerini beğenilme üzerine kurma eğiliminde oluyorlar, kurtulması güç bir tuzağa düştüklerini fark etmeden. Çünkü beğenilmeyi merkeze alan bir dünya, insanın kendi içinde giderek daha sıkı kilitlenmesine ve çıkışı bulunamayan bir yalnızlığa gömülmesine neden olabilir. Dolayısıyla kendini var hissedebilmenin tek yolu da beğenilmenin sürekliliğini sağlamaya yönelik bir hayat tarzı. Beğenilme öylesine bir iptila ki bu ihtiyaç karşılanamadığında yaşanabilecek bozgundan kaçınmak için sergilenmekte olan performansın aralıksız sürdürülmesi zorunlu hale gelir. Bunun sonucu olarak hayatını beğenilme üzerine kuran insanların derininde, çoğu zamanda dışarıdan fark edilemeyecek kadar iyi maskelenmiş bir depresyon yaşanır.”
Çay bahçesi çocukları mı? Bebek arabasında olanlar bana kalırsa şanslı. Olan biten henüz onları sarsmıyor. Daha büyükler ise Selim İleri’nin öykülerindeki çocuklara benziyor. Özellikle Dostlukların Son Günü’ndeki Kemal’e. Annesinin eli elinde, komşu komşu gezerken yetişkinlerin mutsuzluklarına, ezgin hallerine tanık olan Kemal’e. Kim bilir belki onlar da tıpkı Kemal gibi bir duyarlık mıknatısı olacak. Yaşlarına uygun sıkıntılarla, duygularla boğuşacaklarına, üstlerine ailelerinin ve etraftaki herkesin mutsuzluklarını, huzursuzluklarını, asabiyetlerini, bunalımlarını çekecekler. Büyüdüklerinde, bu ağır yük ve hayatta olan her şey için ailelerini önce öfkeyle hatırlayacaklar, sonra suçlayacaklar onları... Ama en sonunda Kemal gibi şunları söyleyecekler belki de: “(...) annemi dünyanın kötülüklerinden sorumlu tutmakla nasıl yanılmışım! Annemi, babamı, bir dolu küçük, basit, önemsiz insanı... Gelişen, büyüyen kötülük nereden kaynaklanıyor? Neden gelip bana çarpıyor, sana çarpıyor, bir başkasına çarpıyor?”