Turistik kültür
Türkiye’de maarifin kültürü turizme kaptırması ve kendini eğitimle sınırlaması aslında tam bir kısırlaşmanın tezahürüdür. Üstelik de aslında maarif olması gereken bir de “millî eğitim”e indirgenince, bu kısırlık toplumun kalitesini sistematik olarak düşüren bir işlev haline gelir.
Geçen hafta Gazete Duvar’da yazdığım “Kültürsüz Maarif” başlıklı yazıda “maarif” kavramının hem kültür hem de eğitim anlamına geldiğini ama söz konusu bakanlığın tabela tarihinde “millî eğitim”e geçilerek, bir anlamda, kültürden vazgeçildiğini ve sadece eğitime odaklanıldığını ifade etmiştim. Elbette bu noktada akıllara şöyle bir soru gelmesi gayet doğal: Peki “kültür” nereye gitti? Türkiye’nin siyasi yapısındaki bakanlık tabelaları şöyle bir araştırıldığında “maarif”ten zımni olarak çekilen “kültür”ün turizmle ilgili bakanlığa gittiği görülüyor: Kültür ve Turizm Bakanlığı. Yani Türkiye Cumhuriyeti, maarifini kültürden arındırıyor ve kültürü ancak turizmle birlikte düşünülebilecek bir şey olarak görüyor. Peki, bu tercih tam olarak ne anlama geliyor? Yazının geri kalanında büyük ölçüde sorunun cevabını aramaya çalışacağım.
Geçtiğimiz yıl yayınlanan Poetik ve Politik başlıklı kitabımda Raymond Williams’tan esinlenerek kültürü üçe ayırmıştım. İlki içine doğduğumuz, seçmediğimiz kültür olarak antropolojik kültür. İkincisi, bir toplumun bütün kültürel beslenme kaynaklarını, yani bütün kitapları, klasikleri, edebiyatı, tiyatrosu, müziğiyle; geniş anlamıyla, müfredat olarak kültür. Üçüncüsü ise dünyada genel olarak on dokuzuncu yüzyıl sonunda gündeme gelmeye başlayan ulusal zorunlu eğitim, yani maarif anlamıyla kültür.
Geçen haftadan beri tartışmaya çalıştığım mesele açısından, Türkiye Cumhuriyeti yöneticilerinin epey uzun bir zamandır kültürü sadece antropolojik kültür boyutuyla ele aldıkları ve kültürü bir müfredat ya da maarif konusu olarak görmedikleri aşikârdır. Bunu keşfetmek için sadece ve sadece kültürün hangi bakanlığın tabelasında olduğuna bakmak yeterli olabilir. Kültür, turizmle birlikte düşünüldüğünde öncelikle, geçmişle şimdi arasına sıkışır. Müfredat ve maarif ise kültürü aynı zamanda bugünden geleceğe doğru kavramayı içerir. İzninizle, ancak turizmle birlikte düşünülebilen kültüre “turistik kültür” diyeceğim. Tıpkı yazının başlığında olduğu gibi.
Kültürü turistik bir konu olarak algılamak oldukça sığ ve indirgeyici bir zihniyeti gerektirir. Çünkü kültürü bu çerçevede ele almak, o meşhur ifadeyle “bu topraklarda” geçmişten bugüne üretilmiş her şeyi, “bu ülke”ye dışarıdan ziyarete gelen döviz sahiplerine pazarlanabilir görmek demektir. Bu açıdan bakıldığında kültür, Topkapı Sarayı’nın, Konya Mevlâna Müzesi’nin, Efes Antik Kenti’nin, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin kapısında giriş bileti satmaktır. Giriş kapısını hemen yanındaki bir dükkânda incik boncuk, hediyelik eşya satmaktır. Beş yıldızlı otellerde turistlere sema gösterisi pazarlamaktır. Kültürü, rakı, şiş kebap, Türk kahvesi, ince belli bardakta çay, baklava, lokum düzeyinde algılamaktır. Yani bu toprakların kültürel anlamda paraya çevrilebilecek her şeyini pazarlamaya çalışan bir zihniyete sahip olmaktır. Kültürü ancak bu şekilde anlayabilen bazı iktidar sahiplerinin “oryantalist” nitelemesini kendileri gibi olmayan, düşünmeyen herkese bir hakaret olarak kullanmaları ise bu yazıda ele almak istediğim meselenin göreli olarak dışındadır. Bu konuyu ilerideki yazılarımla değerlendirmek üzere şimdilik bir kenara koyuyorum. Sahiden “oryantalist” kim tam olarak?
