Tuna Kiremitçi: Şöhret olabilmek için sosyopat olmak gerekiyor

'Tuna Kiremitçi ve Arkadaşları 3'ün Aydilge ile düet yaptığı ilk şarkısını yayınlayan Kiremitçi ile müzik kariyerini, büyük başarı kazanan yeni romanını ve sanatçılar üzerindeki baskıyı konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Tuna Kiremitçi, 90’lı yıllardan bu yana şarkıcı, besteci, romancı, şair, köşe yazarı ve hatta kendisi her sohbette bahsini açmasa da film yönetmeni kimlikleriyle bir şekilde hayatımızda. Kurduğu Kumdan Kaleler grubu ile 90’ların ikinci yarısında yapıp ettikleri ve hâlâ dimağlarda olan şarkıları, grubun kısa tarihine rağmen alternatif müzik tarihimizdeki önemli yerini çoktan aldı. Şair olarak ödüllere, mühim şairlerin teveccühüne; 2000’li yıllarda ise roman yazarı olarak büyük kitlelere ulaştı ve kitapları çok sayıda dilde sayısız baskı yaptı. Türkiye’nin en çok okunan gazetelerinde aranan bir köşe yazarı ve “çok satan” bir romancıyken bir anda yazarlık kariyerini sonlandırdığını duyurdu ve aslında hep hayatında olan müziğe yöneldi bir kez daha. Kiremitçi, Kumdan Kaleler deneyiminden sonra 2007’de ‘Kendi Halinde’ adlı bir solo albümle müziğe dönüş yapmıştı aslında. Bunu, 2013’te Atlas adlı grubuyla ‘Selam Yabancı’ adlı albüm izledi. Her iki albüm de farklı nedenlerden dolayı müzik dünyasında kayda değer bir yankı uyandırmadı ancak Kiremitçi, mahir ve kendinden emin bir şarkı yazarı olarak müzik dünyasından hiç uzak kalmadı. Derken 2016’da Pasaj Müzik’in patronu Murat Doğan’ın teşvikiyle ‘Tuna Kiremitçi ve Arkadaşları’ projesine başladı. Sonrasında olanlar malum; albüm büyük bir başarı yakaladı, albümdeki birçok şarkı hit oldu ve 2019’da ‘Tuna Kiremitçi ve Arkadaşları 2’ geldi. İlk albümde olduğu gibi Türkiye’nin en önemli kadın solistlerinin eşliğiyle oluşan bu albüm de büyük bir ilgiye mazhar oldu. Fakat kısa süre sonra sanatçı, bu projeyi sonlandırdığını duyurarak tekrar bir solo albüm hazırladı. Bundan tam bir yıl önce yayınlanan ‘On Numara Olaylar’, Kiremitçi’nin farklı müzikal tarzlarda deneyler de yaptığı, özel bir albüm.

Pandemi karantinasında ise Kiremitçi, 6 yıl sonra yeniden masanın başına oturdu ve ilk polisiye romanı olan ‘Mezun Cinayetleri’ni yazdı. Doğan Kitap etiketiyle yayımlanan roman büyük bir başarı yakaladı ve polisiye-suç edebiyatı severler tarafından iyi karşılandı.

Derken geçtiğimiz günlerde sanatçı, ‘Tuna Kiremitçi ve Arkadaşları 3’ albümü için çalışmalara başladığını duyurdu. Bu projenin sonlandığını düşünenler için de sürpriz olan açıklamanın ardından ilk şarkılar ve solistlerle ilgili ipuçları da gelmeye başladı. Üçüncü albümün ilk şarkısı ise Cuma günü yayınlandı. Kiremitçi’ye bu kez Aydilge’nin eşlik ettiği ‘Gecenin Haberi Var’, sanatçının daha önceki çoğu bestesinin havasında, iyi yazılmış bir şarkı. Bu kez kimi alaturka ögelerin eşlik ettiği şarkının video klibi de dinleyicilere sunuldu.

Tuna Kiremitçi ile ilk şarkısı yayınlanan yeni albümünü, yeniden başlayan romancılık kariyerini ve sanatçılara yönelik baskıların hüküm sürdüğü gündemi konuştuk.

‘BEN SES SANATÇISI DEĞİLİM’

Albümün ilk şarkısının dumanı üzerindeyken ‘Tuna Kiremitçi ve Arkadaşları 3’le başlayalım. Bu projenin ikinci albümünden sonra, bu projeyi noktaladığınızı duyurmuştunuz diye anımsıyorum.

