YAZARLAR

TRT’nin Güzel Türkçe büstleri

O güne kadar nutuklar, darbelerdeki tehditkâr duyurular, sıkıyönetim bildirileri ve dahası futbol maçları bile, salt ve saltık sesti. Sonra işte, haberler başladı. “Şimdi haberler”. Televizyon haberleri. Devletin sesi televizyonla çehreler, bedenler ediniyor, artık ölüp gitmiyor, mesai bitiminde evine gidiyordu. Ses artık hiçbir yerde değilken de saatler boyu, onların seslerinin çehresini hatırlıyorduk. Güzel Türkçe’nin gözünü elindeki kâğıttan alıp bize dikmesindeki o ciddiyeti...

Ajansın yerine Haberler geçince evlerimiz de devlet konukevi olmuştu. Devlet, evlerimize sık sık adeta kanlı canlı konuk oluyordu. Çok kibardı. Güzel konuşuyordu. Ama aba altından sopa da gösteriyordu.

O güne kadar bayram törenlerindeki nutuklar, darbelerdeki tehditkâr duyurular, sıkıyönetim bildirileri ve dahası futbol maçları bile, salt ve saltık sesti. Duyulur, sonra susardı. Hiçbir tanışıklığa yer açmayan o ses sustuğunda, yani artık hiçbir yerde olmadığında, az önce duyduklarımızın etkisiyle biraz değişmiş olan bir gündelik hayata geri dönülür, olumsuz ya da olumlu bütün değişikliklere hızla alışılırdı.

O güne kadar her gün birkaç kez ajans açılırdı hanelerde. “Ajansı aç” denilirdi. “Öğle ajansını”, “akşam ajansını”. Sırf mide boş kalmasın diye yenilen öğünler, âdet yerini bulsun, yasak savılsın diye yapılan ayinler, kılınan namazlar gibi açılırdı ajans. Ajans salt sesti ve açıldıktan sonra da gündelik hayatın hay huyu devam eder, sokağın o pek kulak verilmeyen, alışkanlıktan handiyse duyulmaz olmuş gündelik gürültüsü, koca bir dünyanın kakofonisi, devletimizin rabarbası olarak o da ev halkının kapalı devre ve öncelikli iletişimine parazit olur, parazit yapardı. Ajansın bittiği hava raporunun dikkatleri çekmesiyle fark edilir, kulak verilmemiş olsa da ajansın sonuna kadar açık tutulmuş olması, sivillere yurttaşlıklarını hissettirirdi. Ses, artık hiçbir yerde değildir ama bir saygı duruşundan sonraki o gevşeklik hanelerde kalır bir süre daha.

Sonra işte, haberler başladı. “Şimdi haberler”. Televizyon haberleri.
Erkan Oyal, Jülide Gülizar, Zafer Cilasun, Aytaç Kardüz ve nihayet Mesut Mertcan ile tanışma vakti.

Devletin sesi televizyonla çehreler, bedenler ediniyor, artık ölüp gitmiyor, mesai bitiminde evine gidiyordu. Hatta mesainin bitmesini de beklemiyor, haberler biter de görüntü değişir değişmez bizim pek de ilgilenmediğimiz, hiç ilgilenmediğimiz başka şeylerle uğraşıyordu. Sık sık gözlerini ellerinde tuttukları kâğıt tomarından kaldırıp bize baktıklarında dalgınlık cürmümeşhutuna uğramamak, devlet sesini dinlemezken suçüstü yakalanmamak için gözümüzü ayırmıyorduk sesten. Artık haberler boyunca gözümüz sesteydi. Güzel Türkçemiz, haneiçi iletişime müdahil olan, olabilen bir otorite kazanıyordu Erkan Oyal, Jülide Gülizar, Zafer Cilasun, Aytaç Kardüz ve nihayet Mesut Mertcan ile. Ses artık hiçbir yerde değilken de saatler boyu, onların seslerinin çehresini hatırlıyorduk. Güzel Türkçe’nin gözünü elindeki kâğıttan alıp bize dikmesindeki o ciddiyeti…

