Türkan Elçi: Mavi Karga, bulunduğumuz dönemin göğünde ve karasında karmakarışık ruh haliyle dönüp dolaşmaktadır...
Türkan Elçi ilk romanı 'Mavi Karga'da acıyı, yası, kaybı, kadın haklarını masaya yatırıyor; iyiliğin, umudun, dostluğun gücünü bir karganın ve bir kadının kesişen hikâyeleri üzerinden yorumluyor...
Özlem Karahan
DUVAR- Türkiye, Türkan Elçi’yi, Diyarbakır Barosu Başkanı eşi Tahir Elçi’nin Dört Ayaklı Minare’nin altında öldürülmesinin ardından verdiği hukuk mücadelesiyle tanıdı. Bir yandan en yakınını kaybetmenin acısı ve yasıyla yaşamayı öğrenip adalet için zorlu bir hukuk mücadelesi verirken diğer yandan hayatında yeni sayfalar açtı: Tahir Elçi İnsan Hakları Vakfı’nı kurdu, öğretmenliği bırakarak hukuk eğitimi aldı, lisansını tamamladı ve yazmaya daha sıkı sarıldı.
Edebiyatın insanlar ve toplumlar için barıştırıcı, öğretici, iyileştirici gücünün farkında bir edebiyatçı olarak her zaman şiir ve öyküler kaleme alan Elçi, bu süreçte bir de roman yazdı. Sistemlerin ve insanların “adalet terazisini” kurgusal bir metinde yeniden resmettiği ‘Mavi Karga’ adlı bu romanında acıyı, yası, kaybı, kadın haklarını masaya yatırıyor; iyiliğin, umudun, dostluğun gücünü bir karganın ve bir kadının kesişen hikâyeleri üzerinden yorumluyor. Doğan Kitap etiketiyle raflarda yerini alan ‘Mavi Karga’yı, ilk roman deneyimini ve yazma sürecini Türkan Elçi’yle konuştuk.
İşkenceler görmüş, elleri ve ayakları bağlanarak bir tarlada ölüme terk edilmiş bir kadınla sadece aşk ve özgürlük istediği için türlü acılar yaşamış bir karga olan Özgür Telek’i buluşturma fikri nasıl ortaya çıktı?
Onları buluşturan ben değilim, acının kendisidir. Aslında acıda buluşma meselesini kısacık bir anekdotla anlatmaya çalışayım. Henüz eşimi kaybetmediğim yıllardı; yani yasın, acının ne demek olduğunu bilmediğim yıllar… Ölümle tanışmamıştım anlayacağınız. Bir tanıdığımızın oğlu katledilmişti, ben de taziye ziyaretinde bulunmuştum. Taziyenin olduğu oda; çocuğunu, eşini veya bir yakınını kaybeden kadınların acı ağıtlarının bir araya cem olduğu bir ibadethaneye dönmüştü sanki. İçlerinden birini unutamam: Bıçaklanarak katledilen yirmi yaşındaki oğlunu sabah evden uğurladıktan sonra akşam eve dönmeyişini bir anlatışı vardı ki, insanı kendi yasının içine çekiyordu. Okuma yazma bilmeyen o kadının oğlunu pencereden son görüşünü, üzerindeki gömleği ve yürüyüşünü anlatışı... Hiçbir şair içindeki acıyı bu kadar sahici anlatamazdı. Ölümü anlatışındaki şiirsellik, gücünü oğluna duyduğu sevgi ve acıdan alıyordu; ölümün sahiciliği yani. Yer minderlerinin üzerine oturmuş kadınların seslerini benzeştiren kader birliği ve kederin derinliğiydi.
ACININ AKRABALIĞI
Bu ülke de yasın yaşandığı o odaya döndü uzun zamandır. Acının akrabalığıyla herkes aynı mekânda bir araya geliyor. Romanda da buğday sapları ve bir ağaç dışında başka bir şey göremeyen bir kadın ve Mavi Karga ortak bir mekânda buluşuyor. Kadın yanı başındaki karga için; "Bu kargada farklı bir şey daha var... Ruhuma iyi gelen bir aşinalık, dingin gövdesinden yayılan, ruhunu sazlıktan almış, dokuz boğumdan mürekkep bir neye benzer sesiyle ötmeye başladı" der. Bahsettiği sesin aşinalığı odada minderlerin üzerinde ağıt yakan kadınların birbirlerinin sesine olan aşinalığıdır. Özgür Telek ve kadın biraz da yer minderlerinin üzerinde buluştu diyebiliriz.