Ben aslında yazığım her şarkıdan sonra da “Bir daha şarkı yazmayacağım” diye düşünüyorum. Bu projenin ilk albümünü yaptıktan sonra da “Herhalde bundan bir tane daha yapamam” diyordum. Sonra ikinciyi yapınca da, “Üçüncüyü yapamam hayatta” diye düşündüm. Fakat 2016’da Pasaj Müzik’le ilk yola çıkarken yapımcım Murat Doğan’a sözüm üç albümdü. Murat’ın çizdiği bir güzergâhtı bu. Onun ve çevremin teşvikiyle besteleri topladık ve bu üçüncü albüme giriştik. Zaten Aydilge’yle şarkı söylemek gibi bir hevesim vardı. İlk albümde de Aydilge’ye teklif götürmüştüm ama sonra ona söz verdiğim besteyi bitirememiştim. Şimdi başka bir besteyle Aydilge ile açılış yapıyoruz. Bu albümü yaptıktan sonra bir müzikal miras bırakmış olacağımı düşünüyorum açıkçası. Sonra ne yapacağımı bilmiyorum ama öncelik bu albümü tamamlamak. İlk iki albümden geride kalacak bir şey yapmamaya çalışıyorum. Hüseyin Çebişci ile çalışıyorum, kendisi ilk iki albümde de düzenlemelerin çoğunu yapmıştı. O ve proje danışmanımız Gamze Elgin de beni çok cesaretlendirdiler, “Yaparız, hiç çekingen davranma” diyerek. Dört şarkıyı kaydettik bile. Zaten başlamak, yola çıkmak en önemli adım bu işlerde.

Aydilge ile ‘Gecenin Haberi Var’ı yorumladınız. Şarkının video klibi de yayınlandı.

Evet. Yine her şarkıya bir klip çekeceğimiz için, belli bir konsept dahilinde olsun istedik. Her klibi çekeceğimiz bir mekân ayarladı yönetmenimiz Tayfun Çetinkaya. Aynı dekorla, şarkıya göre değişen kurgularla on şarkıya on video klip çekmek gibi bir niyetimiz var.

İsimler sürpriz mi şimdilik?

Bazıları değil. Zuhal Olcay ile bir şarkı kaydettik, benim eski bestelerimden ‘Aşkınla Her Şey Oldum’u… Onu solo olarak da yayınlamıştım aslında. Zuhal Hanım’a birkaç şarkı gönderdim, “Hangisini tercih edersiniz?” diye sordum. Bu şarkıyı beğendi, istedi. Yine sesini ve besteciliğini çok beğendiğim Ceren Gündoğdu’yla bir şarkı kaydettik. Bir de 17 yaşında genç bir yetenek olan Işıl Ayman ile bir şarkı yaptık. Benim gençlik arkadaşlarım olan, çok sevdiğimiz bas gitarist Oya Erkaya’nın ve Serkan Ayman’ın kızları. Büyüdü, pırıl pırıl bir şarkıcı ve şarkı yazarı oldu, önü çok açık.

Şarkıları ilk iki albümdeki gibi düzenli periyodlarda yayınlayacaksınız sanıyorum.

Evet, ayda bir şarkı yayınlamayı düşünüyoruz yine. Yıl sonunda da bir albüm formatında yayınlanmış olacak. Plak olarak basılacak bittikten sonra ve böylece bir üçleme ortaya çıkmış olacak.

‘Aşkınla Her Şey Oldum’u henüz geçtiğimiz yıl yayınlamıştınız solo albümünüzde. Şimdi bir kez daha, bu kez bir kadın solistle, Zuhal Olcay’la yorumlamak, solo albümünüzde beklediğinizi bulamadığınıza dair bir algı yaratmıyor mu? Yahut siz hiç, “Böyle bir algı yaratabilir” diye kaygılanmadınız mı?

Tuna Kiremitçi ve Arkadaşları projesinde bu ilk kez olmuyor ki. Örneğin ‘Birden Geldin Aklıma’yı ben 2007’de çıkardığım solo albümde yayınlamıştım, hiçbir şey olmamıştı. Sonra Sena Şener ile söyleyince şarkı birden hit oldu. Burada şöyle bir durum var; ben aslında ses sanatçısı değilim, bunu kabul ediyorum. Benim güçlü taraflarım besteciliğim ve prodüktörlüğüm. Dolayısıyla buna ağırlık vermem gerektiğini düşünüyorum. ‘Aşkınla Her Şey Oldum’un içinde bulunduğu solo albüm, benim çıkarmak istediğim bir solo albümdü çünkü benim derli toplu, arkasında durabileceğim bir solo albümüm olmadı. O albümü yaparken, “Bu şarkıları beğenen şarkıcılar olursa, onlarla birlikte yeniden söyleriz” fikri vardı kafamda. Şimdi tekrar değerlendirmek istedim ama zaten bir dolu insan ilk kez çıktı zannedecek bu şarkıyı. Hep öyle oluyor çünkü.

