YAZARLAR

Tunç Soyer ve Gürsel Tekin: Vekaleten dayak yeme haftası

HDP’li bakan gerilimi ile, “Kılıçdaroğlu hem Kürt hem Alevi ondan Başkan olmaz” peşrevi, yerli-millici cephenin gönlünde yatan aslanın siluetinin biraz daha belirginleştirilmesine vesile edilmeye çalışıldı. Memleketimizin muhafazakarları, karambolde gol atmayı sever.

Kemal Kılıçdaroğlu geçtiğimiz hafta mealen, 6’lı masa müsaade ederse adayım dedi. Böylelikle herkesin bildiği sır, ilk defa açık edilmiş oldu. Aynı günlerde, Gürsel Tekin bir televizyon programında “HDP’li Bakan olur” deyince, derhal “ne demek HDP’li bakan olur” korosu oluştu ve bu koro, Tekin’in bu söylemini, seçim sathı mailinin virajlı- uçurumlu yollarında Mansur Yavaş’ı ya da bir başka Mansur Yavaş’ı öne geçirmenin bir vesilesine dönüştürmeye çalıştı.

Kılıçdaroğlu’nun aday olma ve kazanma ihtimalinin uzak olduğu zamanlarda, Kılıçdaroğlu’nun devlet adamlığını, dürüstlüğünü, kadir şinaslığını övmekte yarışarak demokrasicilik oynayanlar[1], mesele ciddiye binince açıktan söyleyemedikleri "müsaade etmek istemedikleri" gerçeğini, Gürsel Tekin ve HDP’li bakanı linç ederek[2] söylemiş oldular.

Zaten, memleketimizde lafın tamamını ahmaklara söylemezler mi?

O söylenmeyen sözler sahası da ayrıca, memleket muhafazakarlığının kendisini inşa ettiği imar alanı değil mi? “Benim memurum işini bilir”den “Sayıştaycılar açık aramasınlar” a uzanan köprü bu imar alanında değil mi? Suç işlemeyen sağcılar, bir kereden bir şey olmaz diyen siyaset erbabı, sübyancılığı ile meşhur ehl-i tarikler ve sirkeleri su kaldırmayan tüccar bezirgân burada meskûn değil mi?

Hülasa, HDP’li bakan gerilimi ile, “Kılıçdaroğlu hem Kürt hem Alevi ondan Başkan olmaz” peşrevi, yerli-millici cephenin gönlünde yatan aslanın siluetinin biraz daha belirginleştirilmesine vesile edilmeye çalışıldı. Memleketimizin muhafazakarları, karambolde gol atmayı sever[3].

Daha önce, Babacan’ın İstanbul Belediyesi şenliğindeki “Vals zulmü” üzerinden halkımızın hassasiyetlerine tercüman oluşu ile denediği; Yavuz Ağıralioğlu’nun gene Kürt meselesi üzerinden hissettirdiği; Davutoğlu ve Karamollaoğlu’nun daha dengeli bir gerginlikle sürdürdükleri, yerli ve milli dünyanın bebeksi cildinde her daim tahriş olmaya hazır hassasiyetler daha bir üst perdeden, ama gene bir şark çıbanı aracılığıyla dile getirilmiş oldu.

HDP’li bakan yalnızca hassasiyetlerin biraz daha duyarlı hale getirilmesine vesile olmakla kalmadı, bundan öte; herkesin HDP’li Bakan’ı görmeye çalıştığı esnada, M.Kaan Kaynar’ın deyimiyle, the abla belli ki epeydir fırsat kolladığı Bucak Açılımı için Silvan’a konvoy eşliğinde girdi. Böylelikle, the abla, bir yandan 6’lı masaya ama özellikle CHP’ye öyle kart-kurt deyip, izinizi belli etmemeye çalışmayın derken; diğer yandan da devletin asıl sahiplerine de (artık onlar kimse) “biz de boş değiliz… oldu bitti bizim de işimiz… adamlarımız var” şeklini koyarak, 90’lar playlistine hâkim olduğunu gösterdi.  

….

Siyaset dediğimiz şey malum seyislikten gelir. Soylu, soysuz atların, yılkı atlarının terbiye edilmesi, tımarlanması ve yeteneğine göre istihdam edilmesi… Yani çimde mi, çamurda mı, kumda mı koşacak; savaş atı mı olacak, tatar atı mı yoksa dolap beygiri mi bunlar hep seyislerin görevidir. At işinin devletin merkezine böylesine yerleşmesi elbette tesadüfi değil, Türk töresinde yeri büyük. Ağrı Dağı Efsanesi ata ne yapılamayacağının, Köroğlu Destanı ise at ile neler yapılabileceğinin hikayeleridir.