Bir yanda “Tek ağaç, tek ötüş” şiarının hüküm sürdüğü, bütün kuşların kardeş olduğunu söylemenin büyük suç sayıldığı, her şeyin kurallar ve yasaklarla önceden belirlendiği bir hükümranlık olan mezbelede yaşayan kuşlar var. Diğer yanda bombalanan, yıkılan mahallelerde baskı ve zulüm altına yaşayan ve işkenceler gören, ölen insanlar... İki tarafın hikâyesi oldukça benzer, hem de tanıdık. Neden her yanda zulüm var?
Bazı eserler yazıldıkları dönemin aynasıdırlar. Mavi Karga, bulunduğumuz dönemin göğünde ve karasında karmakarışık ruh haliyle dönüp dolaşmaktadır. Bazen uçacak kanat bulamamaktan yakınır, kanatları ruhsuz bir dal parçası gibidir. Biz de çoğu zaman böylesi bir ruh haliyle dönüp dolaşmıyor muyuz? Kendimizi kötü hissetmemiz için sosyal medyaya bir iki dakika bakmamız kâfi geliyor. Aynaya bakarken kendimizi görüyoruz, keşke bu aynada daha güzel bir şeyler görebilseydik.
'KATİLLER HİSLİ İNSANLAR OLAMAZLAR MESELA...'
Sizin her zaman acıyla bir meseleniz var. Düşünsel bir ilişki kuruyorsunuz acıyla. Onu bir düşman, kaçınılması gereken bir tehlike olarak görmüyorsunuz. Örneğin geçmişte bir röportajınızda; “Her insan kendi acısıyla vardır. Her insan kendi acısı kadardır.” demiştiniz. Bu ilk romanınızda da iyi olan herkes acı çekiyor. İyi olan herkes neden acı çekiyor da kötüler hep daha “acısız” devam edebiliyor?
Ölümlülüğün olduğu yerde acıdan kaçınmak mümkün mü? İstediğimiz kadar kaçalım, kendi ölümümüzü göremeyeceğimiz muhakkak; fakat günün birinde bir yakınımızın ölümüne şahitlik yapmaktan kendimizi uzak tutamayacağımız bir gerçek. Hayatın kaçınılamaz realitesi bu. Gelelim "iyi olan herkesin acı çekmesi, kötülerin daha acısız devam edebiliyor olması" meselesine. Dünyadaki kurulu sistemlerin çoğu acımasız ve çoğunlukla kötüden, güçten yana sistemler. Aynı zamanda bizim tanımımıza denk gelen "iyi" kavramını zayıflık olarak gören, dışlayan sistemler.
Ayrıca iyinin sürekli acı çekeceği, kötünün de acısız bir hayata sahip olacağı gibi bir hükme varmak bizi yanılgıya götürebilir. Yaşadığımız hiçbir şey çok keskin çizgilerle birbirinden ayrılmıyor. Bu düşünce bizi büsbütün güçsüzlüğe sevk edebilir. İyi insanların da mutlu olduğu anlar vardır muhakkak. Sadece tereddüt etmeden çok rahatlıkla söyleyebileceğim, acıyı içselleştiren birinin kötülük yapmayacağıdır. Kötü insanların acıyı hissetme duygusundan yoksun olduklarını söyleyerek daha doğru bir tespitte bulunmuş oluruz. Acıyı hissetmeyenler tetiği çekip karşısındakini çok kolay öldürebiliyor, katiller hisli insanlar olamazlar mesela.
Peki, aşk? Acıyla da özgürlükle de yan yana koyuyorsunuz aşkı.
Aşkın acıyla da özgürlükle de ortaklığı var. Aşk, içinde acıyı barındırırken, özgürlükle de tutkulu olmada ortaklaşır. Bu duyguların tümünün yolu insana çıkar. Deyim yerindeyse insanı insan yapar. Örneğin tarihe ismini yazdırmış kahramanlar, hayal ettikleri dünyayı gerçekleştirmek için aşk ve tutkuyla ve aynı zamanda acı çekme riskini göze alarak yola çıkarlar. Özgürlük aşkı, onları vasattan farklı kılar, aksi halde kahraman olamazlar. Romanda geçen Şeffaf Gaga özgürlük tutkunu bir kargadır. Özgür Telek, bir bülbüle âşıktır. Göğün karnında aşkı hissederek uçtuğunda teleklerinin arasından yerin yüzüne melodiler dökülür. Aşk ve acı romandaki kahramanları zulmün karşısında güçlü kılıyor, mavi gök ve yerin karası arasındaki sonsuz boşluğu anlamlılaştırıyor.