Bundan sonrası için de, şarkılarımı kendim söylemeye pek meraklı değilim. ‘Alan Parsons Project’  yahut Mike Oldfield gibi, besteleri ve prodüksiyonları yapıp şarkıları başkalarına seslendirmek gibi bir niyetim var. Çünkü bestelerimin iyi olduğunu düşünüyorum, onları iyi solistlerin seslendirmesi daha doğru olacaktır. Ben kendi şarkı söyleme zevkimi şimdiye kadar yeterince tatmin ettim.

'TUNA KİREMİTÇİ ORKESTRASI'

Geleceğe dair böyle bir fikir, bir tasarı var yani aklınızda…

Var evet, ‘Tuna Kiremitçi Orkestrası’ diye bir fikrim var. Sabit solistlerle çalışıp, onların bestelerimi seslendirdiği bir orkestra projem var. Şimdilik böyle fikirler havalarda uçuşuyor ama dediğim gibi, ses sanatçısı olmaktan çok bestelerimin hakkını verebilecek solistlerle çalıştığım koşulları oluşturmak istiyorum, özellikle de 50 yaşımdan sonra.

Çok dinlenen, şarkıları hit olan bir sanatçı olmanıza rağmen çok konser vermiyorsunuz. Üstelik muhtemelen Türkiye’nin her yerindeve, sıkça büyük kitlelere çalabilirsiniz şarkılarınızı. Bunu siz mi tercih ettiniz?

Açıkça verilmiş bir karar değil bu. Belki bu işin organizasyonunu çözemedik, belki de konser sanatçısı değilim ben. Bu da olabilir neden. Bir şarkıcı sesine sahip olmadığım ya da bir şovmen olmadığım için sahnede, dediğiniz gibi çok sık konser vermiyorum. Ancak çok iyi orkestralarla çok iyi konserler yaptık şimdiye kadar. Süreklilik kazanamadık. İnsan kendi güçlü ve zayıf taraflarını masaya koyabilmeli, ben de oturup düşündüm bunu. Dediğim gibi, prodüktörlük ve şarkı yazarlığı bakımından güçlü hissediyorum kendimi ama şarkıcı ve konser sanatçısı olarak “Çok da üstüne gitmesem de olur” gibi geliyor bana. Fakat gelecekte bir ‘Tuna Kiremitçi ve Orkestrası’ kurulursa o sabit solistleriyle bir konser grubu olur.

Beni çok mutlu eden, hayatım boyunca unutamayacağım konserler de verdik tabii. Çeşitli şehirlerde, çeşitli mekânlarda yüzlerce dinleyicimiz ile birlikte şarkıları söylemek çok güzeldi. Ama şöyle bir durum var, biz ‘Tuna Kiremitçi ve Arkadaşları’nda Türkiye’nin en iyi solistleriyle söyledik şarkıları. Konserlerde dinleyici bu şarkıları o şarkıcılardan dinleyeceğini düşünebiliyor. “Yıldız Tilbe de gelecek mi?” sorularıyla karşılaşabiliyoruz. E tabii bu sanatçılar, örneğin Yıldız Tilbe, Öykü Gürman, Pamela yahut Jehan Barbur da her konsere gelemeyeceği için konserler, konserde kayıttaki performansı birebir yansıtmak mümkün olmuyor. Bu da menajerin, konser organizatörüne açıklamakta zorlandığı bir şey haline geliyor zaman içerisinde. Tabii albümlerde yer alan sanatçıları davet ederek verdiğimiz güzel konserler de oldu ancak onları sürekli kılmak zor iş. Herkesin kendi programı, kendi kariyeri, kendi projeleri var. Müzisyenler çok kaygılı zamanlardan geçtiler, geçiyorlar ayrıca. Herkesin kafasında çıkış yolları arayışları var. Özellikle bizimki gibi bir müzik tarzında, özgün müzik yapanlar için gereçli bu.

‘YAZARLIK KARİYERİMİ SIFIRLADIM’

Diğer yöne doğru geçelim yavaştan istiyorum. Karantina sürecinde bir roman yazdınız, ‘Mezun Cinayetleri’. Biraz önce sorduğum şeye benzer bir şey soracağım. “Bu albüm projesini noktaladım” dediğiniz gibi, “Yazarlık kariyerimi sonlandırdım” da demiştiniz. Çok okunan bir yazar olmanıza rağmen kendinizi “yazar” olarak tanımlamamayı tercih ettiniz uzun süre. Sonra bu roman geldi…

