Türkân İldeniz 50 yıl sonra döndü: Herkes kendini bir başkası sanıyor
Türkân İldeniz her ne kadar şiir ortamından uzak durmuş, az yazıp yayınlamışsa da, şiire adanmış bir hayat onunkisi. Şiir en büyük aşkı. Hem bir şiir özünden ayrı kalabilir mi ki?
Türkân İldeniz, üçüncü şiir kitabına verdiği ad gibi, gerçekten de Buz Altında Bir Yanardağ. Çok derin katmanlarda tuttuğu içindeki ateş, sonunda yeniden gün yüzüne çıktı. Onu bilenler için o ateş yıllardır, çok derinlerde suskun duruyordu. Bilmeyenler içinse onu tanımak adına, şiirlerinin yeniden gün yüzüne çıkması önemliydi. Türkân İldeniz’in şiirlerini yeniden hatırlamak, sadece şiir tarihimiz için değil, kadın yazınının oluşması adına verilen mücadeleyi anlamamız açısından da çok kıymetli.
1966 yılında “Taşra Kızının Deliceleri”, 1967 yılında “Havva Çıkmazı” adlı şiir kitaplarını yayınlayan Türkân İldeniz, altmışlı yıllarda yazdıklarıyla kendinden söz ettirmiş, dönemin sayılı kadın şairleri arasına girmişti. Ne yazık ki sonraki yıllarda yazdığı, dergilerde zaman zaman yayınladığı şiirlerinin “Buz Altında Yanardağ” adıyla kitaplaşması için elli küsur yıl geçmesi gerekti. Oysa ki ellilerin sonundan yetmişlerin ilk yarısına kadar şiir dünyasında aktif olarak yer almış, şiirleri epey ilgi görmüştü İldeniz’in. Onun geri çekilmesi, konuşmama kararı ya da sessizliğinde kadın şairlerin var olma çabasının yarattığı zorlu mücadelenin de etkisi olabilir mi? İldeniz’in konuşmama kararının nedenini anlamak için, kitaplarının editörlüğünü yapan, yeniden basılıp bugüne ulaşmasında büyük emeği olan şair Betül Dünder’in aktardıklarını dikkate almakta fayda var. Türkân İldeniz’in suskunluğunda, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Sen şiirini yaz, şiir ve kendin üzerine hiç konuşma” sözleri etkili olmuş görünüyor. Belki de bilmediğimiz başka bir kırılma noktası daha vardır. Oysa ki ellili yılların ikinci yarısı, altmışlar şiirde kadınların varlığını gösterdiği, sayıca az da olsalar güçlü bir çıkış yaptıkları bir dönemdi. Türkân İldeniz’in ilk şiiri 1957 yılında Varlık Dergisi’nde yayınladığında, Gülten Akın henüz bir yıl önce, 1956 yılında ilk şiir kitabını çıkarmıştı. Sennur Sezer’in ilk şiiri de İldeniz’den bir yıl sonra, 1958 yılında bir dergide yayınlanacaktı. 1959’da ise Melisa Gürpınar yazın hayatına başlayacaktı. Yani sayıları bir elin parmağını geçmeyecek olsa da, kadınların kaleminden sivil bir tarih yazılmaya başlanmıştı.
Kaldı ki, Türkân İldeniz altmışlı yılların hayli etkin isimlerinden biri olarak anılıyor. Altmışlı yılların şiirine bakıldığında, Garip akımını ve İkinci Yeni’yi sert dille eleştiren, 40 kuşağının toplumcu gerçekçi anlayışından farklı yeni bir toplumcu gerçekçi anlayışın hâkim olduğu görülür. O yıllarda, özünde toplumcu anlayışın korunduğunu, bununla birlikte önceki kuşağın aktardığı emek, adalet, direnç, hak ve mücadele arayışının altmış kuşağında daha da politikleştiğini görürüz. Dönemin politik ortamının yarattığı görece özgürlük rüzgarı, sol düşüncenin yükselmesi, dünyadaki özgürlük hareketi, öğrenci ve işçi eylemleri, 68 kuşağı, şiirde toplumcu gerçekçi anlayışın etki alanın çok daha genişlemesine neden olmuştu. Kentleşme, birey, doğa ve diyalektik de toplumcu anlayışın meselelerine yansımıştı. Türkân İldeniz de bu duyarlılıkla lirik şiirlere imza attı. Dönemin kadın şairlerinden Gülten Akın şiirinde toplumsal meseleler, sınıfsal eşitsizlikle birlikte cinsiyet eşitsizliği, kadının ötekileştirilmesi ve doğa öne çıkarken, Sennur Sezer işçi sınıfını, hak, adalet mücadelesini ve emekçi kadını şiirinin merkezine koyar. Melisa Gürpınar da kadının birey olma çabasını, toplumsal konumunu, evlilik kurumunu, küçük ayrıntılar üzerinden irdeleyen, yer yer anlatımcı bir şiir tarzıyla dile getirmişti.
