YAZARLAR

Toplumsal muhalefet, şimdi değilse ne zaman?

Muhalif güçlerin durup beklemek yerine meseleleri görünür kılması, başka bir reçeteyle ekonomik refahın adil paylaşımının mümkün olduğunu anlatması, ayrıştırıcı politik söylemlere, günah keçisi ilan etmelere karşı bir arada yaşamanın ve kolektif mücadelenin yollarını, ortaklaşmayı hayata geçirmesi gerekiyor.

Temmuz ekonomide türlü türlü sihirbazlıklara tanık olduğumuz bir ay oluyor. Memurlara yapılan yüzde 17.55’lik maaş artışı ve 8077 liralık seyyanen zam iki ayrı numara içeriyor; seyyanen yapılan miktar bir sonraki zam artışına yansıtılmayacağı için hükümet yılın ikinci yarısında yapılacak zamda da kısıntıya gitmiş oluyor, ayrıca seyyanen verilen miktar 15 Temmuz’dan itibaren geçerli olduğu için bu ayki ödemelerin yarısı da kesilmiş oluyor. Emekli maaşlarına yapılan zamlar ise kök maaş üzerinden, yani ek ödemeler dikkate alınmadan yapıldığı için aslında hiçbir değişiklik olmuyor. Herhangi bir birikimi olmayan emeklinin bu maaşla yaşamaya çalışması sihirbazlık değil, düpedüz simya bilgisi gerektiriyor.

Memur ve emeklinin maaş artışı bir yana hükümetin asıl numarası bir gece ansızın gelen zamlarla oldu ve görünen o ki şov devam ediyor. 7 Temmuz’da Resmî Gazete'de yayımlanan karara göre; pasaport, vize, noter ve IMEI harç ücretlerine yüzde 50 oranında zam geldi. Türkiye’deki vergi yükünden kurtulmak için yurtdışından alınan cep telefonlarını kayıt altına almanın maliyeti 20.000 TL oldu. Aynı karara göre; yüzde 18 olan KDV oranı yüzde 20'ye, yüzde 8'e tabi olan mal ve hizmetlerin KDV oranı ise yüzde 10'a çıkarıldı. Akaryakıttan alınan ÖTV’ye bir kalemde litre başına beş TL zam yapıldı. Motorlu Taşıtlar Vergisi sadece 2023 yılı için geçerli olmak üzere iki katına çıkarıldı. Bütün bu zamların aynı zamanda işletmelere yapıldığı, yani üreticinin vergi yükünü, enerji maliyetlerini, çalışanların ücret maliyetlerini artıracağını düşünürsek piyasada genel olarak bir fiyat artışı yaratacağını da anlamış oluruz. Kılıçdaroğlu’nun seçim öncesi çıkışını vazife edinen hükümet en düşük memur maaşını seyyanen yaptığı zamla 22.000 TL seviyesine taşıdı taşımasına ama arkasından gelen zamlarla 22.000 TL’yi eritip bitirdi. Böyle bir ortamda enflasyonun düşmesini, piyasada istikrar sağlanmasını ve sonuç olarak daha iyi yaşayacağımızı beklemek saflık olur. Çalışanlar yaşam standartlarını koruyabilmek için –iyileştirmek de değil, yalnızca koruyabilmek- daha fazla çalışmak, işi olmayanlar ise hayatta kalabilmek için yakınlarının desteğine muhtaç olmak zorunda.

Bu ekonomik kısır döngüde henüz etkisini göstermeyen bir başka unsur ise 2024’ün Mart ayında yapılacak olan yerel seçimler. Hükümetin yerel seçimlere kadar ihtiyatlı davranacağını, seçmenleri ürkütmek istemeyeceğini düşünürsek ekonomide henüz tüm kozlarını oynamadığını, Türk usulü bir “şok terapisi”ni hayata geçirmediğini varsayabiliriz. Bu da bugünün yarından daha iyi olduğu, en azından kendimizi korumak ve her geçen gün daha da yoksullaşan kitlelerin sesini duyurmak için biraz daha zamanımız olduğu anlamına gelebilir. Ama kim, nasıl, ne zaman? Daha mahalle düzeyindeki delege seçimlerini şeffaf ve demokratik biçimde yapamayan, tabanını örgütlemekten aciz olan, milletvekilleri MTV artırımının oylamasına bile katılmayan CHP ile muhalefet yapılmayacağını anladık, peki ya bundan sonra?

TOPLUMSAL MUHALEFET NEREDE?

