Tottenham paradoksu ve Vanitas
Asilzade Başkan Alan Sugar futbol dünyasıyla cebelleşmekten bitap düşmüştü. Kulübü sattıktan sonra, “İtle yatan bitle kalkar. Dokuz yıldır her yerim kaşınıyor” diyecekti…
Londra’nın güzide ekibi Tottenham’ın derdine Antonio Conte de derman olamadı. Harry Kane ve arkadaşları şimdi yeni hocayı bekliyor. Kısacası Tottenham paradoksu sürüyor: 1) Bir kulüp oyuncu, hoca ve taraftar bulmakta bu kadar başarılıyken sahada nasıl bu kadar başarısız olabiliyor? 2) Sahada bu kadar başarısızken insanları hala nasıl kendine çekebiliyor? Kimsenin çözemediği bu muammayı izin verirseniz bir kez de ben çözemeyeyim…
BAŞARI GÖRECELİ BİR KAVRAM AMA BU KADAR DA DEĞİL
Türkiye’deki Üç Büyükler taraftarı harcanan paranın karşılığını sahada görmemeye alışkın. Ancak başarının ölçütü kupaysa, fiyat/performans oranı en kötü kulüpler listesinin tepesinde Tottenham var. Yüzyıllardır.
Dünyanın en yeni ve şık statlarından birine sahip, 1978’den beri en üst ligde mücadele eden, 15 yıldır ligi en kötü sekizinci bitiren, son 17 sezonun 16’sında Avrupa’ya gitmiş, Premier Lig popülerlik ve taraftarlık araştırmalarında altıncılıktan aşağı asla düşmeyen, Premier Lig döneminin toplam puan tablosunda beşinci sırada bulunan Tottenham’ın otuz yıldır iki Lig Kupası (bugünkü Carabao Cup; 1999, 2008) haricinde hiçbir şey kazanamamış olması oyunun en acayip sırlarından biri.
Rivayet muhtelif. Kimine göre son yıllardaki esas sebep Şampiyonlar Ligi’ne katılmaya odaklanmaları. Ancak Avrupa’da kupa kaldıran ilk Ada ekibi olan (1963 Kupa Galipleri Kupası) Spurs 1961’den ligi zirvede bitiremedi. Kıtadaki son zaferleri 1984 UEFA Kupası’ydı. Üstelik araya ikinci lig yılları ve II. Dünya Savaşı girse de 1921’deki FA Cup ile 1951’deki lig şampiyonluğu arasındaki otuz seneyi de boş geçmişlerdi. Peki neden?
DÜNYAYI YÖNETİP TOTTENHAM’DA TAKILAN YAHUDİ AİLELER
Tottenham’ı son otuz yılda iki kişi yönetti. İlki “Baron” unvanına sahip iş insanı Alan Sugar. 1991-2001 arasında başkanlık yapan Baron 2007’de kulüpteki hisselerinin tamamını elden çıkardı.
Alan Sugar yönetimindeki Tottenham 1992’de Premier Lig’in kurulması için bastıran beş kulüpten biriydi. “Şeker Başkan” on yıl boyunca Osvaldo Ardiles, Christian Gross, George Graham gibi birbirine pek benzemeyen hocalarla çalıştı. Öte yandan Gascoigne, Lineker, Klinsmann, Ginola, Sheringham, Campbell gibi parıltılı yıldızlara beyaz formayı giydirdi. Karşılığı mı? Lig Kupası. Bir tane.
“Satayım bari” diye düşündü. Futbol dünyasıyla cebelleşmekten ikrah getirmişti. Bir keresinde Alman yıldız Klinsmann hakkında, “Formasıyla arabamı bile silmem” dedi. Kulübü sattıktan sonra, “İtle yatan bitle kalkar. Dokuz yıldır her yerim kaşınıyor” diye yakınacaktı.
Kaşıntı sırası Şubat 2001’de ENIC yatırım şirketinin sahibi Joe Lewis ve ortağı Daniel Levy’ye geldi. Fiili başkan Levy oldu. Yeni dönemde de yıldızlar bulundu. Hatta bu kez Pochettino yönetiminde Şampiyonlar Ligi finaline kadar çıktılar. Sonuç? Lig Kupası. Yine bir tane.