Aslında bu kez “kitap yazan bir müzisyen” olarak tanımladım kendimi ve bu romanı öyle yazdım. Yazarlık kariyerimi sıfırladım. Kitabı yayınevine, Doğan Kitap’a verirken de, “Beni bundan böyle bir polisiye yazarı olarak, hatta yeni bir polisiye yazarı olarak kabul edin ve yeni bir kariyer oluşturalım. Başkomiser Perihan Uygur diye bir karakterim var ve kısmet olursa her yıl bir kitabını yazmak istiyorum. On kitaplık bir seri olarak tasarladım. Bunu sıfırdan bir bina inşa ediyor gibi ele alalım” dedim. Onlar da kabul ettiler ve mantıklı buldular. İlk kitap yayımlandı. Polisiye okurlarından da teveccüh gördü, benim beklediğimden daha iyi geri dönüşler aldım. İkincisini yazmak için oturdum ve yazdım da. Nisan ayında yayımlanacak.

Bu aslında benim emeklilik projemdi. Müzik yapamaz olursam, Foça’ya yerleşip yazmayı düşünüyordum bunları ama pandemi sağ olsun, öne çekmeme neden oldu bu projeyi. Bir de yazar arkadaşlarım Aslı Perker ve Algan Sezgintüredi, “Bak artık yazmaman için bir bahanen kalmadı. Otur artık ve yaz şunu” dediler. Böylece ben de çalışmaya başladım. Başkomiser Perihan Uygur’la birlikte bir hayat sürüyoruz şimdi.

Polisiye merakınız vardı ama öncesinde, değil mi?

Gençliğimden beri meraklıydım polisiyeye ama kendimi yazmaya hazır hissetmiyordum. Polisiye çok iyi kurgular, çok zeki çözümler ve çok seri bir anlatım gerektiriyor. Buna hazır hissetmediğim için de edebiyat kariyerime nokta koymuştum aslında. Sonra aradan polisiyeyle ve araştırmalarıyla yoğun olarak ilgilendiğim, suç edebiyatına yoğun olarak baktığım ve romanları, dizileri, filmleri analiz ettiğim beş yıl geçti. Sonunda da bu karakter oluşunca kafamda, ‘Mezun Cinayetleri’nin konusunu da bulunca ve tabii dediğim gibi, yazar arkadaşlarım da teşvik edince oturup yazmak bir zevk haline geldi. Çok özlemişim yazmayı. Polisiye yazmak da çok zevkli geldi ve bugüne kadar farklı türleri denemiştim ben, gençken yazdığım romanlarda. Onların hepsine girip çıkarken edindiğim deneyimlerin ve öğrendiğim yazma tekniklerinin polisiyede bir araya gelip ortak bir yatakta aktıklarını gördüm aslında. Bu beni çok heyecanlandırdı.

‘SÖYLEDİĞİM BAZI ŞEYLER ‘TRİP ATMAK’ GİBİ ALGILANABİLİR’

Sizi nispeten yakında tanıyan biri olarak şöyle bir gözlemim var, bilmem katılır mısınız. Bir yandan her şeye bir proje gibi yaklaşabiliyorsunuz, çalışmalarınızı önceden detaylarıyla tasarlayabiliyorsunuz, uzun vadeli planlar yapıyorsunuz. ‘Tuna Kiremitçi ve Arkadaşları’ albümleri tam olarak böyle bir projelendirme başarısı örneğin. Yine bu roman serisiyle ilgili on yıllık bir tasarından söz ediyorsunuz. Ama buna çok tezat görünebilecek bir şekilde, bir yandan da bazen çok fevrisiniz. Bir karar veriyorsunuz, bir şeyleri bırakıp “bir daha yapmayacağım” diyorsunuz ama sonra onu yapıyorsunuz. İşin benim hoşuma giden tarafı şu ki, bunun da arkasında duruyorsunuz. Birçok insanın imaj kaygısıyla yapmayacağı bir şey bu çünkü. O an istemediği için o işi yapmayı bırakan, sonra oraya geri dönen ve bununla barışık bir portre. Bu bir mizaç meselesi mi? Ve sanatçı ve eserleri açısından bu mizaç nasıl bir anlama geliyor?

İtiraf edeyim, şimdiye kadar hakkımda duyduğum en doğru yorum bu. Böyle bir karşıtlık var bende hakikaten: Süreklilik arz etmek istemek bir yandan ama bir yandan da sıfırlamak ve yeniden başlamak istemek. Ben de bunun üzerinde düşündüm. Bazen fazla duygusallaşabiliyorum fakat yeni yeni anladım ki duyguları fazla önemsiyormuşum. Duygular biraz abartılan şeyler aslında, insan duygularını o kadar da şımartmamalı. Hele ki sorumluluk sahibi, belli bir yaşa gelmiş, bir kariyeri olan bir insan olarak… “Bundan sonra yazmayacağım” kararımı çok daha yumuşak bir şekilde de verebilirdim, kimsenin bunu bilmesine de gerek yoktu. Ama yorulmuştum biraz galiba. Uzun yıllar yazın dünyasının içinde yer almaktan ve Türkiye’nin malum yıllarından bunun içinde yer almaktan, çok yorucu şeyler yaşamaktan dolayı yorulmuştum. Sırtını dönme isteğiydi bu, “trip atmak” olarak da algılanabilir dışarıdan ki ben olsam öyle algılardım. Şimdi bakınca çok gerekli değilmiş gibi geliyor o çıkışım ama bir yandan da onu yapmasaydım, örneğin polisiye ve suç edebiyatı kariyerime başlayamazdım gibime geliyor.

