Travma odaklı değil; dayanışma odaklı ilişki ve birlikte deneyimleme

Yaşamın her an yeniden inşa edilmesi; dinamikliğiyle, çelişkileriyle ve yeni deneyimleriyle sade, sahici ve kendi ritminde olanaklar sunuyor, sözler kurduruyor.

Google Haberlere Abone ol

Sevgi Türkmen* - Nuray Türkmen **

Deprem bölgesinde çocuklarla çalışma yürüten dayanışma gönüllülerine...

6 Şubat 2023 tarihinde ve ardından yaşanan depremler, adeta felaket haline getirilen afetler coğrafyası Türkiye’de, yorgun ve acılı tarihe yeni bir yarık açtı. Deprem sonrası yaşanan kayıplar, sadece afet bölgesinde değil ülkede yaşayan insanların pek çoğunun halihazırda eksik olan güvende olma hissiyatını daha fazla zedeledi. Yıkıntının altında yok olan hayatlar, yıkıntının üstünde zihinsel ve bedensel bütünlüğünü kaybeden ve bölgenin, ülkenin tümünü kapsayan “depremzedeler” bıraktı ardında. Depremin meydana geldiği kentlerde temel yaşam ihtiyaçları devam ederken felaketin pek çok etkisi gibi psikolojik etkileri de tüm ülkede yaygınlaşarak devam ediyor.  

Toplumsal ya da bireysel olumsuz yaşantıların içinde didik didik “travma” semptomları arayan halihazırda bir psikoloji endüstrisi deprem öncesinde kurulu iken, kamu hizmetlerinin de kısa sürede afet bölgelerine ruh sağlığı çalışanları ile çıkartma yapma hamleleri, felaket haline getirilmiş depremin sonuçlarının tamamen psikolojikleştirilmesine zemin hazırlamıştır. Açıkça söylenmelidir ki; ruh sağlığı çalışanlarının bölgeye, ellerinde soruları hazır formlarla gitmesi, psikolojinin sınırları ve literatürü dahilinde bir iletişime geçme çabası hem psikoloji profesyonellerini zorlamakta, hem de bölgede bu denli ağır bir felaketi yaşayan vatandaşlar açısından işlevsiz ve incitici olmaktadır.

Yaşanan depremin psikolojik etkilerinin; psikoloji literatürü içinden parlayan salt travma ve travma sonrası stres bozukluğu kavramlarının çeperinde mi tartışılacağını veyahut yeni yöntem ve kavramlarla, dönüştürücü deneyim pratiklerinin üretebileceği olanakların farklı tartışmalar mı ortaya çıkaracağını yaşanan süreç bizlere gösterecek.

Bununla birlikte afet bölgelerine kendi olanaklarıyla giden, kendi elindeki neyse o kadarıyla bölgedeki insanlarla dayanışma içinde olmayı arzulayan, temel ihtiyaçlardan psikolojik ve sosyal yardıma kadar bir arada ve dayanışma içinde olmaya çalışan çeşitli örgütler, dernekler, kolektifler var. Bu yazı, deprem bölgelerinde çocuklarla psikososyal destek, toplumsal dayanışma amacıyla çalışmalar, atölyeler, etkinlikler örgütleyen kolektifler için birkaç fikir sunması, çalışmalarına az da olsa kolaylaştırıcı olması umuduyla yazıldı.

Daha pek çok olumsuz yaşantı gibi deprem de çoğu zaman çocuklarda, yetişkinin yaşadığına, hissettiğine benzer bir acı/hüzün yaratmaz, daha çok bir şaşkınlık ve durgunluk yaratır. Yetişkin, depremden sonra ilerleyen ilk saatlerde ne olduğunu anlamlandırmaya ve doğal olarak yakınlarını krizden nasıl çıkarabileceğine ilişkin düşünmeye başlar. Dolayısıyla daha aktiftir. Çocuk depremin bilgisine daha önce sahip olsa dahi yaşadıklarını hemen anlamlandıramayacak, bundan sonrası için neler olabileceğini düşünemeyecektir. Çünkü çocuk yaşamın başka bir yerde devam edebileceğini kolay kolay tahayyül edemez ya da yetişkin gibi zihinsel olarak geleceğe, sonraya yönelik planlama yapamaz. Dolayısıyla tek bildiği evi, odası, oyuncakları, arkadaşı, yan komşusu, okulunun yolu yoktur artık ve etrafı “yabancılarla” dolu başka bir yerde gözünü açmış gibidir. Yani çocuğun deprem sonrası hem anlam bütünlüğü hem de fiziksel bütünlüğü dağınıktır.