Ama hala çokça taraftarları vardı. Kimileri süregelen cazibeyi “Yahudi lobisine” yordu. Tottenham’ın Yahudiler tarafından kurulduğu, Sugar ve Levy’nin de Yahudi ailelerden geldikleri doğru. Zaten kulüp İngiliz futbol kamuoyunda “Yids” olarak biliniyor. “Yiddiş” anlamındaki sözcük rakipler tarafından antisemitik tınılı bir hakaret, Tottenhamlılar tarafından şaka yollu benimsenmiş bir lakap olarak kullanılıyor. Gelgelelim bugün Tottenham taraftarı içinde Yahudilerin oranı yüzde 5 civarı. Yani Kuzey Londralı komşusu Arsenal’dan farklı değil.
Öte yandan antisemitizm soslu komplolar da paradoksu çözmüyor çünkü ilk cümle yine boşlukta kalıyor: Bunca adamı getirebilirken neden hala kazanamıyorlar? Kupa finaline veya lig ikinciliğine kadar getiren lobinin son anda eli ayağına mı dolaşıyor?
HOCA YAPAMIYOR, TOPÇULAR OYNAMIYOR
Performans için elbette sahaya bakmak lazım. Özellikle yirmi yıllık Levy döneminde kulüp üst düzey teknik direktör bulmakta zorlanmadı. Glenn Hoddle, Jacques Santini, Martin Jol, Juande Ramos, Harry Redknapp, André Villas-Boas, Mauricio Pochettino, José Mourinho ve Antonio Conte gibi oldukça iyi, bazıları dünya çapında isimlerle çalıştılar. Ama olmadı. Son on yılda kovulan hocalara yaklaşık 70 milyon dolar fesih bedeli ödendi.
Belki de Levy döneminin ilk hocası Hoddle’ın tespiti doğruydu. 3-0 kaybettikleri Fulham maçından sonra, “Beni en çok üzen galibiyet için uğraşmamış olmamız. Arabanın vitesi boştaydı; kimse 1’e takıp sürmedi” demişti.
Halbuki ehliyeti olan çok adam gelip geçmişti. David Ginola, Les Ferdinand, Edgar Davids, Dimitar Berbatov, Luka Modric ve Gareth Bale her gün her kulüpte rastlayıvereceğiniz topçular değil. Bugün “gazı kaçmış” görünen kadroda bile Premier Lig tarihinin en golcü futbolcusu Harry Kane, muhtemelen Asya tarihinin en büyük oyuncusu Heung-min Son ve Fransa kaptanı olarak 2018 Dünya Kupası’nı kaldırmış Hugo Lloris var.
Oyuncu konusuna farklı bakanlar da mevcut. Kimilerine göre başarısızlığın sebebi oyuncu bulamamak değil, mevcutları istikrar getirecek kadar uzun süre elde tutamamak. Ama Kane, Lloris, Son, Dier gibi yıllanmış isimlere bakınca bu da pek makul durmuyor.
'AUDERE EST FACERE' DEĞİL 'VANİTAS'
Muammayı çözemesek de yorumlayabiliriz. Sıkışınca eski ve kutsal sayılan dillere başvurup lafı dolandırarak konuyu çarpıtmak âdettendir. Biz de öyle yapalım.
Birçok İngiliz kulübü gibi Tottenham’ın da Latince bir sloganı var: Audere est facere, yani, Cesaret etmek başarmaktır. Ancak tarih öyle demiyor. İki lig şampiyonluğu, sekiz Federasyon Kupası, dört Lig Kupası, bir Kupa Galipleri Kupası ve bir UEFA Kupası kazanmak elbette kayda değer ancak 140 yıllık bir İngiliz devi için tatmin edici sayılmaz. Halbuki Levy’nin fazla kontrolcü ve bazen cimri olmakla suçlanmasına rağmen oyuncu ve hoca seçiminde cesur davranmayı sürdürüyorlar.