Bir devlet etme şekli olarak siyaset en kapsamlı şekliyle, Nizam-ül Mülk’ün Siyasetname  eseriyle Türk devlet tarihine Farsi bir tonda girmiştir. Ama, Osmanlılar, Anadolu’yu ve genel olarak tebâsını, eğitilecek atlar gibi değil de, zamanı geldiğinde telef edilebilecek, zamanı geldiğinde kurban edilecek, mütemadiyen korunup gözetilecek koyunlar gibi görmeyi tercih etmişlerdir. Bu yüzden Osmanlı’nın erken ve klasik dönemlerinde yöneticisine râyi (gören, gözeten, çoban) halkına da re’aya (gözetilen, bakılan, güdülen[koyunlar]) denilir.

II.Mahmut zamanında, artık işlevini çoktan yitirmiş olduğu düşünülen Divan-ı Hümayun lağvedilip yerine Vükela Heyeti kurulduğunda, 1940’lardan beri bakanlık(lar) diye kullandığımız yönetim mekanizması Nazırlık(lar) olarak yapılandırılmaya başlandı. Böylelikle, re’aya ve râyi arasındaki ilişki, ismiyle müsemma hale gelmiş oldu.

….

Dolayısıyla ister eski manasıyla nazırlık, ister şimdiki anlamıyla bakanlık olsun, öyle herkese verilecek bir yetki değil, sonuç olarak bakan dediğimiz kişi nereye bakması gerektiğini bildiği kadar, nereye bakmaması gerektiğini de bilecek. Es kaza bir şey görmüşse de onu görmezden gelecek, hatta bazen Çanakkale savaşında sarıklı evliya taburları, Kabataş’ta deri kıyafetli motorlu biralı serserileri görecek…  Söylenenlerin asıl anlamlarını, ama daha da önemlisi, söylenmedik sözler sahasını, oranın meskunlarını iyi bilecek...

Yani bir bakan kolay yetişmiyor. Daha da önemlisi, bu bakanlıklardaki geleneklerin oluşması yüz yıllar aldı.

Türkiye’nin parlamenter tarihini, 2. Meşrutiyet ile başlatırsak, 1909 ile 2022 arasında yaklaşık 500 gensoru önergesi verilmiş ve yalnızca 2 bakan ile 2 hükümet düşürülmüş. Yani resmi tarihler ve resmi gazeteler öyle yazıyor. Aslında, düşürülen 3 bakan var; ama düşürülen 3. bakan belki bakmayı bilmediği için, belki bakmaya zamanı olmadığı için belki de ona bir şey gösterilmediği için, kayıtlara geçirilmesine dahi lüzum görülmemiş.

4-6 Eylül tarihleri arasında sadece iki (2) gün İçişleri Bakanlığı’nda kalabilen, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (günümüz Türkçesiyle, Türkiye Halk Komünist Partisi) yöneticisi Nazım Resmor (Tellioğlu), resmi TKP’nin kurucusu Hakkı Bayiç’in meclise yaptığı basınç ve gensorular ile bakanlığı bırakmak zorunda kalmış, sonra da Mustafa Suphi –Çerkes Ethem bağlantısı ve Sovyetler’den para aldığı gerekçesiyle, kürek mahkumiyetine çarptırılmış…

Yani bakanlık öyle, Kürde, komüniste verilmez, maazallah bunlar bakmayı, bakmamayı, bakacağı yeri, zamanı bilmezler, böyle bir hadsizlik, bir şeylik…

Mesela bakan dediğin, Adnan Kahveci gibi olur. Milletin başına KDV’yi ve kendi kurduğu firmanın sattığı yazar kasayı bela eder, rüşvetten yüce divana gider ama arkadaşları bakmayı iyi bilen bu bakanı yüce divandan alıp, bize demokrasi kahramanı diye gösterirler; mesela bakandan öte başbakan dediğin, stokçu diye esnafın ensesinde boza pişirirken ölünce evinin deposundan kamyonlar dolusu istiflenmiş, un, şeker, makarna, yağ çıkar ama bize kendisi cumhuriyetin en güzide kurumlarından Hıfz-ı Sıhha Enstitüsünün kurucusu diye gösterilir; mesela bakan dediğin biraz eski kurt olur, 17 Ağustos depreminde toplanan yardım paralarına çökmüş olsa da günümüzde yerli ve milliliğin alternatif duruşu olarak poz kesmeye devam eder.

1.Mahmut devrinden beri, devlet memur maaşlarının sınırlarının netleştirilmesi ve bürokrasi ile iş yapan çevrelerin bu sınırları tahriş etmeye (tahriş kelimesinin yukarıdaki kullanılışını hatırlayınız lütfen) dönük girişimleri, Türkiye muhafazakarlığının ve Türkiye yoksulluğunun ortak hikayesi.

