Türk futbolunda kıtlık algısı ve transfer

Bir ürünü veya hizmeti gerçekte olduğundan daha kıtmış gibi gösterip sizi ederinden fazla ödemeye ikna etmek serbest piyasa ekonomisinin meşhur yöntemlerinden biri.

Google Haberlere Abone ol

Suat Başar Çağlan

Neoliberal dünyanın tatlı masallarından olan kıtlık algısını hepimiz bir şekilde tecrübe ediyoruz. Sosyal psikoloji ile iktisadın kesişim kümesinde yer alan “kıtlık algısı”, adından da anlaşılacağı üzere, basitçe şöyle işliyor: Bir ürün veya hizmet, piyasada, gerçekte olduğundan daha az varmış gibi gösterilerek talebin; ve dolayısıyla elde edilecek kârın artırılması hedefleniyor. Tüketiciler ise onu bulamayacakları yönünde sahte bir telaşa düşüp ederinden fazlasını vermeye razı oluyor. Bu yapay gerçeklik, hakikat sonrası Türk futbolunu ele geçiren hastalıklardan biri.

Futboldaki kıtlık algısının ve bu algının yarattığı sonuçların farklı örnekleri var. İlki, bir kulübün aynı oyuncuyu birden fazla kez transfer etmesi. İkincisi, menajerler aracılığıyla sunulan kısa listeler yüzünden birden fazla kulübün aynı birkaç oyuncu için kavgaya tutuşması. Üçüncüsü ise aynı takımı iki, üç, beş kez çalıştıran hocalar. “Yuvaya dönme” anlatısının bu kadar rağbet görmesinin altında ise daha derin sebepler yatıyor. Konfor alanımızdan çıkmak ve yeniyi denemek kâbus gibi geliyor; liyakatten ziyade ikili ilişkilere dayanan karşılıklı borçluluk duygusu ise bilinmeyenle karşılaşmamak için başka bir bahane veriyor.

HADİ GELSİN

Gökhan Gönül ve Caner Erkin Fenerbahçe-Beşiktaş-Fenerbahçe trafiğiyle yakın dönemin en göze batan isimleri oldu. Bunun yanında her yıl düzenli olarak Galatasaray’a gelip giden bir Onyekuru’muz, Beşiktaş’ta iki kez oynamış Burak Yılmaz ve Quaresma’mız var. Besleyici liglerde yetişip veya gelişip Avrupa’nın beş büyük ligine giden ve aradığını bulamayan ya da miadını dolduran Cenk Tosun, Arda Turan, Hami Mandıralı gibi örnekler görece normal karşılanabilir. Hollanda, Belçika, Portekiz gibi liglerde de böyle birçok oyuncu bulmak mümkün. Ama bunun takımı güçlendirmek için ilk çare olarak görülmesi giderek yaygınlaşan bir hastalık haline geldi. Beşiktaş’ın santrfor eksiği mi var? Cenk geri gelsin. Fener sol bekte sıkıntı mı yaşıyor? Caner’i çağıralım. Galatasaray kadrosuna yine hızlı kanat oyuncusu koymayı unutmuş muyuz? Ara Onyekuru’yu.

Oyuncuların eski kulüplerine dönmesi elbette suç değil, ama hem sıkıcı hem de başka olumsuz yanları var. Bugünün sebze hallerinde fiyatı ve kârlılığı düşürme riski taşıyan fazla mal çürümeye terk edilebiliyor. Aynı şekilde, yeni ve muhtemelen yaşlı oyuncuların belli takımlardaki “kadrolu” statüsü yüzünden birçok genç ve gelecek vaat eden oyuncu çürümeye terk ediliyor. Bunun sonucunda mesela Çağlar Söyüncü gelip dört büyüklerde takıma girmeye uğraşacağına çok daha akıllıca bir yöntem izleyip Freiburg’a gidiyor. Biliyor ki ülkede kalsa ya takıma giremeyecek, ya zar zor forma bulacak ya da iki hatadan sonra futbolcu bile olmadığı ilan edilecek. Sonuçta lig kendi yaklaşımı yüzünden kendi yetiştirdiği isimlerden mahrum kalıyor.