Bununla birlikte burada kastedilen; elbette çocuğun acı yaşamadığına, güçlü olduğuna, savunmasının yüksek olduğuna dair bir vurgu değildir kesinlikle. Vurgu, dağılan bütünlüğün yeniden ve birlikte sağlanmasına ilişkin kolaylaştırıcılar olarak neler yapılabilirliğinin düşünülmesine dairdir. Bir başka ifadeyle vurgu, esasen toplumsal psikolojiye ilişkindir ve toplumsal psikoloji ise sadece psikologlara bırakılamayacak kadar dinamik, etkin ve dönüştürücü bir ilişkinin eleştirel aklını, bütünselliğini ve kapsayıcılığı ifade eder.

Afet bölgesindeki çocuklarla bir arada olan sosyal çalışmacılar ve dayanışma gönüllüsü olup da sahada çocuklarla çalışma yürütmek isteyen herkes, çocuklarla ilişkilerini ne kadar kendi doğal ilişkilenme haline bırakırlarsa o kadar yakın ilişki kurabilirler. Zorlamadan, ısrarcı olmadan devam eden bir akış çocuğun kendini daha rahat hissetmesini sağlayacaktır.  Sade ve anlaşılır bir dil ve davranış örgüsü çocukların kaybettikleri bütünlük algısına yeni bir motif olacaktır.

Dil ve davranıştaki abartılar bir yapaylığı da beraberinde getireceğinden çocuklarla bir deneyim ve dayanışma ilişkisi kurmayı da zorlaştıracaktır. Faaliyet yürüten kolektifler olarak; çocuklarla iletişimde ne eğilerek ne yukarıda durarak; eşit, adil ve samimi bir ortak yaklaşımı oluşturmaya özen göstermek oldukça önemli. Olağan akışın içinde yaşanmayan ve diyaloğun karşısındakine sürekli mağdur olduğunu hatırlatan bir ilişki biçimi hem abartılı olacaktır hem de halihazırda “dışarıdan” gelen kişiyi, zaman geçse de çocuğa dışsal kılmaya devam edecektir.

Fazladan nezaket ve hassasiyet gösterme, bazen de çocuğa karşı mahcubiyet hissetme acıma ve merhamet duygusunu ortaya çıkaracaktır. Çocuk etrafta var olan ilginin ve hareketin, olması gereken dayanışma çabasından ve sorumluluğundan değil de salt kendi mağduriyetinden kaynaklandığını düşünecektir. Çocuktaki mağduriyet fikri ve hissiyatı; katılımı, güçlenmeyi, sosyalleşmeyi engelleyen bir ilişkidir. Bu nedenle sahada çocuklarla çalışma yapanlar olarak çocuklara kendi duygularımızı, abartılarımızı, çatışmalarımızı aktarmaktan imtina etmeliyiz. Burada vurgu, kesinlikle profesyonel olma zorunluluğuna yönelik değil; aksine profesyonel gibi davranmamaya ve doğal ilişki kurmaya yönelik bir vurgudur.

Elbette kimi zaman kendi öznel çatışmalarımız ve çelişkilerimiz devreye girebilir, ilişkiyi etkileyebilir. Ancak sosyal-toplumsal ilişkilerimizde nasıl ırkçı, cinsiyetçi, milliyetçi olmama, bu çerçevede söylem kurmamayı düstur edinmeliysek benzer şekilde çocuklarla kurduğumuz ilişkide de bu düsturun yanında doğal ve kendi ritminde ilişkiyi esas alabilmeli, kendi çatışma hallerimizle ilgili aktaran ya da yansıtan değil, farkındalık sahibi olabilmeliyiz.

Sahada etkinken, kişisel tarihimizdeki deneyimlerimizin duygulanımlarına belli mesafede olabilmeye çalışmalıyız. Depremin de etkisiyle olumsuz yaşantılarımızın hatırlanmasıyla ortaya çıkabilecek olası duygusal dağılmalar ve çocuklara bu duygulanımların aktarılması ya da yansıtılması, yine çocuklarla özdeşim ilişki neticesinde duygusal bağlanmalar bize de çocuklara da iyi gelmeyeceği gibi sürdürülen kolektif dayanışma ilişkisini ve deneyimini de zorlayacaktır. Burada kasıt, duygulardan ve duygulanımlardan kaçmak, bunları bastırmak değil; bilakis bunların aktarımının ve yansıtılmasının zedeleyici, güçsüzleştirici etkisidir. Bu nedenle çocuklarla iletişim esnasında; kendi geçmiş deneyimlerimizin tetiklediği duygulanımlara mesafeli olmak kadar her an kırılan, kırılgan bir “depremzede”, “mağdur”, “kurban” fikrini zihnimizden uzak tutmaya da özen gösterelim.