Üstte: Erkan Oyal, Aytaç Kardüz, Altta: Jülide Gülizar, Mesut Mertcan

Peter Szendy, Üstdinleme: Casusluğun Estetik Tarihi adlı kitabında sesin ölümlülüğüne dair şöyle diyor: “Ses fenomen olarak ölümlüdür, ölmesi gerekir, bittiği anda yok olur, artık ‘yok’tur. Sesin doğası ya da doğanın sesi, ölüme dairliği beraberinde taşır, olumlar; sesin bedeni kendi rezonansının sonluluğunu fiziksel bir gerçeklik olarak kendisiyle birlikte iletir. Duyduğumuz her sesin küçük bir ölüm eylemi olduğu bilgisi, insanın varoluşa -ve yok oluşa- dair önemli anahtarlarından biridir.”

Ben tam da ajansın anonim rabarbasından haberlerin kimlik ve kişilik kazanmış ses otoritesine geçilen, Güzel Türkçe’nin canlı büstlerinin bize gözünü dikmeye başladığı dönemde büyüdüm.

Hepsiyle ayrı ayrı ilgilendim 1970’lerin TRT televizyonu spikerlerinin. Özelliklerine, nüanslarına dikkat ettim. Devletin Güzel Türkçe konuştuğuna inandım onlarla, onlar yüzünden. Bizim duymadığımız zamanlarda da o Güzel Türkçesi, o kibar ciddiyeti ile bir yerlerde bir şeyler konuştuğuna devletin.

Yıllar sonra kısa bir süre Show TV haber merkezinde çalışırken, araya haberin veteresi girip de ses stüdyodan alındığında, spikerlerin stüdyodaki çalışanlara nasıl da bağırıp çağırdıklarını, onları nasıl kaba bir dille azarladıklarını gördüğümde bu tuhaf gelmişti. Hiç de kibar değillerdi. Türkçeleri de zaten haber sunarken bile TRT televizyonunun o 70’lerdeki spikerlerini mumla aratırdı. Güzel Türkçe artık televizyona çıkmıyordu. Reytingi yoktu 1990’larda.

Babam, 1972 Münih Olimpiyatları’na birkaç hafta kala İstiklal Caddesi’nde, Fitaş sinemasının yanındaki Üçgen mağazasından bir Grundig 61 ekran ve bir de regülatör (gençler sorsun bunun ne olduğunu birilerine) kapıp eve getirdiği günün akşamı televizyon yayını yoktu. Yine de karşısına geçip karanlık parlak ekrandaki kendi yansımalarımıza bakıp durmuştuk abimle. Ertesi akşam yayın başlamadan da heyecan içinde açmış, gece yarısı kapanışta ise İstiklal Marşı okunurken ayağa kalkıp esas duruşa geçmiştik.

O ilk akşam haberleri kim okumuştu. Hatırlamıyorum.

Erkan Oyal

Erkan Oyal’dan başlayayım. 1945 doğumlu Oyal’ın Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1967 yılında mezun olduğunu ve TRT televizyonundaki spikerlik öncesinde akademik dereceler aldığını ve sonrasında da uzun bir akademi ve özel televizyon kariyeri olduğunu belirteyim bir kere. Ama bizim Erkan Oyal’ımız 1970’ler TRT televizyonundaki Erkan Oyal’dır.

Erkan Oyal, siyah beyaz yayındaki o bir dizi, bir takım Güzel Türkçe büstünün en beyazıydı. Adeta kireçtendi. En azından yüzü kireç gibiydi. En romantiği oydu. Bir hastalık süzgünlüğü vardı yüzünde.

 Zafer Cilasun’un koyu, kalın çerçeveli, yine kalın camlı gözlüğünün daha da kararttığı, bronz olduğunu varsaydığım yüzü ve metalik baritonu, Jülide Gülizar’ın öğretmenimsi mimikleri, makyajsız çehresi, melodramatik prozodisi ve Aytaç Kardüz’ün siyah beyaz ekrandan bile frapanlığı fark edilen giyimi, koyu ve parlak ruju ve ojesinin ve coşkusu zor bastırılmış genç ve dominant sesinin yanında adeta bir Goethe müntehiri gibi görünürdü Erkan Oyal, hüzün katardı haberlere, Güzel Türkçesine.

Davudi Mesut Mertcan’ın ise bir gelip pir gelmesine daha vardı.