MENAJER ETKİSİ VEYA K.E.Ç.İ. STOCH

Transferde farklı takımların aynı oyunculara takılıp kalması da kıtlık algısı yaratıyor. Yabancı sayısının 4, 6, 8 gibi daha düşük sayılarla kısıtlandığı dönemlerde bu etki daha da belirgindi. Mehmet Topuz Meydan Muharebesi’ni birçoğunuz hatırlar. Kayseri’nin yıldızı ve iyi bir orta saha oyuncusu olan -ama o kadar da muazzam bir futbolcu olmayan- Topuz, spor medyasının çok sevdiği “transferi yılan hikâyesine dönen” sıfatını en çok hak eden isimlerden biri olmuş, önce Beşiktaş sonra Fenerbahçe forması giydiği fotoğraflar basına sızdırılmış, neticede 9 milyon euro bonservisle Fenerbahçe’ye yar olmuştu. Ama maalesef bu kapışmalar geçmişte kalmadı.

Kulüplerle hatır gönül ilişkisi içindeki menajerler bazen piyasayı kızıştırmak bazen de hiçbir olası fırsatı kaçırmamak için üç beş yabancının adını aynı anda hem basına hem sosyal medyaya hem de kulüplerin var mı yok mu bilemediğimiz “transfer komitelerine” sunmayı âdet edindiler. Bir ara Miroslav Stoch dünyanın gelmiş geçmiş en iyi futbolcusu oldu, sonra Jeremain Lens üç günde Garrincha’ya dönüştü, geçen sezon başında ise Eran Zahavi’nin kalitesi Dennis Bergkamp ile kıyaslandı. Çoğu zaman en fazla vasat sayılabilecek oyuncular menajer, kulüp yöneticisi ve basın işbirliğiyle “bulunmaz Hint kumaşı” mertebesine yükseltildi. Bunların bazıları gerçekten de ülkeye geldi ve ne oldukları görüldü; bazıları ise gerçekleşmemiş sahte rüyalar olarak kaldı.

KARŞINIZDA YENİ-ESKİ-YENİ-ESKİ-YENİ HOCAMIZ…

Öte yandan “yuvaya dönme” ve “vuslat” anlatıları oyuncularla bitmiyor. Fatih Terim (4 kez Galatasaray, 3 kez Milli Takım), Şenol Güneş (4 kez Trabzonspor, 2 kez Milli Takım), Mustafa Denizli (3 kez Galatasaray), Ersun Yanal (3 kez Trabzonspor, 2 kez Fenerbahçe), Hikmet Karaman (3 kez Ankaragücü, 3 kez Rizespor) ve Yılmaz Vural (kusura bakmayın sayamıyorum) mükerrer tayinler listesinin başında yer alıyor. Bu isimler kimi zaman ustalıkları ve hem kulübün hem de ligin kısa yollarını iyi bilmeleri, kimi zaman camia içindeki güçleri, kimi zaman taraftar baskısı, kimi zaman düşük maliyetli olmaları sebebiyle yeniden göreve çağrılıp duruyor.

Yukarıdaki isimlerden bazıları oynadığı takıma hoca veya yönetici olarak dönen isimler. Tarih boyunca pek çok kulübün simge isimleri efsane statülerini farklı kademelerde görev ve sorumluluk alarak kazandı ve bunda şaşılacak veya itiraz edilecek bir durum yok. Öte yandan artık teknik direktörlük, sportif direktörlük veya spor yöneticiliği gibi alanlar çok daha özelleşti ve apayrı bir uzmanlık gerektiriyor. Baba Hakkı’nın Beşiktaş’ta futbolcu, teknik direktör ve başkan olduğu günler amatör bir devrin hatıralarıydı ve anı olarak çok güzeller. Ama bugün tüm bu görevler için çok farklı yetkinliklere ihtiyaç var. Örneğin on ay öncesine kadar Fenerbahçe’de forma giyen futbolcu Emre Belözoğlu, bir üstinsan misali bu süre zarfında önce sportif direktörlüğü hatmetti, şimdi de teknik direktörlüğe başlıyor. Emre Belözoğlu gerçekten de harika bir teknik direktöre dönüşebilir, ama bu ihtimal Fenerbahçe’nin onu göreve getirmekle makul olmayan ölçütlere dayalı bir kumar oynadığı gerçeğini değiştirmiyor. Dolayısıyla bu örneklerde kabahati tercih edilen kişide değil, onu tercih eden kulüpte aramak gerekiyor.