Albüm projesi de aslında benden çok Murat Doğan’ın projesi, onu da unutmamak lazım. Bir gün kahve içerken, “Sen iyi bir şarkı yazarısın ama derli toplu, iyi bir projen yok” dedi bana ve başladık. Her şey umduğumuzdan çok daha iyi, yolunda gitti sonrasında.

‘Tuna Kiremitçi ve Arkadaşları’ albümleri, şarkıları yapma ve müzisyenlerle ortak çalışma, kaydetme süreçleri benim için bir müzik okulu oldu. Harems Stüdyo’da çalışmak da bir müzik okulu oldu benim için, sizinle tanışmak da keza. Wim Wenders’in bir sözünü okumuştum yıllar önce, “Benim için bir filmin ticari başarısı ya da aldığı ödüller tabii ki önemlidir ama asıl başarı, o filmi çekerken insanlarla girdiğim ilişkiler ve o ilişkilerin bana kattıklarıdır” diyordu. Bu albümleri kaydederken bunu çok hatırladım çünkü sadece müzisyen arkadaşlarımdan değil, sadece yapım şirketinde ya da stüdyoda olan insanlardan değil, bugün artık üstat kabul edilen Yıldız Tilbe’den de, şarkıyı kaydettiğimizde 17 yaşında olan Sena Şener’den de öğrendiğim şeyler, müzikal tavırlar ve açılımlar oldu. Benim için bir eğitim ve terbiye oldu aslında.

Bu albümlerde sizinle “arkadaşınız” olarak şarkı söyleyen herkes gerçekten arkadaşınız değildir herhalde…

Bazıları gerçekten arkadaşımdı, bazılarıyla bu vesileyle arkadaş olduk. Bu kayıtların bana getirdiği, sonrasında süren arkadaşlıklar oldu. Haberleştiğimiz, birbirimize fikir sorduğumuz insanlarla tanıştım bu sayede. Yola çıkarken Pamela ve Özge Fışkın’la başlamıştık, onlar kadim arkadaşlarım tabii. Onlarla başlamak uğur getirir diye düşünmüştük ki öyle de oldu. Şimdi ise başka türlü tanışamayacağım solistlerle, harika şarkıcılarla tanıştım ve bir dostluk kurdum. Wim Wenders’in dediği anlamda bir başarı benim için. Çok sosyal bir insan değilim çünkü, başka türlü bu ilişkileri kuramayabilirim.

‘ERKEKLERDE DE KADINLARDA DA ZEKÂYA AŞIĞIM’

Dışarıdan pek öyle görünmüyor ama. Böyle bir projenin, bir sosyal çevrenin merkezindeki figür olarak, çok sosyal, dışa dönük bir sanatçı gibi algılanıyor olabilirsiniz.

E tabii neredeyse yarım yüzyıldır dünyada olduğum için bir takım ilişkilerim var hayatta ama olduğumdan farklı görünüyor olabilirim. Benim dışarıdan bakınca çok anlaşılmayan bir yönüm de çalışkan olmam. Arkadaşlarım öyle diyorlar bana; “Sana bakınca iki şeyi tahmin edemez insan: çalışkan olduğunu ve tutumlu olduğunu”. Çalışkan olmam da şaşırtıyor mesela yeni tanıştığım insanları.

Biraz önce konuştuğumuz o fevri görünen, duygusal kişilikle ilgili tahminler herhalde bunlar. “Kafasına göre bir adam” imajı belki…

Kendi içimde bir disiplinim vardır. Uzun saatlerce yorulmadan çalışabilirim, tasarım yapmayı severim, matematiksel düşünmeyi seviyorum. Bir kere zaten erkeklerde de kadınlarda da zekâya aşığım, sapyoseksüelim gerçekten de. Polisiyeyi de o yüzden seviyorum çünkü fikir olarak da tasarım olarak da zekânın ön planda olduğu bir alan. Polisiyenin, beklentime özel olarak cevap vereceğini de hissettim. Hem hazır hissetmiştim hem de bir atasözü vardır hani, “Kul kurar, kader gülermiş” diye, onun anlattığı gibi oldu. “Artık yazmayacağım” dediğimde bir gün pandemi olacağını hayal edemezdim, bu bizim ufkumuzu çok aşan bir şeydi. Ve sadece müzik yaparak geçen hayatımdan da gayet memnundum, bir şey yazmayı aramıyordum. Biraz kaderin zorlamasıyla oldu çünkü dediğim gibi, bu emeklilik projemdi. Hem psikolojik olarak hem de hayat gerçeklerinden dolayı öyle ihtiyaçlar başgösterdi ki oturup bir şey yapmam gerekiyordu. Bir de, kaderin bu türlü zorlamaları bende çok işe yarıyor, başka türlü yapmayacağım şeyleri yapabiliyorum.