Diğer taraftan hiç de ölecek gibi durmayan, Türkiye’nin ilk televizyon spikeri olan Zafer Cilasun’un ise ani ölümüne sadece dört yıl.

1939'da Mardin'de doğan Cilasun, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi'ni bitirdikten sonra 1963 yılında sınavla TRT'ye girmiş, Ankara Radyosu'nda haber spikeri olarak çalışmaya başlamıştı. Ankara Televizyonu'nun kuruluş aşamasında başspikerliğe getirildi. TRT'nin ilk yayınını yaptığı 31 Ocak 1968'de saatler 20.00'yi gösterdiği sırada on dakikalık haberleri sunarak, ilk Türk televizyon haber spikeri olarak tarihe geçti. Gündüzleri Devlet Üretme Çiftliği'nde ziraat mühendisi olarak çalışıp, akşamları da haber okuyordu.

Zafer Cilasun - Erkan Oyal 

Onun o kadar içtiğini bilmezdik. O kadar merak edilmezdi zaten o zamanlar insanların özel hayatlarında ne yaptığı. İçiyormuş. Öyle dediler. 1976 yılında, henüz 37 yaşındayken, aşırı alkol tüketiminin neden olduğu söylenen ani bir karaciğer şoku sonucu öldü Zafer Cilasun.

Açıkçası yakın çevremizdeki yetişkin erkeklerin Aytaç Kardüz’e ilişkin kösnül bazı hayalleri olduğunun farkındaydık. Ders yılı başında sınıfa giren genç ve güzel öğretmene duyulan yeniyetme hayranlığına benzetirdik babalarımızın “peh peh, hoş kadın” deyişlerini o ekrana çıktığında. Olur, normaldir. Gazetelerde de kimi imalar olur, Güzel Türkçe’nin hoş ve renkli bu büstü böyle bir ilgi uyandırırdı toplumda, ciddiyetine halel getirmese de. Yine de patriarka, “yapılan araştırmalara göre erkek spikerler ekranda daha inandırıcı ve güvenilir görünüyormuş” gibi palavralar atardı gazete sütunlarında fırsat bu fırsat.

Aytaç Kardüz

Aytaç Kardüz, şimdi yalnız, Urla’da, Darüşafaka Yaşlı Bakımevi’nde kiraladığı bir odada yaşıyor. Hâlâ güzel bir kadın, hâlâ o güzel kadın.

Ne tuhaf, o dönemler tek bir televizyon kanalı vardı ve bu da devletin resmi kurumuydu ama spikerleri, muhabirleri bugün hâlâ mantar gibi biten özel televizyon kanallarınınkinden çok daha güvenilirdi, daha doğrusu güvenilirdi.

Ama bir yandan da TRT televizyonu spikerleri hem şahıs olarak hem de konuştukları Güzel Türkçe üzerinden devletle öyle özdeş görülürdü ki, Zafer Cilasun, kardeşi hekim Uğur Cilasun’un 12 Mart 1971 darbesi sırasında tutuklanması haberini gözünü kırpmadan (kırpsa o kalın camların ardından fark eder miydik ki?)  Güzel Türkçesi ile okuduğunda büyük övgü toplamıştı.

Ülkede sol toplumsal muhalefetin hızla yükselmeye, örgütlülüğünü genişletmeye devam ettiği 1978’e gelindiğinde ilk Erkan Oyal şaşırttı Türkiye televizyon seyircisini. Devletin sesinin çehrelerinden biri kabul edilen, Güzel Türkçe’nin romantik büstü Erkan Oyal, TRT-DER Genel Başkanı olmuştu ve 13 Mayıs’ta kanlı canlı şöyle diyordu: “Hedefimiz grevli-toplu sözleşmeli sendikal hak”. Aynı Oyal, 12 Eylül 1980 darbesine 1 ay 3 gün kala, Demirel’in başbakanlığında, MHP ve MSP’nin dışarıdan desteklediği ‘kerhen milliyetçi cephe hükümeti’nin kadrolaşmasına dair ise şöyle konuşacaktı: “Reorganizasyon adı altında yapılan, TRT’nin ve yayın politikasının faşistleştirilmesi operasyonudur.”

