Travmalarla varlığın meşrulaştırılması: ‘Makul Mültecilik’
Mülteciler "Meşruiyet mücadelesi" diyebileceğimiz varoluşlarının belirli koşullarda meşru görüleceği algısıyla maruz bırakıldıkları travmaları ispat aracı olarak kullanma refleksini geliştirebiliyor.
Son dönemlerde psikoloji alanında karşımıza en sık çıkan kavramlardan biri travma. Sadece seans odalarında değil, izlediğimiz dizi ve filmlerde, sosyal medyada, gündelik konuşmalarımızda da sıklıkla travma temalı içeriklere veya görsellere denk geliyoruz. Travmayı, bazı ani ve beklenmedik olaylar karşısında kişinin güvende olma algısını tehdit eden, korku, utanç, suçluluk, çaresizlik gibi zorlayıcı duyguların oluşmasına sebep olan bir stres tepkisi olarak tanımlayabiliriz. Travmayı gündelik stres tepkilerinden ayıran en önemli kısım, kişiyi baş etme mekanizmalarını kullanamaz hale getirmesidir. Travmatik olayın ardından kişi “Ben şimdi ne yapacağım?”, “Bu olanlarla nasıl başa çıkacağım?” sorgulamalarının eşlik ettiği psikolojik zorluklar yaşayabilir; herkes bu süreci farklı şekillerde deneyimleyebilir.
Travma, yalnızca bireysel etkileri olan bir stres faktörü gibi düşünülse de savaş, göç, insan hakkı ihlalleri gibi bazı toplumsal olayların yarattığı travmalar da söz konusu. Üstelik böyle durumlarda, kişilerin travmayla baş etme süreçlerinde haklara ve hizmetlere erişimi daha da önem kazanır. Örneğin, travmatik olayın ardından bulunduğumuz bölgede temel ihtiyaçlarımızın karşılanması, destekleyici ve dayanışmacı bir sosyal çevre, ihtiyaç halinde başvurabileceğimiz psikolojik destek mekanizmalarının varlığı, travma ile daha sağlıklı şekilde baş etmemizi sağlar. Psikoloji alanındaki birçok çalışma, sosyal destek sistemlerinin varlığı ile travma sonrası iyileşme arasında yakın bir ilişkiye işaret ediyor. Fakat bunun tam tersi de mümkün. Yani, travma yaşayan kişinin sosyal destek ağlarından yoksun olması, toplumsal çatışmaların öznesi haline gelmesi veya hedef gösterilmesi, insan hakkı ihlalleri gibi durumlar kişilerin geçmiş travmalarının tetiklenmesine veya travmanın tekrarlanmasına yol açabiliyor.
Doğal veya insan eliyle meydana gelen afetlerden etkilenen kişilerin hak ve hizmetlere erişmeleri için çalışan bir insani yardım derneği olarak, savaş, göç ya da doğal afet kaynaklı travmalar yaşamış kişilere psikolojik destek sunuyoruz. Kişinin varoluşunu ve güvenliğini tehdit eden travmatik olayların ardından sağlanan psikososyal destek hizmetlerinde en önemli amaçlarımızdan biri, güven duygusunun yeniden kazanımı. Bizler danışmanlık süreçlerinde; kişilerin maruz bırakıldıkları travmatik olayın ardından ortaya çıkan zorlayıcı duygu, düşünce ve davranışlarla daha kolay baş etmeleri için çeşitli yöntem ve teknikler kullanıyoruz. Seans odalarımız laboratuvar ortamı olmadığı için de toplumsal gündemlerden nasibimizi alıyoruz. Bazı dönemlerde meydana gelen, belirli kişi veya grupların doğrudan hedef gösterildikleri olaylar, seans odalarına da sıçrayabiliyor ve kişilerin travma ile baş etme süreçlerini güçleştirebiliyor.
Haziran ayında Kayseri’de meydana gelen ve sonrasında tüm ülkede etkilerini gözlemlediğimiz olaylar ve mülteci karşıtı söylemler, seans odalarımızı da es geçmedi. Bireysel psikolojik destek süreçlerinde, danışanlarımızda korku ve kaygının arttığını gözlemliyoruz. Ayrıca psikolojik destek dışında bize gelen danışanlarımızda da geçmiş savaş ve göç travmalarına ilişkin söylemlerindeki artışa tanık oluyoruz. Öyle ki bazı danışanlar bu ülkede yaşama nedenlerini geçmiş travmalarını hatırlayarak ve anlatarak ispatlamaya çalışıyor. Danışanlarımızdan biri, Suriye’den göç hikayesini anlattıktan sonra ülkesine neden dönemeyeceğini şöyle vurguluyor:
“Tek çaremiz Türkiye'ye göç etmekti. Buraya hala alışmaya çalışıyoruz ama markette, sokakta, hastanede, okullarda sürekli ayrımcılığa ve kötü sözlere maruz kalıyoruz. Biz ülkemizi bırakmamak için çok uğraştık ama çocuklarımı düşünmek zorundayım. Suriye'de şu an yaşam o kadar kötü ki... Elektrik, su, yiyecek, okul, hastane yok. Güvenli değil. Hapishaneye atılan bazı akrabalarım var, yıllardır haber alamıyoruz. Düşünsenize her gün ayrımcılığa uğramak bile oradaki hayattan daha iyi."