Romanda kötülük her yerde ama kötülüğün ortasında muhakkak iyilik var. Hikâyenin en karanlık noktalarında bile bu bağlılığınızı besleyen şeyler neler?
Umuda bağlılığımın ilk tohumlarını hayatıma serpiştiren idolüm diyeceğim bir babaanneye sahiptim. Yürüdüğüm yolda yolumu umut taşlarıyla döşeyen kadın. Zorlukla karşılaştığımız her anda; "Allah bir kapıyı kapatır, başka bir kapı açar" derdi; inanarak derdi. Günün birinde bir kapının açılacağını ondan öğrendim; bu benim hayat felsefem oldu, böyle yoğruldum. İdolüm erkek olsaydı üzerimde bu kadar etkili olmayacaktı, erkeklere toplum tarafından bahşedilmiş güçlülük nişanesi zaten boyunlarına asılı. Bir kadının güçlülüğü kendi bileğinin hakkıyla kazanıldığı için daha inandırıcı. Babaannem çevremde gördüğüm hiçbir kadına benzemezdi. Karşılaştığı sorunlar karşısında yakınan, şikâyet eden, dövünen biri olmadı hiçbir zaman. Aykırılığından dolayı da çevresindekiler tarafından hiçbir zaman hakkıyla anlaşılamadı. Onun güçlü duruşunun arkasındaki duygululuğu, yüzünün çizgilerinde dolaşan hüznü yalnız ben görür gibiydim. Onun anlattığı açılıp kapanan kapılar geçen zaman zarfında farklı anlamlar yüklenerek bendeki tezahürü farklılaştı. O kapıları umudun anahtarıyla benim açıp eşiklerden adım atmam gerektiğine giderek daha çok inanmaya başladım diyebilirim. Hayatımızdaki o eşikler biz ölünceye kadar da bitmeyecek.
Romanda kuşlar farklı dillerde ötüyorlar. Ama tüm kuşlar birbirlerinin dilini, hatta insanların dillerini anlıyor. İnsanlarsa kendilerinden başka hiçbir canlının dilini anlamıyor, hatta birbirlerinin dillerinden de anlamıyor. Bu kurgunun altında yatan nedir?
Bugün yaşadığımız -gitgide katlanarak dağ gibi yükselen- problemler, temelinde birbirimizle kurduğumuz ilişki biçiminin sakatlığını işaret etmektedir. Diyalog eksikliği, aynı dilden konuşma zahmetine katlanmamak meselesi. Nereye kaçtığımızı bilmeden hep bir yerlere kaçışıyoruz. Bu kaoslu, kaçışmalı durumdan birileri nemalanıyor. Dağ gibi yükselen problemler, birilerinin üzerine tahtını kuracağı bir mekâna dönüşüyor. Oysa farklı yönlere kaçışmaktan ziyade aynı yöne doğru, umut ve yaşam vadeden yönüne doğru koşmaya çalışsak, aynı dilden konuşma cesareti göstersek o dağ kendiliğinden yıkılacak. Romanda kargalar bizden daha becerikli, insan evladı onlara göre daha yalnız ve çözümsüz bir bekleme halinde. Yerde yatan kadın mesela; günlerce yerde bekliyor, nerede olduğunu bilemeden. Biz de bugün biraz öyleyiz, hep bir şeyler bekleme halindeyiz.
'DERDİN DEVASI AVUCUMUZDA SAKLI'
“En sonunda kendimle taşıdığım derdin devasının başkasında değil, yine kendi içimde olduğunu anladım” diyor ya Özgür Telek; Dertlerimizin devası içimizde mi sizce sahiden?
Her meselenin çözümünde her şeyden önce kendimizi ikna etmemiz gerekiyor. Dünyaya gelirken tek başımıza geliyoruz, giderken de... Tabii bunu bu şekilde izah ederken kişinin kendine gereksiz yüklenip yalnızlaşması gerektiğinden söz etmiyorum. Elbette başkalarıyla da iletişime geçerek deva bulabiliyoruz ama çoğunlukla derdin devası avucumuzda saklı, kendimizi inandıramazsak, başkalarını hiçbir şekilde inandıramayız.
Romanınızda yarattığınız istisnasız her kurgusal karakteriniz bir okur olarak bende gerçek hayattan isimlerle özdeşleşti. Mezbelede yargılanan güvercin, işkence gören karga halkı, evleri yıkılan ve öldürülen insanlar, sadece barış ve huzur isteyen ve bu nedenle zindana konan Şeffaf Gaga, güçlerini güçsüzlerin birbirini kırması için kullanan kartallar ve daha niceleri… Peki, siz karakterleri yaratırken benzer bir eşleştirme yaptınız mı?
