YAZARLAR

Türk yargısı otopsi raporudur

Uygulanmayan AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararları bu dönemin en önemli tartışma konuları. Özellikle AİHM kararları nedeniyle Türkiye, kurucu muamelesi gördüğü Avrupa Konseyi’nde yaptırımlara muhatap olacak. Belki üyeliği askıya alınacak belki de oy hakkı dondurulacak. Bu AB sürecini de çok olumsuz etkileyecek. Durum hayli ciddi yani.

Başlıktaki otopsi tanımını biliyorum ki önce ağır bulacaksınız. Çünkü hep öyle olur. İnsandaki ilk tepki duygusaldır, mantık sonra devreye girer. Bu geçiş süreci sonrasında, bu başlığın meseleyi anlatmak için yeterli olduğunu düşünüp yazıyı bile okumaya gerek duymayacaksınız. Çünkü yargı cumhuriyet tarihi döneminde en çok tartışılan konuların hep başındaydı. Şimdi de öyle ama bir farkla, şimdi eleştirebilmek için bile, zorlasanız da yargı olarak kabul edebileceğiniz bir sistem, bir kurum yok. O nedenle teşhis tedavi aşamasını geçerek otopsi ihtiyacının altını çizmek istedim. Bu otopsi meselesinde en önemli dayanağım, görev yaptığı dönemde yargıyı sürekli eleştiren eski Adalet Bakanı Abdülhamit Gül ve halen eleştiren Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Aslan’dır. Yani yönettikleri kurumları eleştiren bakan ile yüksek mahkeme başkanı. Onlar eleştiriyorsa ve bunu biz de düzeltemeyeceksek, o zaman otopsi şart oluyor.

Bu coğrafyada, çok kimlikli ve son dönemi çok kötü yönetilmiş bir imparatorluk bakiyesinden bağımsız bir ulus devlet yaratmak, hem de o kötü yönetilen imparatorluğun kurumlarını devam ettirerek bunu yapmak gerçekten çok zordur. Bunun sıkıntıları da halen mevcuttur. Bugün 1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurumları olarak çalışan Yargıtay ve Danıştay 1837 yılında beraber kuruldu, 1868 yılında da tam da bugünkü görev bölümüne göre ayrıldı. Danıştay ile 1962 yılında kurulan Anayasa Mahkemesi'nin üyelerinin tamamı hakimlerden oluşmuyor. Bürokrasi deneyimi olanlar da var. Çünkü dava konuları devletin yazılı metinlerdeki gibi işleyip işlemediğini denetlemekle ilgili.

Demokrasi açısından baktığınızda bir sıkıntı görebilirsiniz, çünkü milli irade yani TBMM içinden çıkmış hükümeti ve onun uygulamalarını denetleyen hukuki bir bürokratik yapı Danıştay ve bizzat TBMM’nin yasama faaliyetlerini anayasa açısından, kişisel yorumlarıyla denetleyen ve hukuki temelleri olan politik kararlar veren bürokratik bir yapı Anayasa Mahkemesi. Bu kurumlar düzgün çalıştıkları zaman hem içinde yer aldıkları devlete hem de demokrasiye katkı sağlarlar. Dünya örnekleri bunu teyit eder. Örneğin ABD eski Başkanı Trump, seçimler öncesi “kaybedersem Anayasa Mahkemesi bu seçimi iptal eder, genelkurmay başkanı darbe yapar” diye açıklama yaptı, Trump’ın atadığı mahkeme üyesi ile yine onun atadığı genelkurmay başkanı,”Trump’a değil anayasa bağlıyız” açıklaması yaptı. Mesele bu kadar basit, devlet, seçilmiş bir maceracıya karşı kendini böyle korur yani.

Dönemi Cumhuriyetin ilanından başlattığınız zaman Türkiye’de yargının devletin bir aparatı olarak işlev gördüğünü söyleyebiliriz. Bu, çok partili hayata geçtikten sonra da değişmemiştir. DP iktidarında, refleks olarak tam da bugünkü gibi iktidardan yana pozisyon alan yargı, devlet-iktidar ayrımında geleneksel yerine dönmüş, siyasetin karşında yer almıştır. AKP, devlet içinde mutlak hakim olunca devletleştiği için yargının pozisyonunda bir değişiklik olduğunu söyleyemeyiz. Bu kez tek değişiklik siyasi iktidar ile devlet ayrımının kalmamış olmasıdır. Tarihsel hatırlatma yaptığımız için bir noktayı da belirtmek lazım, 1960 yılına kadar güçlü bir iktidar aparatı olmamıştır yargı, bürokratik sıradan bir kurum muamelesi görmüştür. Bu niteliği nedeniyle de üzerine politik olarak çok abanılmamıştır.

