Türk edebiyatında öteki düşmanlığına dair
Edebiyat “millet olmayı” yansıtan “hayali bir aynadır.” Bu ayna, topluma milli birliğe mensup olma deneyimini yaşatır. Seçilen edebi eserlerin oluşturduğu edebiyat kanonu milli kimliği temsil eder...
DUVAR - Türk edebiyatında öteki düşmanlığı 1910’lu yıllardan itibaren başlasa da zaman geçtikçe bu düşmanlığın dozu artmıştır. 1930’lu yıllarda birtakım antropolojik verilerle Türklerin dünya medeniyetinin kurucuları olarak öne sürülmesi bu düşmanlığı “meşru” temellere oturtmuş, Türk kimliği on yıllar boyunca ötekine dini, ırki, hatta cinsel saldırı üzerinden kurulmuştur. Cumhuriyetçi eğilimli yazarlar ötekini iç tehdit yahut ahlaki tehdit olarak algılamış, bu algı giderek genişleyerek uç noktalara varmıştır.
Ulus-devlet oluş sürecinde modernleşme hususunda geciken ülkelerin en büyük sorunsallarından biri kimlik sorunsalıdır çünkü yeni rejim kendini yeni bir tarih üstünden inşa edilen yeni bir kimlikle bir Batılılaşma projesi olarak kurmak zorundadır. Bu durumda “geleneksel” halk ile “reformcu” rejim zıt düşer. Bu zıtlığı çözme işlevini de “millî kimlik” tezlerini ortaya atan yahut ortaya atılanları savunan aydınlar yüklenir. Böylelikle halk diline yaklaşmaya çalışan aydınlar edebiyat disiplinini tarihsel mitler yaratmak, milleti bir anlatı olarak kurgulamak için bir araç olarak kullanır.
Anthony Smith, bir milletin hayali bir cemaat olarak kurgulanması için ilk adımın “ortak etnik köken” olduğunu belirtir. Ortak etnik kökene dair de altı özelliğin altını çizer: Özel bir isim, ata miti, tarihi hafıza, özgün bir anayurt. Bu özelliklerin çoğuna sahip olan nüfus, “ideal bir etnik topluluk” olmaya yakındır. Yine de etnik topluluklar millete dönüşemez, söz konusu herhangi bir dönüşüm süreci kesinlikle doğal olmayacaktır. Smith tam bu noktada devletin “etnik-entelijansiyaya” bir “katalizör” işlevi yüklediğinin altını çizer. Bu entelijansiyanın görevi etnik topluluğu “keşfedilmiş” yeni bir kültür etrafında bir araya getirmektir. Başka bir deyişle edilgen bir topluluğu ulus-devlet sürecinde etken bir özne haline getirmektir amaç. Bu da Hobsbawm’ın ifadesiyle “geleneğin icat edilmesidir.” Ona göre icat edilen tüm gelenekler, devlet yaptırımlarını meşrulaştırmak ve topluluğu kendine bağlı kılmak için kullanılan araçlardır. Geleneğin icadı süreci, biçimlendirilmiş geçmişin farklı ve tekrar eden sembollerle aşılanması sürecidir. Ancak bu semboller geleneksel toplum yapısıyla çelişmektedir. Çelişki, modernleşme konusunda önemli bir unsurdur çünkü modernleşme bir kimlik kriziyle başlar. Bilimsel devlet eliyle diretilen Batılı devrimler halkın dini ve geleneksel yapısına ne derece uygundur? Bu bağlamda aydının görevi Batı’nın maddi özelliklerini alarak bunları Doğu’nun manevi büyüklüğünde eritmektir. Bu eritme işlemini tarihi bağlamda meşru kılmak için de bir “köken miti” yaratılmalıdır. Söz konusu mit olunca dil ve edebiyat, milletin anlatı olarak kurgulanışında anahtar role sahip olur. Başka bir deyişle edebiyat “millet olmayı” yansıtan “hayali bir aynadır.” Bu ayna, topluma milli birliğe mensup olma deneyimini yaşatır. Seçilen edebi eserlerin oluşturduğu edebiyat kanonu milli kimliği temsil eder, milliyetçi edebiyat gücünü buradan alır. Zira edebiyat kanonu süregiden bir geçmişi yansıtarak milliyetçi kültürel kodları nesilden nesle aktararak kamusal alanda varlığını sürdürür.