‘‘MÜZİSYEN OLARAK BAŞARILI OLUNCA HEMEN KİTAP DA YAZDI’ DİYENLER OLDU’

Yoğun bir tempodasınız; albüm kaydediyorsunuz, bir yandan şarkıları yazmaya devam ediyorsunuz, romanınız yayımlandı, yenisini yazdınız, imza günleri, söyleşiler vesaire; tabii bir yandan gazetede düzenli yazıyorsunuz, şimdi bir podcast serisine başladınız... Takip ederken yorulabilir insan. 

Aslında hayatımda ilk kez böyle bir tempoya giriyorum, müzisyenliği ve yazarlığı ilk kez aynı anda profesyonel olarak yapıyorum. Çekmecelerden birini hep kapatmış olurdum çünkü. 8 yılı hiç müzik yapmadan, sadece yazarak geçirdim. 6 yılımı hiç yazmadan sadece müzik yaparak geçirdim. Şimdi ilk kez ikisini birden yapıyorum.

Son olarak Aslı Perker’le ‘Bibliyoterapi’ isimli haftalık yayınlanan bir podcast yapmaya başladık. Beş bölüm yayınladık şimdiye kadar. Dinleyicilerin ve kendimizin ruhsal sorunlarına kitaplar önererek şifa arıyoruz. Aslı’nın Oksijen gazetesindeki aynı isimli köşesinden ilham alarak başladık, biraz edebiyatla psikolojiyi birleştirme niyetiyle sürdürüyoruz. Merak eden okuyucular, Spotify, Apple gibi platformlardan dinleyebilirler bu seriyi.

Bu farklı kariyerleri aynı anda bilmeyen insanlar da oluyor değil mi? Genç bir dinleyicinizin konserden sonra gelip “Sizin kitaplarınız da varmış, eskiden annem okurmuş” dediğini anlatmıştınız.

Bir başkası da, “Babamın kütüphanesinde size ait bir kitap gördüm, bu gerçek mi?” diye sordu. Nesiller çok hızlı değişiyor ve bilgi de aktarılmıyor belki. “Bak, müzisyen olarak başarılı olunca hemen kitap da yazdı” diyenler bile oldu.

Biraz gündemden söz edelim. Bu ara siyasetin sanata adeta “bulaştığı” bir dönem yaşıyoruz. Tarkan, derken Sezen Aksu, şimdi Fazıl Say örnekleri var gündemimizde. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu? Siyasetin sanata markajının, baskısının arttığına delalet midir bu?

Benim en şikâyetçi olduğum şey, sanki siyasetle ilgilenmek zorundaymışız gibi hissetmemiz. Bir Rus doktorun sözünü duymuştum, “Bir organınızın varlığını hissediyorsanız o organ hasta demektir” diye. Siyasetin varlığını 24 saat hissediyorsak orada bir hastalık var demektir. Sanatçılar için, çağımızın tanığı olmak, toplumsal bilinç sahibi olmak, ülkenin dertlerinden haberdar olmak filan eyvallah da, ben bir sanatçı arkadaşımla bir araya geldiğimde üç saat boyunca siyaset konuşurken buluyorum kendimi. Acaba iki siyasetçi bir araya geldiklerinde bırakın üç saati, üç dakika sanat konuşuyorlar mıdır? Burada bir haksızlık var. Siyasetle ilgilenmeme özgürlüğü olmalı bence sanatçıların. Ama şimdi böyle bir şey mümkün değil. Bakıyoruz Tarkan bile siyasetle ilgilenip söz söylüyor şu anda. Tamam, seviyoruz Tarkan’ı ve böyle şeyler söylemesi güzel ama bu bir zorlama haline geliyor. Tanpınar’ın sevdiğimiz sözü var ya, “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor” diye, bu bazen çok hüzünlü bir hale gelebiliyor.

‘SİYASETÇİLERİN MENFAATLERİ GEREĞİ SANATÇILARLA İYİ GEÇİNMESİ LAZIM’

Bir sanatçı olarak baskıyı, bu durumun etkisini hissediyor musunuz?