Yazarın yarattığı kurgusal dünyadaki karakterin her biri gerçek dünyadan ilhamla yaratılmış olabilir, fakat yeniden yaratılan dünyada ruh bulurken gerçek dünya ile olan bağı kesilir. Bir eser okurunu kurgulu dünyada gezdirirken eşleştirmeler yapmasına imkân sağlar aynı zamanda. Önemli olan, okurun kurgulu dünyada gezinirken eşleştirmeler yaparak yeni baştan bir dünya yaratabilmesidir. Deyim yerindeyse yazarın kurgulu yolculuğunun sonunda okurun yeni kurgusunun keşfi başlar.
Peki, Karabatak? İşkence gören kahramanın sürekli sayıkladığı Karabatak’ın romanda nasıl bir yeri, gizemi, temsiliyeti var?
Yerde yatan kadının zihin akışında geriye dönüşlerle birden fazla olay ve kişinin adı geçer. Karabatak da bunlardan biridir. Karabatak adı sayıklamalarla tekrarlanır. Buna biraz da karşılığını göremeyeceğimizi bildiğimiz halde önüne geçemediğimiz bir duyguyu sayıklama halidir, diyebiliriz. Bazen birileri bir karabatak gibi hayatımızda belirir, göz açıp kapayıncaya kadar kaybolur gider. Yani özcesi Karabatak hayatın ve mutlu ânın kısalığını simgeliyor diyebiliriz.
Romanda iki anlatıcı var. Karga olan Özgür Telek, kadına hitaben ben anlatıcı diliyle anlatıyor; kadının hikâyesini ise yer yer bilinç akışıyla, onun zihninden geçenler şeklinde okuyoruz. Dildeki bu tercihinizi biraz açar mısınız?
Romanın iki anlatıcısını da monolog sayesinde tanıma fırsatı yakalıyoruz. Dildeki bu tercihimin yanıtı ilk soruya verdiğim anekdotta gizlidir. Yer minderlerinin üzerinde oturan kadınlar ölüm acılarını dillendirirken odada her ne kadar diyaloga girmiş gibi görünüyorlarsa da aslında her biri kendini monologlarıyla tekrarlıyor. Fakat dışarıdan diyalog gibi görünüyor. İnsanlar taziyelere giderken başsağlığına gittikleri kişi için ağlar gibidir, oysaki kayıp yaşayanlar kendi içinde yaşayan ölüye ağlar sürekli. Acı monolog halinde çekilir, gecenin bir vaktinde uyandığımızda gecenin karasıyla konuştuğumuzda kendi kendimizle konuşuruz; acı birden fazla kişiyle beraber çekilmez, yalnız başına çekilir. Acı monologdur.
Sizi takip edenler şiir ve öyküler yazdığınızı biliyor. İlk buluşma için öykü ya da şiir değil, romanı tercih etmenizin nedeni nedir?
Daha önce de farklı yerlerde dile getirdiğim gibi yazmaya öyküyle başladım. Her nedense romana karar verdim. Romanımı bitirdikten sonra çevremde sınırlı sayıda birkaç arkadaşıma okuttum. Bunlardan biri de kaleminin gücüne inandığım Murat Özyaşar'dı. Romanımda öykücülüğümün izlerinin belirgin olduğunu, aslında romanın her bölümünün başlı başına bir öykü olduğunu, romanın öykücülükten gelen bir güçle beslendiğini söylediğinde pek de şaşırmamıştım çünkü o izlere ben de rastlamıştım. Yani ‘Mavi Karga'yı yazarken farkında olmadan öyküden çok da ayrı düşmemiştim. Beni sevindiren bir sonuçtu, neticede öykü benim ilk yazma heyecanımdı, bendeki yeri ayrıdır.
Roman yazmanın diğer türlere kıyasla nasıl farkları, zorlukları oldu sizin açınızdan?
‘Mavi Karga'yı yazarken diğer türlerle arasındaki farkları veya zorluğunun kıyasından daha ziyade alegorik olması benim motivasyonumu artırdı. Romana ilk karar verdiğimde alegorik bir roman ve kahramanının da karga olacağını bir yazar arkadaşımla paylaşmıştım. İlk roman için radikal ve fazla iddialı bir karar olduğunu söylemişti. Fakat ben üç yıl süresince bazen acı hissederek bazen de keyif ve heyecan duyarak yazdım; iyi ki de arkadaşımı dinlememişim diyorum.