Kıtlık algısı hem vazgeçilmezlik efsanesini hem de kişi kültünü besliyor. Bir kulübe hizmet veren ve belli bir seviyeye ulaşan figürler gerek benzerlerine her gün rastlanmadığı gerekse kişisel ilişkileriyle organizasyonun içine kök saldıkları için hayaletleri kulüp binasının etrafında dolaşmayı sürdürüyor. Böylelikle örneğin Fatih Terim Galatasaray’ın başında değilse ve mevcut hocanın gönderilmesi düşünüyorsa, camianın içindeki “Old Guard” anında Terim’in ismini ön plana çıkarıyor. Ya da Fenerbahçe’nin geçtiğimiz günlerde Erol Bulut örneğinde yaşadığı gibi, geçmişten kalan hiyerarşi bugünün görev dağılımına gölge düşürüyor.

Bazı küçük adımlar geçici de olsa çözüm getirebilir. Örneğin teknik direktör dolaşımı konusunda Serie A örneği izlenerek, bir teknik direktörün bir sezonda aynı ligde birden fazla takım çalıştırması yasaklanabilir. Bu kural ilk bakışta hocaların aleyhine görünüyor, ama zaman içinde istikrar ve itibar getirecektir. Aynı sezon içinde bir takımdan ayrılmış hocalar “boşta” olmayacağından, yönetimler teknik direktörleri “kolay sarf malzemesi” olarak gören anlayıştan mecburen uzaklaşmak zorunda kalacaktır. Bu sayede hocaların üzerindeki kovulma baskısı azalabilir. İllaki yeni teknik direktör getirilecekse, o sezon takım çalıştırmamış birinin bulunması gerekir; böylece biz de ligin içinde sürekli dolaşım halindeki 25 hocadansa yeni yüzlerle müşerref olabiliriz.

'BAŞKANIM ONU AL!'

Son olarak işin bir de taraftar boyutu var. Bugün internet bağlantılı bir akıllı telefonunuzun olması, tuttuğunuz takımın yöneticilerine eylem çağrısında bulunmaya yetiyor. Bir şey yapmazsa koltuğunu kaybedeceği vehmine kapılan yönetici panik içinde harekete geçtiğinden ne çok fazla zamanı ne de çok fazla seçeneği oluyor. Neticede kulüpte oyunculuğuyla veya hocalığıyla kabul görmüş birini “yuvaya çağırmak” çok daha risksiz görünüyor. Transfer savaşları da benzer bir kozu içinde taşıyor. Lens’in bonservisini Fenerbahçe değil Beşiktaş alınca siyah-beyazlı taraftar kendini büyük bir zafer kazanmış addediyor. Yönetim de çok daha faydalı olabilecek, daha az maliyetli ama pek tanınmayan bir oyuncuyu getirmekle uğraşmaktansa, takım yararını arka plana atıp popülizm pastasından tatlı bir ısırık alıyor.

Bütün bu yaşananlar ve yasaklamaya varan çözüm önerileri, aslında daha derin bir dönüşümün gerektiğini gösteriyor. Konfor alanımızdan çıkmak, yeni oyuncularla ve hocalarla tanışmak, eskinin yüklerini atmak, yeri doldurulamaz görünenlerle vedalaşmak veya ancak belli vasıflar kazandıktan sonra yeniden buluşmak o kadar da kötü olmayabilir. Türkiye liginin seviyesi düşünülünce Balkanlardan Afrika’ya, Latin Amerika’nın başaltı ülkelerinden kendi altyapılarımıza kadar binlerce seçeneğimiz var. Türk futbolunun ivme kazanmasının önündeki engel çoğu zaman yetersizlikler değil, gereksiz ağırlıkları atamamak oldu. Kişi kültlerini bir yana bırakıp akıllı hamlelere odaklanmak ve bilinmeyenle karşılaşmak heyecan verici bir başlangıç olabilir.