Dayanamayıp söylediğim şeyler çok oluyor. Sosyal medya devrinde yaşıyoruz malum, çoğu zaman da “Bunu tweet atmak yerine şarkıda söyleyeyim, bunu kitapta yazayım, gazetede yazayım. Madem bunu söyleyip başımı derde sokmayı göze alıyorum, bari bir işe yarasın, bunu söylediğime değsin” diyorum. Bir şey olacaksa bir tweet yüzünden değil de bir kitap yüzünden olsun diye kendimle pazarlık ettiğim oluyor. Sanatsal olarak kendime bir sansür uyguladığımı şimdiye kadar hiç düşünmedim. ‘Mezun Cinayetleri’ni yazarken de bir politik arka plan kurmak istedim, elimden geldiğince de kurmaya çalıştım. Yapamamışsam beceremediğim için yapamamışımdır. Siyasetle bağlantısı olmaması günümüz polisiyesine de aykırı zaten. Günümüz polisiyesi soldan bakan ve toplumsal sorunlarla ilgilenen bir suç edebiyatı haline geldi ki benim polisiye yazmak istememin sebeplerinden biri de bu. 20. yüzyıldaki toplumcu-gerçekçi edebiyatın misyonunu bugün polisiye üstlenmiş durumda aslında.

Neden sizce? Kanunla, kollukla ilgili kurumlara artık güvenilmediği ve yazarlar böyle bir fantaziyi yaratmak zorunda kaldığı için olabilir mi örneğin?

Yunan polisiye yazarı Petros Markaris diyor ki, “20. yüzyılda roman sanatı çok fazla post-modernleşip toplumsal sorunlardan koptu. Çünkü üslup oyunları haline geldi. Ve bu boşluğu polisiye doldurdu.” Özellikle İskandinav polisiye yazarları ki bunlar farklı fraksiyonlardan olsalar da sol gelenekten gelen yazarlardır, hep bu perspektifleriyle polisiye yazmaya başladıklarında bu tür “katil kim?” oyunu olmaktan çıkmış. Ön planda tabii bir polisiye soruşturma, suçla ilişkili bir gizem, heyecan ve gerilim var tabii, olmak da zorunda ama katmanlı bir yapı haline gelmiş polisiyeler. “Suç nedir?”, “Kanun nedir?”, “Kanunu kim ve ne amaçla koyar?” soruları gündeme gelmiş. Ünlü dizi ‘La Casa de Papel’de vardı ya hani bir soru, “Banka kurmak mı suçtur yoksa banka soymak mı?” diye, bunun gibi soruların tartışılabildiği bir dünyaya dönmüş polisiye. Edebiyatı da, sineması da, televizyon dizileri de… Bu beni etkiledi zaten. “Altın çağ”ın Agatha Christie romanları gibi bir şey yazmak istemezdim açıkçası.

Kendinizi politik olarak müzikten çok bu alanda ifade ettiğinizi söylüyorsunuz herhalde.

Doğru evet, şimdi siz söyleyince düşündüm, öyle söylüyorum. Daha çok ümitli şarkılar yapmaya çalışıyorum; ‘Birden Geldin Aklıma’, ‘Yine Sevebilirim’ gibi ümitli şarkılar… İnsanlar buna şaşırabiliyorlar, “Şarkılarınız bu kadar aydınlıkken romanlarınız nasıl bu kadar karanlık olabiliyor?” diye sorabiliyorlar.

Peki, sanatın içine sokulmaya çalışıldığı bu müsabakayı -eğer bu bir müsabakaysa tabii- kim kazanır sizce?

Sanat kazanır. Çünkü sonuçta sanatçılar anlatacaklar torunlarına siyasetçilerin nasıl insanlar olduklarını. Siyasetçilerin de kendi menfaatleri için iyi geçinmeleri gerekiyor sanatçılarla. Bakın mesela Sezen Aksu, Türkiye’nin en büyük şarkı yazarı, gerçek bir deha. Ben hiçbir zaman büyük bir hayranı olmadım ama bu tartışılmaz bir gerçek. Bir siyasetçinin Sezen Aksu ile arasını bozması kendi aleyhine olur. Sezen Aksu’nun son yazdığı sözler, ‘Avcı’ adlı şiir 50 yıl dinlenecek belki de.

Bugün Fazıl Say, sözleri bestelemeye başladığını açıkladı…

Öyle mi? E o zaman 100 yıl dinlenecek demektir. Ve bugünün politik karmaşası hatırlanmadığı zaman bile o şarkı orada olacak. Böyle bakınca siyasetçi için çok yanlış bir adım böyle bir sanatçıya sataşmak.