Deprem bölgesinde karşılaştığımız, gözlemlediğimiz, aynı ortamda olduğumuz, ortak deneyimler yaşadığımız ya da sadece bir şekilde temas ettiğimiz çocuklarda olası ve bazen de muhakkak bir sorun arayan yaklaşımdan uzak durmak oldukça önemli. Çocuğun davranışlarını, iletişimini, iletişimsizliğini, hareketini, hareketsizliğini tıbbi, ruhsal ya da patolojik açıdan değerlendirmelerle anlamaya çalışırsak; her hal, her sözcük, her sessizlik bir sorun olmaya başlar. Zihnimizdeki -varsa- kategorik tanı semptomlarından kurtularak, araya bir paravan koymadan tüm sahiciliği ve sadeliğiyle iletişimi devam ettirmek diyaloğu güçlü, deneyimi ise dinç ve dinamik tutar. Süreç içinde devam edebilecek, deneyime dayanan bir dayanışma ilişkisinin olanaklılığı da ancak böylesine dinamik, sade ve sahici bir diyaloğa ve deneyim anlarına bağlıdır. Oluşturacağımız bu deneyim ve dayanışma ilişkisi aynı zamanda çocuğun zihnindeki “yabancı” mefhumunu da dönüştürülebilecektir. Çocuk bu deneyim içinde, “yabancı” olma fikrinden çokluğu ve farklılıkları gören bir yere evrilen düşünme pratikleri edinebilecektir.

Sahada çocukların kültürel, sınıfsal, bedensel ve bireysel diğer farklılıklarını göz önünde bulundurmak da hem oldukça önemli hem de ilişkinin eşitler arasında ve toplumsal-politik yaşamdaki kimi hâkim sözleşmelere bağlı kalmadan sürdürülmesi açısından bir zorunluluktur. Bu çoğulluğun, farklılıkların ve eşitsizliklerin her daim zihnimizde asılı kalması, örneğin Kürt, Arap ya da Alevi bir çocukla veyahut engelli ya da otistik bir çocukla karşılaşma ve ortak deneyim yaşama esnasında bize bir ferahlık katabilir ve aynı zamanda bu çoğulluktan beslenmemizin önünü açabilir.

YAPILAN ETKİNLİKLER VE ATÖLYE ÇALIŞMALARI

Çocuğun deprem sonrası kendisini en güvenli hissedeceği alan yine deprem bölgesinde, kendi evine, yaşam alanına en yakın ve en güvenli gördüğü alandır. Tanıdıklarıyla birlikte olmak, mahallesinin içinde olmak, mahalledeki arkadaşlarıyla yan yana olmak kaybolan bütünlüğün yeniden yapılanması için destekleyicidir. Etrafında olan “yabancı” kalabalığın yaratacağı olumsuz etkiye karşın, kalan ilişkilerinin yakınlığı ve dayanışması çocuk açısından en güvenli sığınaktır. Bundan dolayı, çocuk oyun/deneyim/sosyalleşme alanlarının da çadır kentlerin içinde, çocukların yaşam alanlarının yakınlarında inşa edilmesi çocuğun bu sürece psikolojik açıdan daha az kayıpla devam etmesini sağlayacaktır.

Bölgedeki çocukların kayıplarını ve ihtiyaçlarını yerinde ve doğru tespit etmek, etkinlik ve uğraşların bir kısmını bu ihtiyaçlara göre organize etmek yine sahada çocuklarla çalışmanın oldukça önemli bir boyutudur. Örneğin depremden sonra öğrenci kimliğini geçici olarak kaybeden çocuklar açısından yürütülecek eğitsel etkinlikler ve atölyeler bu kaybı bir nebze azaltabilecektir. Depremden sonra tüm etkinliklerin ve uğraşların çocukların gündelik hayatlarında tamamen durmasını engellemede ve onları ruhsal olarak güçlendirmede ise sanat, edebiyat, felsefe atölyeleri daha işlevsel olabilecek, çocuklar için yeni yaratıcı yollar ve olanaklar sunabilecektir.