Yani, bakanlık ve bakanlardaki çürüme, AKP ile başlamadı onunla da bitmeyecek ama ben kendi adıma, Kürt’ten bakan olmaz, Kılıçdaroğlu’ndan başkan olmaz söyleminin arkasında, dumanlı havada avlanmayı seven ve kendilerine gelen sıra için ellerini ovuşturan kurtların, tüm bunlara müsaade eden alacakaranlığın sona ereceği endişesini görüyorum.

Belli ki 6’lı masanın etrafında oturan ve o masanın etrafında oturanların da etrafında oturanların büyük bir kısmı, sırtlanların ziyafetinin bitmesini bekleyen kurtlar ve daha şimdiden, aç karınlarından gelen gurultunun dehşetiyle, müstakbel sofraya kimlerin oturacağına, oturamayacağına ilişkin hezeyanlar içindeler.

….

Hülasa, bu manzara bize, 6’lı masanın sonraki sezonlarında, karakterlerinin nereye evrileceğine dönük ciddi bir ipucu veriyor; belli ki eski kurtlar saraya değil, saraydakilere karşılar, onları gönderip kendileri saray nazırı olmak istiyorlar, dahası eğer böyle olursa, nazırlar değişecek ama nezarettekiler değişmeyecek belli ki…

Söylenmedik sözler elbette önemli, daha önemlisi ise kubbede hoş bir sa’da bırakmaktır (e zaten hiç ölmeyecek gibi bu dünya için çalışmayacak mıydık?) ki istikbaldeki ikbal için nazırlıklar için şimdiden başlayan kavganın başkaca bir anlamı da yoktur.

NOTLAR: 

[1] Bu sosyal medya linçini, ben biraz, şu meşhur fıkrada, camide namaz vaktini beklerken, eli kanlı-bıçaklı adamı görünce “efendim, iki rekat namaz kıldık diye Müslüman mı olduk?” diye feryad eden, uyanıkların durumuna benzetiyorum.

[2] Geçtiğimiz hafta, vekaleten dayak yeme haftasıydı. Burada ele aldığım HDP’li Bakan ve Gürsel Tekin ilk dayak seansıydı; diğeri Tunç Soyer’in 9 Eylül’de yapmış olduğu konuşma nedeniyle uğradığı linç. Aslında, Tunç Soyer’in hedefine günümüzün siyasetini koyduğu çok açık ama vekaleten Vahdettin’e dayak atıyor; aynı şekilde, günümüz siyasetinin de merkeze Kemalizmi yerleştirdiği çok açık ama onlar da vekaleten Tunç Soyer’e dayak atıyorlar… Burası da aslında epey ilginç bir konu fakat, konuyu dağıtmamak için, bu kadar söyleyip bırakacağım.

[3] Şimdi AKP’de ya da sağ muhafazakâr siyasetin sağ açığında top koşturan emekli-emeksiz futbolculara bakın, aşçısından amirine hepsi karambolcüdür, çamura yatma uzmanıdır.


Osman Özarslan Kimdir?

1977 yılında, Burdur’un Çavdır ilçesinde doğdu. 2005 yılında, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nü kazanıncaya kadar öğrencilikten başka pek çok iş ile iştigal etti. 2010 yılında aynı okulun Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisansa başladı. Nisan 2015’te, Masculinities at Night in the Provinces başlıklı tezini savunarak, yüksek lisansını tamamladı. Bu tez, Hovarda Alemi, Taşrada Eğlence ve Erkeklik ismiyle 2016 yılında yayınlandı. 2015 yılında Pamukkale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde doktoraya başladı ve 2019 yılında Organ Bağışı ve Kaçakçılığı, Yeni Tıbbi İmkanlar, Yeni Sosyolojik Meseleler adlı tezini savunarak doktorasını hak etti. Değişik dönemlerde, gazete-dergilerde, fanzinlerde, bloglarda ve internet sitelerinde, ideoloji, politika, kültür yapıları, ve filmler üzerine yayınlanmış pek çok inceleme, deneme ve eleştiri yazısı vardır. Bundan başka, üç bireysel (Kemalizm Sovyetler Sosyalizm; Dekalog-Kemalist İlahiyat İçin Bir İlmihal; Hovarda Alemi-Taşrada Eğlence ve Erkeklik) kitabı yayınlanmış, dört de editörlü (Resmi İdeoloji ve Kemalizm; Öncesi ve Sonrası ile 1915 İnkar ve Yüzleşme; Emile Durkheim'ı Yeniden Okumak; Sıkıntı Var-Sıkıntı Kavramı Üzerine Denemeler) kitaba katkı sunmuştur. Halen, merkezin dışında kalmış taşra coğrafyalar ve toplumsal normlar tarafından içerilemeyen berduşlar, piizciler, defineciler, kumarbazlar, muskacılar, gibi değişik gruplar arasında, çalışmalarını sürdürmektedir. Osmanlıca ve İngilizce bilir.