12 Eylül 1980 sabahı darbe bildirisini okuyan (o saatte televizyon yayını olmadığı için radyodan) davudi sesli Mesut Mertcan oldu. İlginçtir, Mertcan, o dönem Uluslararası Af Örgütü Denetim Kurulu üyesi olduğunu açıklıyor yıllar sonra. Demek ki o zamanlar fişleme sistemi pek de iyi işlemiyormuş ülkede. Kendisinin darbeciler tarafından neden tercih edildiğini, 12 Eylül cunta şeflerinin 32 yıl sonra yargı önüne çıktığı gün, bir televizyon programında “halkın tanıdığı, sevdiği ve halkı paniğe sürüklemeyecek bir ses olduğu için” diye açıklayan (“övünmek gibi olmamasını” da özellikle vurgulayan) Mesut Mertcan, askeri darbe ile bu denli özdeşleşmesine rağmen 1987 yılı genel seçiminde Halkçı Parti’den aday olacak ama kazanamayacaktı.

Mesut Mertcan

Erkan Oyal ve Jülide Gülizar ise 12 Eylül askeri darbesi sonrasında, 1982 yılında açılıp 1991 yılına kadar devam eden Barış Derneği davası kapsamında yargılandılar. Jülide Gülizar, dava görüşülürken mahkeme heyetine “Barış istemek suç olamaz” diye diklenecekti. Tanıdık geldi mi bu cümle, bu karşı çıkış?

Kadın sesinin ekranda ikna edici olmadığına kanaat getirilmiş olduğu bir dönemde, acaba ellerinde sadece Mesut Mertcan kaldığı için midir nedir, iktidardakiler 1984 yılında Mesut Mertcan’ı bir kere daha kullandılar. İstanbul’da Metris ve Sağmalcılar cezaevlerinde ölüm oruçları sürerken TBMM için bir belgesel çekmek üzere direnişteki tutuklu ve mahkûmlarla görüşmeye gelen TRT ekibinin sunucusu, sesi yine Mesut Mertcan’dı.

2012 yılında darbecilerin yargı önüne çıktığı gün katıldığı televizyon programında kendisinin darbe ile bu denli özdeşleşmiş olmasından duyduğu üzüntüyü hissettiren Mesut Mertcan, 2017’de öldü. Hayatının son yıllarını o da huzurevinde geçirmişti.

12 Eylül 1980 darbesi, TRT televizyonunun 1970’li yıllardaki rüya takımının çok da öyle devlet sesinin işlevsel çehreleri değil, aslında devletten azade kendi sesleri, kendi sözleri olan ve bu sözleri de çok güzel bir Türkçe’yle ifade eden yurttaşlar olduğunun ortaya çıkmasına vesile oldu.

Onlar sonraki yıllarda da, hayatları boyunca o Güzel Türkçe ile konuşmaya ve genç kuşaklara bir şeyler vermeye, Güzel Türkçe için çabalamaya devam ettiler.

Yine bir yerlerde haber sundular, kitaplar yazdılar. En çok da Jülide Gülizar yazdı. Ve Türkçe için militanca mücadele etti. Bazıları hâlâ hayatta bu insanların. Çok yaşasınlar. Ve elbette o rüya takımı benim bu yazıda bahsettiklerimden ibaret değildir. Mesela Tuna Huş, Ülkü Kuranel, Çetin Çeki, Mehpare Çelik, Can Akbel’i de burada hemen sevgiyle anayım.

Aytaç Kardüz, Can Akbel, Zafer Cilasun, Çetin Çeki 

TRT televizyonunun altın kadrosu dağılırken, Türkçemiz de darbeciler tarafından cezaevlerinde bir talimgâh temrini, görüş kabinlerinde bir aidiyet maniası, coğrafi bir baskı aygıtı haline getiriliyordu artık.

Erkan’ın, Jülide’nin, Zafer’in, Aytaç’ın, Mesut'un Güzel Türkçesi susmuştu. Cezaevi koğuşlarının kapılarına rapt edilen hoparlörlerden Müşerref Akay’ın “Türkiyem” şarkısı çınlıyordu şimdi.