Kültürü müfredat ve maarifle birlikte düşünmek ise şimdiden geleceğe, kurucu, yapıcı, inşa edici bir kültür anlayışına sahip olmayı gerektirir. Bu açıdan bakıldığında kültür bir hazır yapıt değildir. Sadece geçmişi, geleneği, yani antropolojik kültürü içermez. Kültür aynı zamanda, hatta daha çok bugünden geleceğe ne, nasıl olmak istediğimizle ilgilidir. Bu kültür, ecdadımızla değil, daha çok evlatlarımızla ilgilidir. Gelecekte kendilerini mevcut hallerinden daha kaliteli bir seviyede görmek isteyenler kültüre böyle bakarlar. Kültür, her gencin ebeveynlerinden daha geniş bir müfredattan beslenmesi, daha kaliteli bir maarife kavuşabilmesi, daha geniş bir idrak kapasitesine ulaşabilmesi, daha geniş bir dünya ve insanlık mefhumuna sahip olabilmesidir. Evlatlarını sadece kendilerinin klonları olarak tasavvur edebilen toplumların antropolojik kültüre kapanmaları mukadderdir. Bu tıpkı ömür boyu lahmacun, gözleme yemeye benzer. İyi beslenme bu değildir.
Dolayısıyla Türkiye’de maarifin kültürü turizme kaptırması ve kendini eğitimle sınırlaması aslında tam bir kısırlaşmanın tezahürüdür. Üstelik de aslında maarif olması gereken bir de “millî eğitim”e indirgenince, bu kısırlık toplumun kalitesini sistematik olarak düşüren bir işlev haline gelir. Geçen haftaki yazımda ifade etmiştim: Osmanlı-Türkiye maarif tecrübesi daha çok mesleklendirme/uzmanlaştırma ağırlıklı bir perspektife sahip olmuştur. Bildung, geniş müfredatlı bir maarif hiçbir zaman ana hedef olmamıştır. Yani kaliteli yurttaş değil, acil savaşacak asker, köprü yapacak mühendis, ameliyata girecek cerrah üretmek istemiştir sistem. Konuyu bir de “millî eğitim” çerçevesinde ele aldığımızda, tabakta olan bol hamaset ve doktrinizasyon üzeri az uzmanlıktır. Bu zihniyet de ancak 8 bin 500 dolar kişi başı GSMH üretebilen, kronik sorunlarının hiçbirini çözemeyen bir Türkiye üretebilmiştir.
Oysa kaliteli bir toplum ancak ve ancak kaliteli bir maarif ve çoğulcu müfredatla mümkün olabilir. Ancak böyle bir eğitim/öğretim kamu üretebilir çünkü. Zaten kaliteli eğitim/öğretim sistemleri öncelikle kamu üretmeyi hedeflerler. Belki de bu nedenle birçok ülkede söz konusu bakanlığın tabelasında Kamu Eğitimi yazar. Bunu belki de Türkiye sağcılığının trajedisi olarak da değerlendirebiliriz. Sağcılığın trajedisi, iktidarda kalmaya devam edebilmek için evlatlarının kendilerinden daha kaliteli olmalarına iyi gözle bakmamak, yani bir anlamda ülkenin önünü tıkamaktır. Çok daha vahimi, kaliteli bir eğitimi solculuk sanmaktır.