Nitekim, Cumhuriyet Dönemi’ne bakıldığında bu süreci görmek zor olmaz. Ulus-devlet inşasında ilkin fiziki antropoloji büyük rol oynar. Rejim, bu bilimin sunduğu verilerden hareketle seküler bir tarih oluşturmayı hedefler. Otuz bir yaşında Ankara Üniversitesinde profesör unvanı kazanan, Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti üyesi olan, antropolog Şevket Aziz Kansu’nun antropolojik verilerle Hititlerin brakisefal olduğunu kanıtlamayı denediği çalışmaları 1930’lu yıllarda büyük başarı kazanır. Kansu, eski Türk kavimleriyle Anadolu medeniyetleri arasında köprü kurmaya çalışır. Başka bir deyişle, Anadolu’ya göç eden Oğuzların zaten kendi ırklarıyla karşılaşmış olduklarını iddia eder. Böylelikle Anadolu, Türklerin ezeli ve ebedi yurdu olarak konumlanır. Türkler de sarı ırktan değil beyaz ırktan gelmektedir. Yani, medeniyetin kurucularının torunları Türklerdir çünkü Neolitik Çağ’ı onlar başlatmıştır. Kültür tezinin omurgasını oluşturan bu sav Eugène Pittard danışmanlığında doktora tezini yapan Afet İnan’ın, devletin tüm imkânlarını kullanarak 64 bin kişi üzerinde gerçekleştirdiği antropolojik anketle desteklenecekti. Bu tarih tezine paralel olarak dil çalışmaları da hız kazanacaktı, bilindiği üzere Güneş Dil Teorisi öne sürüldü. Teori, ilk insanların güneşe duydukları hayranlık ve korku karşısında verdiği tepkilerden yola çıkıyordu. Bu tepkiler fiziksel iletişimden sözlü iletişime geçişi sağlamıştı ve bu aşamada güneş en önemli unsurdu çünkü ilk insanlar güneşi “akıl, Tanrı, güç” gibi kavramlarla ilişkilendiriyordu. İnsanın kökenini Âdem ve Havva’ya dayandıran ontolojik tarih geleneği fiziki antropolojiyle seküler alana taşınmışken, dil de Güneş Dil Teorisi ile birlikte seküler alana taşınmış oldu. Türklerin üstün bir medeniyete ve bu medeniyetten doğan üstün bir dile sahip olduğu iddia edildi. Bu iddialar, desteğini Sümerce-Türkçe arasındaki benzerliklerin saptandığı karşılaştırmalı dilbilim araştırmalarıyla buldu. Sonuçta tüm kelimelerin kökeninin Türkçe olduğu ileri sürüldü. Artık eğitim alanına yönelmeli ve halka Türklerin “gerçek kimliği” benimsetilmeliydi…
Kültürel arka planın böyle olduğu bir dönemde tarihsel anlatıları aktarmanın en etkili araçlarından biri de zaten söylendiği üzere edebiyattı. Bu fikriyattan etkilenen Türk edebiyatında öteki düşmanlığı kolayca benimsendi. Nitekim, milliyetçi edebiyat Herkül Milas’ın belirttiği üzere(1) üç kol üzerinden ilerledi: 1) Cumhuriyetçi ulusçu edebiyat 2) Irkçı/dinsel eğilimli edebiyat 3) Popüler ulusçu edebiyat.
Bu külliyatta ilk olarak Türk kimliği öteki kimliklerden kesin hatlarla ayrılmış, ikinci olarak da Türklük bir devlet projesi içerisinde ele alınmıştır. İlki Jön Türk döneminden beri Türk edebiyatında yer alsa da ikincisi bu dönemde kuvvetlenmiş ve varlığını korumuştur. Bu külliyatın üçüncü özelliği de Türk milletinin her daim öteki tehlikesi altında bulunduğunu vurgulamasıdır. Cumhuriyetçi çizgiden örnekler vermek gerekirse ilkin Halide Edip Adıvar’dan bahsedilebilir. Halide Edip 1910’lardan 1960’lara kadar Rum kahramanları her daim olumsuz özellikleriyle ele almıştır. Nitekim, onun metinlerinde Türkleri yok etmeye çalışan kana susamış Rum karakterlere çokça rastlarız. Yine Rumlarla ilişkilendirilen Beyoğlu semti de Adıvar için fuhuş ve zührevi hastalık merkezidir. Bunu daha çarpıcı bir şekilde anlatmak gerekirse Milas’ın istatiksel verilerine bakılabilir:
“On sekizi kadın, dokuzu erkek roman/öykü kahramanı içinde bir tek olumlu Rum görülür. Kırk altı olumsuz olay/yargıya karşı ise hiçbir olumlu söz yoktur. Olumsuz yargılar yüzde 99 kadardır. Zaman içinde farklılaşmalara dikkat edildiğinde, 1919’dan önceki dönemde birkaç ‘tarafsız’ nitelemenin biraz daha kabarık olduğu görülebilir. Heyula’nın yayımlandığı 1909 yılı ile Hayat Parçaları’nın ortaya çıktığı yıl olan 1963 yılı arasında, ‘öteki’nin imajı açısından önemli bir fark görüldüğü söylenemez.” (Milas 2005, s.78)
Aynı eğilime sahip olan bir başka isim de Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dur. Onun Rum karakterleri de tamamen olumsuz özellikler taşır. Çoğunun amacı Türkleri yok etmek olup Türk kızlarının ırzına geçmek isterler. Adıvar’la aynı şekilde Rum kültürünün merkezi olarak kabul ettiği Beyoğlu semtini sapkın yatağı olarak görür. Hatta, Rum ağzıyla konuşanlardan dahi tiksinir. Şaşırtıcı gözüken ise Yakup Kadri’nin 1910’lı yıllarda kısa bir zaman için dahi olsa Nev-Yunanilik görüşünün hevesli bir destekçisi olmasıdır. Yunan kültürüne duyduğu bu ilgiyi 1930’lu yıllardan itibaren “meşru” bir zemine oturtacaktır sonunda. Zira bu tarihten itibaren artık Türk Tarih Tezi’ni benimsemiştir. Antik Yunanlıları çağdaş Yunanlılardan ayırarak antikite kültürünü Türk kökenli görmektedir. 1930’dan sonra yazdığı romanlarda yer alan betimlemelerde Türk-Yunan benzerlikleri çokça yer alır. Öyle ki Panorama’da Mustafa Kemal’i Promete’ye, sofralarını da Sokrat meclislerine benzetecektir.