Faaliyetlere katılımın gönüllü olması gerekliliğin bilinmesi ve kabul edilmesi elzemdir. Katılmak istemeyen çocukları katılım için zorlamaktan kaçınalım. Çocuk esasında faaliyetin bir kenarında oturup izlerken de faaliyet içindedir. Çocuğun faaliyet alanındaki sessizliğini ve hareketsizliğini kendi rızası olmadan bozmamaya özen gösterelim. Bir süre sonra çocuğun, kendiliğinden faaliyetin içinde olma ihtimali her zaman vardır.

Sahada çocuklarla yürüteceğimiz çalışmalar bağlamında bir diğer önemli husus, etkinlik programlarının yapılandırılmasıdır. Etkinlik programı yaparken etkinlikler konusunda öncesinde daha çok taslak düzeyinde çalışmak, etkinlikleri tam yapılandırmadan, etkinlik grubunun kendi dinamiğinin de etkinliğe yön verme gücünü destekleyen ucu açık etkinlikler planlamak çocuk çalışmalarında daha yaratıcı sonuçlar ortaya çıkarabilmektedir. Etkinlikleri; bilgi verme, öğrenme, yürütücülerin zihnindekileri didaktik aktarımı gibi amaçlara aracı olarak düşünmemek, aksine hem yürütücüler hem çocuklar açısından değişebilir, dinamik deneyim pratikleri olarak görmek gerekir. Bu yaklaşım, yürütülecek kolektif faaliyetlere keskin sınırlar, köşeler çizmemiş olur ve arzulanan doğal, kendiliğinden gelişecek ilişkiyi kolaylaştırır. Bu yaklaşımla yapılan etkinlikler, çocukları zihinsel ve bedensel olarak güçlendirme ve özgürleştirme potansiyelini daha fazla açığa çıkarabilir.

Sahada çocuklarla çalışanlar ve faaliyet yürütenler olarak gereğinden çok hareketten ve faaliyet içi geçişlerin hızlı olmasından sakınalım. Kaldı ki depremi yaşamış ve hayatında ani bir geçişle kayıp vermiş çocuklar için hız ve ani geçişler çoğunlukla kaygı yaratabilir. Hızlı olma veya koşturma hali, etkinlik alanında ve çocukların zihninde bir karmaşa yaratacağı gibi planlanmış olanı gerçekleştirmekten öte anlamı olmayacaktır. Çocukların her zaman çok hareketi ve oyunu sevdiğine ilişkin yerleşik kanının aksine çocukların ihtiyaçlarını esas almak oldukça önemlidir. Bununla birlikte; kısa cümlelerle ve detaylandırmadan, sade bir dil ile kuracağımız sözel iletişim, faaliyetlerin anlaşılmasını ve yürütülmesini kolaylaştıracaktır.

Çocuklar faaliyet içindeyken “sen güçlü bir çocuksun, sen yaparsın, başarırsın” gibi niyet açısından motivasyon yaratma hedefli söylemlerden uzak durmaya çalışalım. Çocukta yabancılaştırıcı bir etkisi olan bu söylemlerin “faaliyete başla, bitir ve kazan” gibi yine yerleşik kanıya dayanan bir sıralamayı aşamayan, çocuktaki özgün yaratımı sınırlayan etkileri de olduğunu vurgulamak gerekir.

En güçlü ve sağlıklı dayanışma ilişkisi, deprem bölgesinde çocukların birbiriyle etkileşiminden çıkan dayanışma pratikleridir. Atölyeleri ve diğer faaliyetleri çocukların birbirinin haklarını, çoğulluğu ve farklılıklarını gözeteceği, birbirini destekleyeceği, birlikte çabalayacağı, birbirine el uzatacağı içeriklerde örgütlemek bu çalışmaların etkili ve sürekli olmasını sağlayacaktır. Çocuklarla deprem bölgesinde çalışma yürütenlerin, planladıkları programın ve sürenin bitmesine yakın bir zamanda, çocuklarla bir değerlendirme çemberi oluşturmaları, deprem bölgesinden gidileceği bilgisini çocuklarla paylaşmaları, çocuğun hayatına birden girip aniden çıkmış olmanın çocukta yaratacağı tahribatı engellemesi açısından oldukça önemlidir. 

Elbette ne yazsak eksik kalacak. Çünkü yaşamın her an yeniden inşa edilmesi; dinamikliğiyle, çelişkileriyle ve yeni deneyimleriyle sade, sahici ve kendi ritminde olanaklar sunuyor, sözler kurduruyor. Yine de şimdilik gecesiyle gündüzünü birbirine katanların, emeğin en sahici ellerine ve zihinlerine küçük bir el feneri olması umuduyla…

*Psikolog - **Eğitim Bilimci/Ankara Dayanışma Akademisi