Türk yargısının bugün de tartışılan örnek uygulamalarının başında İstiklal Mahkemeleri gelir. Kurtuluş savaşı mücadelesinin bir parçası olarak kurulmuş ve işlev görmüştür. İstiklal Mahkemeleri dönem dönem ihtiyaç oldukça kurulmuş, görevini gerçekleştirdikten sonra da kapatılmıştır. Adı mahkeme bile olsa tarihçiler ve hukukçular bunlara yargı kurumları olarak bakmamaktadır. İstiklal Mahkemelerinin en tartışmalı davalarından birisini de İzmir suikastı davası oluşturur. Bu yargılamalar, hukuki bir niyetten ziyade, mevcut muhalifleri tasfiye olayı olarak değerlendirilir.

Yassıada Mahkemeleri de bugünkü yargı tartışmalarının önemli bir başlığını oluşturur. Bir cumhurbaşkanının yargılandığı ilk ve tek davadır. Anayasa’da cumhurbaşkanının sadece vatana ihanetle yargılanacağının belirtilmesine rağmen bu yargılama yapıldı. 2 bakan ve bir başbakanın asılmasına karar verilen mahkeme özel olarak oluşturuldu ve yargılama konuları arasında Afgan tazısı bile vardı. 12 Mart muhtırası ve onun oluşturduğu iktidar döneminde de yapılan yargılamalar tartışmalıdır. Deniz Gezmiş ve arkadaşları, işledikleri suçlara yönelik yapılan zorlama yorumlarla, TBMM’nin de onayıyla, yargı kararıyla idam edildiler. 12 Eylül darbe döneminde yargı işlevi sıkıyönetim mahkemelerinde yerine getiriliyordu ve mahkeme heyetinde darbeyi yapan askerler vardı. Yargılamalar tam da darbecilerin dediği gibi “bir sağdan, bir soldan” idam cezalarıyla gerçekleşiyordu. O dönemin yargılamalarındaki hukuksuzluklar halen politik olarak da tartışma konusudur.

AKP iktidarı asıl niyetini gizlemek için 2010 yılında yaptığı anayasa değişikliğinde 12 Eylül’ün aktörlerini de yargılamayı vaat etti ama bunun pratikte mümkün olmadığı görüldü. Çünkü 12 Eylül başarılı olmuş bir darbeydi ve artık kurucu irade haline gelmişti. Kendi kurduğu sistem ile yargılanamazdı. Nitekim öyle oldu, hasta yatağındaki 2 darbeci hakkında yargılama başladı ve yargılama onlar ölünce bitti. Bir ara dönem olarak 28 Şubat’taki yargı tartışmaları genelkurmay karargâhında verilen brifingler üzerinden yapıldı. Yargı adına vahim bir durumdu.

AKP iktidarı başlarda AB üyelik süreci üzerinden yargıda reform paketleri açıkladı, Venedik kriterleri gereği bakan ve müsteşarın içinde yer almayacağı HSYK modeline çalıştı. Ergenekon ve benzeri davalarda operasyonel olarak kullandığı cemaat organizasyonu ile meseleyi yargının tamamını cemaat mensuplarına teslim etmeye kadar getirdi. 2010 referandumu ve sonrasında oluşturulan HSYK listesi bunun somut göstergesiydi. Bir yandan o dönemin yargısı, siyasi iktidarın alanını temizlemek için askerleri çok rahat yargılarken öte yandan siyasi karşılığı olmayan ve “devlet adına” işlendiği ima ve iddia edilen davaların tamamında askerlere dokunmuyordu. Ya da çok zor yol alıyor, etkisini kaybettirmeye çalışıyordu. Umut Kitapevi davası buna örnektir. AKP döneminde yargının nereye evrileceğinin önemli davalarından birisi de Deniz Feneri’ydi. Davayı açan ve Almanya ile birlikte yol alan savcı ve hakimlerin başına gelmeyen kalmadı. Sonuçta uygun bir heyet ile bu dava beraat ile sonuçlandırıldı, Almanya’da hüküm altına alınmasına karşın.

17/25 Aralık operasyonları ve 15 Temmuz darbe yargılamaları ara başlık içinde ele alınamayacak tartışmalar barındırmaktadır. Biz bugüne gelelim. “Fetö” davaları yargıyı etkileme gücü olanlar için son dönemin en önemli kazanç kapısıdır. Bu durum AKP içinde de “Fetö borsası” olarak eleştirilmektedir.  Eleştirilen sistemin içerisinde eski ve yeni AKP’li ve MHP’li milletvekillerinin isimleri de geçmektedir. Bu sistemde iktidarın taleplerini yerine getiren hakim ve savcıların da menfaat temin etmesine göz yumulduğu da ileri sürülmektedir. Nitekim Sedat Peker’in iddialarının merkezindeki bölge idare mahkemesi başkanı hakimin pahalı arabasını savunurken, “hakim ve savcıların yarısının arabası benimkinden pahalı” açıklaması da bunu doğrular niteliktedir. Uzun zaman önce Yargıtay başkanları hakim ve savcıların ekonomik durumlarındaki sıkıntıyı anlatmak için “cüzdan ve vicdan” arasına sıkışmaktan bahsederlerdi. Artık bahsetmiyorlar.