Irkçı/dinsel eğilime gelindiğinde ise cumhuriyetçilerden çok daha genç bir kuşakla karşılaşırız. Bu kuşakta ilkin Nihal Atsız’dan bahsetmek gerekir. Artık, Rumların ulusal tehdit olarak algılandığı, Türklerin ahlakını bozduğu cumhuriyetçi çizgi tamamen ırki bir boyut kazanmıştır. Kısaca, Türk olarak doğmayan her ırk veya topluluk aşağılanır: Çinliler, Rumlar, Çingeneler, Yahudiler, Bulgarlar, Sırplar… Atsız, ötekini aşağılık varlıklar olarak görürken Türkler çocuk yaşta dahi üstün özelliklere sahiptir. İlaveten, Türklerin dindar olduğunu vurgulamasına rağmen asıl üstünlüğü son tahlilde ırka yükler.
Tarık Buğra da paralel bir çizgide ilerler. Ona göre Türklere tarihsel bir misyon yüklenmiştir ve öteki bunun karşısındaki engeldir. Öteki gaddar ama korkaktır. Üstelik cinsel açıdan da yetersiz görülür. Buğra metinlerinde Rum kadınlar ister evli ister bekâr olsun soyundan gelen ulusal misyona sahip yüce erdemli Türk erkeklerine âşık olurlar.
Cumhuriyetçi ulusçu ve ırkçı/dinsel eğilimden farklı bir örnek vermek gerekirse Mavi Anadolucu Halikarnas Balıkçısı’na bakılabilir. Balıkçı, genel anlamda Türk ve Rum denizcilerin dostluğunu vurgulayan, yine genel anlamda insancıl metinler kaleme alan bir yazar olmasına karşın nedendir bilinmez 1960’larda yayımladığı iki romanı Uluç Reis ve Turgut Reis ile birlikte ırkçı bir çizgiye kayar. Bu romanlarda Balıkçı, gayrimüslim kadınların Türk korsanları tarafından tecavüze uğramayı dört gözle beklediklerini yazacak kadar ileri gider.(2)
Şüphesiz, bu denli uzun bir konuyu etraflıca irdelemek bu yazının boyutunu aşar. Ancak Türk edebiyatında öteki düşmanlığının 1910’lardan itibaren görüldüğü fakat ulus-devletin inşası sürecinden itibaren bu düşmanlığın giderek arttığı ve Türk kimliğinin ötekinin antitezi olarak kurulduğu açıktır. Bazı eserlerde zenofobi bazı eserlerde ırkçılık şeklinde biçimlenen öteki düşmanlığı çoğu zaman da gayrimüslim kadınların bedeni üzerinden pekiştirilmiştir. Beyoğlu’nun “fahişe yuvası” olarak görülmesi yahut gayrimüslim kadınların Türk kahramanlara karşı duydukları duygusal ve cinsel ilgi uç noktalara (!) varmıştır.
Öte yandan öteki düşmanlığının siyasi-kültürel izleği unutulmamalıdır. Zira tüm bu metinler arka planda siyasi bir ideali barındıran kapsamlı bir devlet projesinin yansımalarıdır.(3)
- Herkül Milas, “Türk ve Yunan Romanlarında ‘Öteki’ ve Kimlik”, İletişim Yayınları, 1. Baskı, 2005.
- Bu konuya dair ayrıntılı bir yazı için bkz. Murat Belge, Birikim Dergisi, “Mavi Anadolu Tezi ve Halikarnas Balıkçısı”: https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-210-ekim-2006-sayi-210-ekim-2006/2393/mavi-anadolu-tezi-ve-halikarnas-balikcisi/4876
- Son olarak, yazı başlığının genişliği göz önüne alındığında yazıdaki bazı noktaları kaynak belirterek uzun uzadıya yazmak mümkün olmadı. Teorik bölüm hususunda Anthony Smith, Eric Hobsbawm, Benedict Anderson, Gregory Jusdanis gibi yazarların çalışmalarından faydalanıldı. Ulus-devlet sürecinde Türk kimliği ve antropoloji konusunda ise Zafer Toprak’ın makalelerinden, bilhassa da Nazan Maksudyan’ın “Türklüğü Ölçmek-Bilimkurgusal Antropoloji ve Türk Milliyetçiliğinin Irkçı Çehresi 1925-1929” (Metis Yay., 2005) adlı kitabından faydalanıldı. Romanlara dair alıntı ve istatistik için de Herkül Milas’ın zikredilen kitabına başvurulabilir.