Bu yüzden Tottenham’a bakınca cesaret-başarı değil başka bir Latince tabir aklıma geliyor: Vanitas. Esas manası “kibir” olsa da zaman içinde “beyhudelik” anlamı ağır bastı ve bir sanat akımına ismini verdi. 17. yüzyıl Flaman ressamları aynı resme bir yandan çiçek, kılıç, müzik aleti, saat, sekstantı, yani dünyanın nimetlerini ve güzelliklerini, diğer yandan kurukafayı, yani ölümü sığdırarak hayatın beyhude olduğunu anlattı.
Tottenham kusursuz bir vanitas tablosu. Kadrolarında hep çiçekler (Ginola), kitaplar, (Modric), saatler (Klinsmann) oldu. Ama başarısızlık her zaman yanı başlarında durdu. O kurukafa bir türlü tablodan çıkarılamadı. Kimileri şanssızlığı sorumlu tutuyor. Ama bir buçuk asır, şanssızlık için sanki biraz fazla uzun bir süre.
TOTTENHAM’IN GÜZEL BATAKLIĞI
Tabii bu kadar çuvallayınca, hele de İngiltere gibi bir yerde, dile düşmek kaçınılmaz. Yıllar içindeki absürtlükler de bu imajı besledi. 1997’de göreve gelen İsviçreli teknik direktör Christian Gross imza törenine Londra metrosu biletiyle çıkmış, “Bunun beni hayallerime götüren bilet olmasını istiyorum” demişti. Bu cümleyi duyan Ada basınının ellerini ovuştururken çıkardığı sesin uzaydan duyulduğu söyleniyor. Gross’un ömrü bir yılı bulmadı.
Meşhur “Otobüsü park etme” olayındaki park yeri de Tottenham kalesiydi. Santini’nin ekibi hücum futbolundan vazgeçip Chelsea’ye karşı aşırı temkinli oynayınca Mourinho’nun meşhur tasvirine ve tahkirine maruz kalmıştı. Zengin ve eğlenceli kültürel mirasa bir halka daha eklenmiş oldu. Gerçi yıllar sonra Mourinho da Tottenham’a geldi ama oyuncuları “fazla naif ve iyi çocuklar” olmakla suçlayarak ayrıldı.
Şimdi başlarında emanetçi Stellini var ve hoca arıyorlar. İtalyan sportif direktör Fabio Paratici ise Juventus’ta çalıştığı günlerden kalma muhasebe yolsuzluklarından dolayı global men cezasıyla karşı karşıya. Yani fiilen sportif direktör de yok. Şaşırtıcı olmayan bir biçimde yeni başarısızlıklar için yine iddialı bir ismin, Julian Nagelsmann’ın adı geçiyor. Belki hiç hoca getirmeseler daha iyi olur. Belki de Tottenham’ın misyonu başarı yolundaki çabaların ve hayatın beyhudeliğini hepimize göstermektir. Yüzyıllardır…
Çünkü bu tuhaf camianın tuhaf tarihi futbolsuz karanlık çağlara kadar uzanıyor. Kulübün Hotspur (“sıcak/ateşli mahmuz”) soyadı, aynı lakaplı 15. yüzyıl şövalyesi Henry Percy’den geliyor. Rivayete göre Percy savaşta çok atılgan olduğu için böyle anılırmış. Gerçi bir tevatür daha var: Kendi savaşmıyorsa horoz dövüştüren Percy, hayvanlara mahmuz takarak rakibe daha fazla zarar vermelerini sağlıyormuş. Hatta kulübün logosundaki horoz da buradan hortlamış. Bundan daha güzel bir beyhudelik hikayesi duydunuz mu?
Dahası da var. Percy’nin Shakespeare oyunlarına kadar sızmasını sağlayan şöhreti cesaretinden gelse de bu cesaretin meyvesi tatlı değil. Şövalyemizin meşhur olma sebebi zaferleri değil, Kral V. Henry’ye kaybetmesi. Percy’nin yaşadığı Tottenham Bataklıklarında kurulmuş bedbaht kulübün aynı şekilde nam salması tesadüf mü? Tabii ki. Tottenham muammasının daha makul bir açıklaması var mı? En azından bende yok…