Davalara iktidar ya da Erdoğan’ın nasıl müdahale ettiği de tartışma konusudur. Öyle ya, bazı davalarda bu müdahale açık bir biçimde görülüyor. Tahliye kararı verilen bir sanık hakkında hemen başka bir mahkeme tarafından başka bir davadan birkaç saat içinde tutuklama kararı veriliyor. Erdoğan Adalet Bakanı üzerinden mi yoksa bir danışman ya da görevli aracılığıyla mı müdahalede bulunuyor? Müdahalede bulunuyor mu? Sorusu da ortada duruyor aslında. Ama şu biliniyor, aynı Ergenekon davalarında olduğu gibi savcı ya da başsavcı ile doğrudan iletişim kuruyor. Arada Adalet Bakanı ya da bir danışman bulunmuyor. O nedenle bu ilişkiyi kurduğu savcı ya da hakimi sürekli kolluyor. Son örneği Yargıtay’ın bir kapısından sokup aynı gün öbür kapısından çıkararak, zorlama ile Anayasa Mahkemesi üyesi yaptığı İrfan Fidan’dır. Fidan şimdi Anayasa Mahkemesi’nde Erdoğan’ın eli, koludur.

Uygulanmayan AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararları bu dönemin en önemli tartışma konuları. Özellikle AİHM kararları nedeniyle Türkiye, kurucu muamelesi gördüğü Avrupa Konseyi’nde yaptırımlara muhatap olacak. Belki üyeliği askıya alınacak belki de oy hakkı dondurulacak. Bu AB sürecini de çok olumsuz etkileyecek. Durum hayli ciddi yani. Konu Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş ile ilgili. Durumun daha da ciddileşmesi üzerine Cumhurbaşkanı geniş katılımla Hukuk Politikaları Kurulu’nu topladı. Toplantıda Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu, Adalet Bakanı Abdülhamid Gül, Mit Müsteşarı Hakan Fidan da var. Çavuşoğlu, Adalet Bakanı Gül ile birkaç kez AİHM kararlarını uygulamamanın sıkıntı yaratacağını Cumhurbaşkanına aktardığını hatırlatıyor konuşmasında. Durumun çok sıkıntılı olduğunun altını çiziyor. Çünkü Avrupa Konseyi yaptırım kararı için Türkiye’yi, kararlarını uygulamadığı ve tanımadığını açıkladığı AİHM’e sevk etmiş durumda. Burada MİT müsteşarı Fidan devreye giriyor ve “Kavala etki ajanıdır. Bunda hiç şüphemiz yok, bundan eminiz. Ama yaptığı her şey yasal sınırlar içindedir. Bu yaptıklarını suç olarak tanımlayıp onu içerde tutamayız, tutukluluk hali yanlıştır” diyor.

Bu konuşmanın ardından Erdoğan, meselenin bu noktaya gelmesinden tamamen Adalet Bakanlığı’nın sorumlu olduğu ileri sürerek neden bunun önlenemediğini Bakan Gül’e soruyor. Gül, kısa bir süre önce Uğur Dündar nedeniyle muhatap olduğu eleştirinin üzerine bu gelince bozuluyor ve sorumluluğun tamamını üstlenerek affını istiyor. Ve affı yani AKP terminolojisindeki istifası kabul ediliyor. Erdoğan’ın bakanları istifa ettirmesinin bir yöntemidir, daha önce bildiği bir konuyu gündeme getirip buradan eleştirmek. Ve sonra 17/25 Aralık ve 15 Temmuz’da yargının direksiyonunda olan isim Bekir Bozdağ milletvekilliğinden ayrılarak 3. Kez bakan koltuğuna oturuyor. İşte yargıdaki otopsi meselesi de burada başlıyor… 

Not: Türkiye “hukukun üstünlüğü” endeksine göre 139 ülke arasında 117’nci sırada bulunuyor.


Sedat Bozkurt Kimdir?

Gazi Üniversitesi Basın-Yayın Yüksek Okulu gazetecilik bölümü mezunu. Mesleğe Günaydın Gazetesi’nde başladı. 34 yıllık gazetecilik serüveninde Anka Haber Ajansı, Yeni Yüzyıl, TV 8, Yeni Bin Yıl, ATV, Birgün Gazetesi ve Fox Tv’de, muhabirlik, yazarlık, haber müdürlüğü ve temsilcilik görevlerinde bulundu. Bir dönem Bilkent Üniversitesi’nde genel gazetecilik, 7 yıl da Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde “medya ve toplumsal temsil ile yurttaş gazeteciliği” derslerini verdi. Mesleki alanda pek çok ödül aldı. Meslek örgütlerinde çeşitli yöneticilik görevleri üstlendi. ÇGD, TGS, PMD ve Gazeteciler Cemiyeti üyesidir. Yayınlanmış çok sayıda politik makalesi ile birkaç öyküsü bulunmaktadır. Deneyimli bir Ankara gazetecisidir.