‘ŞÖHRET OLMAK İÇİN SOSYOPAT OLMAK GEREKİYOR’

Sosyal medya meselesini de biraz konuşmak istiyorum zira orayı bizzat kendiniz, epeyce de yoğun ve aktif olarak kullanıyorsunuz. Kimi zaman düşüncelerinizi “geldiği gibi” oraya yazan ve paylaşan da bir kullanıcısınız. Yaptığınız işleri de düzenli olarak Instagram’da paylaşıyorsunuz. Bir taraftan da sosyal medyaya yönelik hep bir eleştiriniz, şüpheniz var. Sosyal medyaya bir sanatçı olarak, diğer bütün sanatçılar gibi, bu denli ihtiyaç duyuyor olmak nasıl hissettiriyor size?

Başka bir medya kalmadı ki kendimizi ifade edebileceğimiz. Şimdi yazdığım Oksijen gazetesi çıktığında çok sevindik örneğin. Gazete Duvar gibi platformlar olduğu için de seviniyoruz. Ama sosyal medya bir zorunluluk oldu. Türkiye’nin karışık yıllarında hiçbir tarikata, hiçbir cemaate, siyasi partiye, aşirete ya da klana mensup olmadan, sadece ürettiklerinle ayakta kalmaya çalışan biriysen, sosyal medya doğal olarak bir ihtiyaç haline geliyor. Biraz eski olmaktan, “20. yüzyıl çocuğu” olmaktan kaynaklanan bir şüphe var tabii ki. Çünkü manipülasyona ve ajitasyona çok açık bir yer ve ben de bu tuzağa defalarca düştüğümü hatırlıyorum. Her defasında da daha dikkatli olmaya çalışıyorum ama arada bir kaçıyor. Buna rağmen kendim kullanıyorum, profesyonel birilerine devretmiyorum. Bizi seven sanatseverler bunu hissederler çünkü, “Bu akşam saat 20.00’de takibe takip yapıyoruz” filan gibi bir şey dediğin anda, “Hadi lan, n’apıyosun sen?!” diyebilecek insanlar tarafından takip edildiğimiz için, işin daha organik, gerçek olması gerekiyor. Bazen çok sıkılıyorum, çok da sıkıcı bir şey zaten. İnsanın çok enerjisini ve zamanını emen bir tarafı da var. Ancak ben sosyal medyanın hâlâ çocukluk döneminde olduğunu ve çocukluk sorunları barındırdığını düşünüyorum. Belki 10, 15 yıl sonra yerine oturacak orada her şey ve bizler de şu anda denek durumundayız burada. Ama payımıza bu düştü, yapacak bir şey yok. İşlerimi, insanlara ulaştırmak için paylaşmak zorundayım sosyal medyada. Pop star değilim, magazinden yürümüyorum, e sosyal medya da olmazsa insanların keşfetmesi çok zor oluyor.

Hazır konuyu siz açmışken sorayım. Geçmişte magazin sayfalarında da gördük sizi zaman zaman. Aslında şimdi de o dünyada var olabilecek bir sanatçısınız. “O dünyaya da biraz malzeme vereyim” diye düşündüğünüz oluyor mu hiç?

Onun bana göre olmadığını ben o bahsettiğiniz zamanlarda anladım çünkü. Bazı ünlü sevgililerim oldu, onlardan dolayı o şöhret dünyasının içerisine girmiş bulundum ve o dünyanın bana göre olmadığını gördüm. O başka bir dünya ve oranın çok katı kuralları var, onları kabul etmen lazım. Özel hayatının devamlı takip edilmesi, bunun hakkında aptalca yorumlar yapılmasına katlanabilmen lazım. O çok özgürce ve kurallardan muafmışçasına, renkli, zevkli yaşanıyormuş gibi görünen hayat aslında çok keskin sınırlar içinde, dediğim gibi katı kurallarla yaşanan bir hayat. Ve bir miktar da sosyopat olmak gerekiyor şöhret olabilmek için. Ben sosyopat olmak istemiyorum. Bunun sana bir getirisi varsa bunu yapabilirsin tabii ama bir yazara yahut benim tarzımda müzik yapan birine bu dünyanın bir getirisi olamaz. Aksine, bizi takip edenler salak olduğumuzu düşünmeye başlayabilirler. Bir pop yıldızı yahut bir dizi oyuncusuysan zaten menajerin ister senden magazinde yer almanı ya da ünlü sevgilin olmasını, çünkü bunun ekonomik bir getirisi olur. Lakin o getiriye karşı da özel hayatının eğlence malzemesi yapılmasını kabul etmek zorundasın. Bu bir tercih, bu tercihi bilinçli olarak yapıyorsan ne âlâ ama ben bilinçli olarak da vermemiştim o kararı. Dolayısıyla da içinde bulunmak bana uymadı.