Parti siyaseti ekseniyle sınırlı düşünüldüğünde muhalefete dair büyük bir hayal kırıklığı söz konusu. Üstelik bu hayal kırıklığı seçimin kaybedilmesiyle sınırlı değil, daha çok seçim yenilgisi sonrasında başarısızlığı sahiplenme basiretinin gösterilmemesi, partide kimsenin sorumluluk almaması, her şeyin eski tas, eski hamam devam etmesiyle ilgili. Ana muhalefet partisiyle ya da muhalif blokla ilgili söylenecek çok şey olsa da kendi konumlarını muhafaza etme eğilimleri herhangi bir analitik çabayı anlamsız kılıyor. Artık bu defteri kapatıp muhalif güçleri parti siyasetinden, siyasi ailelerden, babadan oğula geçen siyasi kariyerlerden, popüler figürlerden ve tribünlere oynayan siyasi söylemlerden bağımsız, tabanla birlikte düşünmek gerek.

Geçtiğimiz hafta ABD’de yaklaşık 160.000 televizyon ve radyo yayıncısını ve oyuncusunu temsil eden sendika SAG-AFTRA grev kararı aldı. Bu grev mayıs ayında Amerikan film endüstrisinin merkezi Hollywood’daki yazarlar sendikası WGA tarafından başlatılan, yazarların çalışma koşullarını, senaryo yazımında yapay zekanın kullanımını ve sektördeki tıkanıklığı protesto ettiği grevin bir uzantısı. Her iki grevde de sektör çalışanları değişen koşullara, dijitalleşme ve yapay zekanın getirdiği risklere ve tüketicinin değişen taleplerine karşı sözleşmelerinin güncellenmesini, çalışma koşullarının ve taban ücretlerin iyileşmesini istiyor. Dünyanın en büyük film endüstrilerinden biri olan Hollywood’daki bu grevler, çarpan etkisiyle sektörün dünya çapındaki ekonomik performansını tehdit ediyor.

Fransa’da protestolar farklı gerekçelerle de olsa 2018 yılındaki Sarı Yelekliler hareketinden beri devam ediyor. Geçtiğimiz yıl emeklilik yaşının yükseltilmesi protestoların ana kaynağı olurken, bu yıl 17 yaşındaki göçmen asıllı Nahel Merzouk’un bir polis tarafından öldürülmesi sokakları yeniden protesto alanı haline getirdi. Yunanistan’da Mora Yarımadası açıklarında yaşanan ve seksenden fazla kişinin öldüğü göçmen faciası hem hükümete hem de AB ve ABD’ye karşı söylemlerin yer aldığı protestolara yol açtı. İsrail’de ise Netanyahu iktidarının hedeflediği yargı düzenlemesi ve hükümetin üzerindeki denetimin azaltılmasına karşı yapılan protestolar 161 üst düzey komutan ve subayın görevi bırakmasına kadar vardı. Bütün bu örnekler ister örgütlü sivil toplum yoluyla olsun ister kendiliğinden oluşumlarla, ister yapısal sorunlara tepki olsun ister anlık olaylara, toplumsal muhalefetin demokratik veya otoriter rejimlerde mutlaka bir biçimde kendini gösterdiğinin kanıtı.