2002 yılında Milliyet gazetesi için Müşerref Akay ile bir söyleşi yapmıştım. Kısa bir alıntı yapayım bu söyleşiden:

“Sonra 12 Eylül darbesi, ‘Türkiyem’ şarkısı ve TRT’nin bu şarkınız için hazırladığı Türkiye’nin ilk klibi…

Müşerref Akay

12 Eylül’den iki ay sonra ‘Türkiyem’ şarkısını yaptım. Ve Türkiye’de ilk defa haberler kesilip haberlerin ortasında bir şarkı çalındı: ‘Türkiyem’. Mesut Mertcan anons etti. Şimdi hani haberlerin sonunda yeni klipler tanıtılıyor ya, onun gibi bir şey.

Ne muhteşem bir klipti! Panzerler TARİŞ işçilerinin üzerine yürüyor, insanlar yerde, üzerleri aranıyor…

Bu şöyle oldu. ‘Türkiyem’in yayınlandığı gece Evren Paşa, Pakistan Cumhurbaşkanı Ziya Ül Hak’ı misafir etmişti. İzleyememiş. TRT’ye emir veriyor, ‘tekrar yayınlansın’ diye. Klip o yüzden hazırlanıyor. Erşan Başbuğ’a teklif ediyorlar, direniyor, hoşuna gitmemiş. Onun üzerine başkasına hazırlatıyorlar.

Demin Mesut Mertcan dediniz de: 1984 yılında Metris ve Sağmalcılar cezaevlerinde ilk ölüm oruçları yapılıyordu. Sonradan dört siyasi tutuklu ölmüştü. Mesut Mertcan cezaevinde TBMM için belgesel çekiyordu. Ve koğuş kapılarının üzerlerindeki hoparlörlerden sizin ‘Türkiyem’ şarkınız çalınıyordu.

Evet. Ne olacak? Ben mi suçluyum?

Peki, siz hoparlörlerden işkence amacıyla 24 saat sizin şarkınızın çalındığını biliyor muydunuz?

(Kahkaha atmaya başlıyor) Şimdiye kadar hiçbir gazeteci böyle bir soru sormadı bana. Hep bu konudan kaçtım. Kartal Cezaevi’ne beni bir konser için götürmeye kalktılar. Sol örgütler ayaklandı. Belediye başkanı beni örgüt temsilcileri ile bir araya getirdi. ‘Benden neden nefret ediyorsunuz?’ dedim. ‘Biz 24 saat senin şarkınla yattık, senin şarkınla kalktık, senden nefret ediyoruz’ dediler. Ben de şarkımın manevi işkence amacıyla kullanılmasına üzüldüğümü söyledim. Yine özür diliyorum. İktidar kullandı benim şarkımı.”

Bazen özür dilenir. Bazen özür dilenmesine gerek yoktur. Ne mutludur işte ona, onlara. Sesler ise zaten susmuştur. Hiçbir yerde değildir artık. Arşiv merdivenleri sessizlikte inilir o zaman. Orada Güzel Türkçe kanamaktadır hâlâ.


Ahmet Tulgar Kimdir?

Ahmet Tulgar, İstanbul'da 1959 yılında doğdu. 35 yıldır gazeteci ve edebiyatçı olarak yaşıyor. Çalıştığı yayınların bazıları sırasıyla Sabah, Güneş, Nokta, Milliyet, Akşam, Vatan, Birgün, Cumhuriyet oldu. Makale ve denemeleri Şehrin Surlarındalar (1992), Tam Yakalandığımız Yerden (2004), Ne Olmuş Yani? Korsan Yazılar (2005), Ben Onlardan Biriyim (2007), Diller Çehreler Barış (2010), Henüz Zaman Var (2013), Bakışın Ritmi (2020), söyleşileri Mahallede Herkes Kahramandır (2004) adlı kitaplarda toplandı. Evsiz Ülke Hikâyeleri (1989), Birbirimize (2009), Duygusal Anatomi (2015), Trajik Nüans (2016), Bakmadığınız Bir Yer Kalmıştı (2018), Arzunun Serbest Dolaşımı (2021) adlı altı öykü kitabı, Volkan'ın Romanı (2006), Çocuklar ve Canavarları (2012) adlı iki romanı yayımlandı.