Danışanlarımızın, daha önce seans odalarında dahi açığa çıkarmadıkları travmatik deneyimleri aktararak mülteci kimliklerini meşrulaştırmayı, deyim yerindeyse ’makul mülteci’ olmaya çalıştıklarını gözlemliyoruz. Çünkü birçok danışanımız, güvenli bir bölgede yaşayabilmenin koşulunun travmatik bir geçmişe sahip olmak olduğunu düşünüyor. Bir başka deyişle, travmatik deneyimleriniz, güvenli koşullarda yaşayabilmeniz için sizi makul kılıyor. Bir danışanımız bu durumu şöyle aktarıyor:
"Arada aklıma Suriye'de ölülerin arasından yürüyerek geçtiğimiz geliyor. Şimdi (Kayseri olaylarından sonra) o anıları daha sık hatırlamaya başladım. Bazen o kan kokusu bile burnuma geliyor. Ya tekrar gidersek? Biz Suriyeliler hiçbir zaman huzur bulamayacak mıyız?"
Travmatik deneyim üzerinden kabul edilme arzusu, travmalar yoluyla tanınma ve onaylanma arayışı bir tür baş etme mekanizması işlevi de görebiliyor. "Meşruiyet mücadelesi" de diyebileceğimiz bu durumla mültecilerde, azınlık gruplarda ve toplum tarafından ötekileştirilmiş topluluk üyelerinde daha sık karşılaşıyoruz. Travmayla tanımlanan bir kimliğe ihtiyaç duyan bu kişiler, toplumda yer alma haklarını sürekli olarak savunma ve kanıtlama zorunluluğunda hissedebiliyor; varoluşlarının belirli koşullarda meşru görüleceği algısıyla maruz bırakıldıkları travmaları ispat aracı olarak kullanma refleksini geliştirebiliyorlar. Bu refleks ise kişilerin travmalarının tetiklenmesine ve tekrarlanmasına neden olabiliyor. Türkiye’ye ilk geldiği dönemde her duyduğu uçak sesinin, Suriye’deki savaş uçaklarını hatırlattığını söyleyen danışan, sonraları buna alıştığını; fakat Kayseri olaylarından sonra bu korkunun geri geldiğini anlatıyor:
“Bütün o korkum birden geri geldi. En ufak sesten korkmaya başladım. Ya bana veya sevdiklerime bir şey olursa diye düşünmekten uyuyamıyorum. Ya Suriye’deki hayata geri gönderilirsek?"
Varlığını belirli koşullara bağlı hisseden kişinin, değersizlik hisleriyle benlik algısı da olumsuz etkilenebiliyor. ‘Makul mülteci’ olması beklenen kişi, sürekli dışarıdan onay arayışında olabiliyor. Tüm bu süreç, kişinin duygusal olarak yıpranmasına ve zamanla varlığının haklılığına olan inancını yitirmesine neden olabiliyor. Bir danışan şöyle diyor:
“Korkmak ve yarın ne olacak diye düşünmek beni çok yoruyor, Suriye’de yeterince korktuk ama bugün burada da korkuyorum. Savaş döneminde gece uyuyamıyordum şimdi de aynı şeyleri hissediyorum.”
İnsani yardım alanında çalışan ruh sağlığı uzmanları olarak, toplumsal olayların ardından kişilerin yaşadıkları travma ile varlıklarını meşru kılma mücadelelerine sıklıkla ve yakından tanıklık ediyoruz. Kişilerin varoluşlarının koşulsuz kabul edilmesi ve temel insan haklarının herkes tarafından tanınması için çalışmalarımıza devam ediyoruz. Çünkü biliyoruz ki insan onuruna yakışır bir hayat sürdürmek herkesin hakkı.
*Remziye Yeşilyaprak, Hayata Destek Derneği Ruh Sağlığı ve Psikososyal Destek (MHPSS) Program Takım Lideri olarak görev almaktadır. Dernek, Türkiye'nin farklı bölgelerinde, doğal ya da insan eliyle meydana gelmiş afetten etkilenmiş topluluklara yönelik insani yardım faaliyetleri yürütmektedir.
**Yazıda yer alan danışan görüşleri, Hayata Destek Derneği psikologları Ece Yeşilırmak ve Erdal Yıldırım’ın görüşmelerinden anonim olarak aktarılmıştır.