Türkiye gibi demokratik hakların her geçen gün kısıtlandığı otoriter rejimlerde toplumsal muhalefet için parlamento ve parti siyaseti dışında bir alan bulmak oldukça zor. Sendikalar, sivil toplum kuruluşları, enformel olarak bir araya gelen sıradan vatandaşlar dahi yasal bir süreçle karşı karşıya kalma korkusunu taşıyor. Ancak geçmişte ve bugün, dünyada ve Türkiye’de otoriter rejimlerin baskısına direnenlerin kazanımları oldu. Burada üç önemli unsur, görünürlük, kitlesellik ve sürdürülebilirlik, yani uzun soluklu bir mobilizasyon önem taşıyor. Toplumsal muhalefet, talep konularının istikrarlı bir biçimde gündemde tutulması ve daha geniş kitlelere ulaştırılmasıyla mümkün. Yolsuzluk, yoksulluk, sosyal eşitsizlik gibi konuların gündemde kalıcı bir yer edinmesi, hak ihlallerinin takip edilmesi muhalefetin yaratacağı politik baskının en temel kaynağını oluşturuyor. Kolektif hafıza bireysel hafızadan farklı bir biçimde, farklı mekanizmaları kullanarak işliyor. Üstelik yirmi yıldan fazla süren bir iktidar söz konusu olduğunda, kolektif hafızayı istediği gibi manipüle edecek, yeni hikayeler, yeni tehditler, mağduriyetler yaratacak bir alana sahip oluyor. Dolayısıyla çatışmaya konu olan sorunların görünürlüğünü sağlamak için kullanılacak kanallar da daha geniş kitlelere, ama aynı zamanda daha farklı kitlelere ulaşılması açısından önem taşıyor. Burada sosyal medya ve internetin avantajları kadar dezavantajları olduğunu da hatırlamakta fayda var. Sorun sadece dijital iletişimin belli bir kitleye ulaşması değil, aynı zamanda bu kitlenin fazlasıyla bölünmüş olması, herkesin kendi kapalı devresinde iletişim ağını ve bilgi akışlarını yürütmesi. Üçüncü bir sorun ise dijital bilgi akışlarının hızına karşılık kalıcılığının sınırlı olması. Bu nedenle toplumsal muhalefetin gerçek anlamda örgütlenmesi ancak fiziksel alandaki sosyal karşılaşmalarla, nitelikli iletişimin tabana yayılmasıyla mümkün. Medya bunun bir aracı ama tek aracı değil. Gösteriler, toplantılar, mitingler, protesto, boykot ve farklı eylem türlerini etki kapasiteleriyle birlikte değerlendirmek gerek. Toplumsal muhalefetin mahalle düzeyini, bireysel karşılaşmaları ve kolektif eylemi yeniden keşfetmesi, canlandırması gerekiyor. Son olarak, toplumsal muhalefetin kalıcı bir dönüşüm yaratabilmesi, sorun çözümüne ortak olabilmesi için sürekliliğin sağlanması, formel bir örgütsel yapıya evrilmese bile kurumsallaşması önem taşıyor. Mücadeleyi kısa vadeli kazanımlar etrafında değil, uzun vadeli bir toplumsal dönüşüm ekseninde kurmak, kazanımların takipçisi olmak ve gündemi güncellemek, kimseyi geride bırakmamak gerekiyor. Başarılı ya da başarısız her bir mücadele bir öğrenme süreci olarak kendinden sonra gelecek mücadelelere alan açıyor.

Özetin özeti: Ekonomi kötüye gidiyor ve gitmeye de devam edecek. Yapılan maaş zamları beklentiyi karşılamadı. Takip eden vergi, harç artışları, bunların mal ve hizmetlere yansıması maaş zamlarını sıfırlamış oldu. Toplumsal muhalefet açısından en belirleyici koşulun, maddi varlığın, yaşam koşullarının çöküşü bu kadar keskinleşmişken muhalif kesimlerde bir sessizlikle karşı karşıyayız. Ancak bugün yaşananların 2024 yerel seçimlerinden sonra yaşanacakların bir ön izlemesi olduğunu düşünürsek, bu sessizliğin de ancak fırtına öncesi sessizlik olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu süreçte muhalif güçlerin durup beklemek yerine meseleleri görünür kılması, başka bir reçeteyle ekonomik refahın adil paylaşımının mümkün olduğunu anlatması, ayrıştırıcı politik söylemlere, günah keçisi ilan etmelere karşı bir arada yaşamanın ve kolektif mücadelenin yollarını, ortaklaşmayı hayata geçirmesi gerekiyor.


Aslıhan Aykaç Kimdir?

İzmir’de doğdu. Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. Yüksek lisans ve doktora derecelerini Binghamton Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden aldı. Burada yazdığı doktora tezi Yeni İşler, Yeni İşçiler adıyla 2009 yılında İletişim Yayınları’ndan Türkçe olarak yayımlandı. 2007 yılında Middle East Research Competition fonundan yararlanarak yürüttüğü araştırmanın sonuçları Toplum ve Bilim dergisinde “Karşılaştırmalı Bir Bakış Açısından Sosyal Güvenlik Reformunun Emek Piyasasına Etkisi” başlığıyla yayınlandı. 2014 yılında Fulbright Doktora Sonrası Araştırma Bursunu kazandı ve 2014-15 akademik yılını Rutgers Üniversitesi’nde araştırmacı olarak geçirdi. Bu araştırma 2017 yılında İngiltere’de Routledge yayınlarından Political Economy of Employment Relations: Alternative Theory and Practice adıyla İngilizce olarak yayımlandı. 2018 yılında Metis Yayınları’ndan çıkan Dayanışma Ekonomileri bu araştırmayı temel almaktadır. Makaleleri Toplum ve Bilim, New Perspectives on Turkey, Anatolia gibi dergilerde yayımlandı. Nazilli Basma Fabrikası üzerine yürüttüğü araştırması Devletin İşçisi Olmak: Nazilli Basma Fabrikası’nda İşçi Sınıfı Dinamikleri adıyla 2021 yılında İletişim Yayınları tarafından basıldı. Çalışma alanları arasında, siyaset sosyolojisi, çalışma ilişkileri, sosyal politika ve turizm sosyolojisi yer alıyor. Halen Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde çalışmalarını sürdürüyor.