Türkân İldeniz’in ise toplumsal duyarlılıkla birlikte insani değerleri, bireyi, kadının varoluşunu, özgürlüğü, cinsiyet eşitsizliğini, özellikle de “kendini bulmak” sorunsalını öncelediğini görürüz. Kendini bulmak meselesini aşkla beraber ele alır İldeniz. Bunun içinde tutku da vardır. O tutkuyu öne çıkarmasında aşkı bir simge olarak kullandığını görürüz. Tutku; özgürleşme, toplumsal baskıyı, yasakları, günah diye sunulanları savma ve o yolda kendi bulma olarak yansır söylemine. Bir yanıyla da, kapıyı açıp gitmenin kılavuzudur aşk. Gitme arzusu, zincirleri kırma isteğiyle birleşir. “Taşra Kızının Deliceleri” adlı kitabında, “Tutsak Sevi” şiirinde, her an zincirlerinden kopmayı, çekip gitmeyi tasarladığından söz eder. Ancak bunu aşkla beraber ele alır. “Yasaları düşman, yargıları ne çirkin/ Beni senden zorla kopardılar yiğidim” dizeleriyle toplumun yargısını, yasaların bile aşka olan düşmanlığını dile getirirken, “Doğuştan öksüzdüm ben, yabancıydım” dizesiyle de kadının birey olarak değerinin olmamasından, ötekileştirilmesinden söz eder. Yine “Ak -Kara” adlı şiirinde “Evrende yerimi aradım ömrüm boyunca”, “Kaçak III” şiirinde “Ben yenilenmek istiyorum” dizelerine rastlarız. Elbette örnekler bunlarla sınırlı değil. Türkan İldeniz’in bu bakışını, bu tavrını gösterecek çok fazla dizesi var şiirlerinde.
Yenilenmek, kendini bulmak, kendinden kaçmak, evden kaçmak, âşık olmak; yeni bir ben oluşturmanın yolu olarak ele alınır İldeniz şiirinde. Ev imgesi, kadının rolünün belirginleştiği, dikte edildiği bir mekân olması anlamında önemli onun şiirinde. O nedenle ev, bir mekân olarak kaçılması gereken yerdir. Dolayısıyla şiirlerinde ev içi yaşama dair (bir şiir hariç) pek bir kıpırtı yoktur. Ev, evliliğin, kurumsal düzenin parçası olduğundan, dağıtılan roller de bu kurumsallaşmayı destekler. O ise bu rolleri içselleştirmez. Dolayısıyla ev tamamen ölüdür onun şiirlerinde. Bunun yerine, kendini özgür hissettiği en önemli mekânlar; sokak, gökyüzü, deniz, liman ve geniş yeşillikler sıklıkla girer şiirlerine. Şiirlerinde çokça yıldızlardan söz etmesi, onların uzak bir diyarı ima etmesindendir. Hem de kimsenin onu bulamayacağı kadar uzak bir diyar, içindeki sonsuza ulaşma arzusunun cisimleşmiş hali diyebiliriz yıldızlar için. Yıldızlar, aynı zamanda aydınlığa ulaşmada önemli bir simgedir. Yıldızlarla aramızdaki mesafe, yıldızların uzaklığı, aydınlığa kavuşmanın zorlu mücadelesi olarak da ele alınabilir.
Aşk ise bir özgürlük alanı olarak yer alır onun şiirlerinde. Aşktan söz etmesi, aşka kapıldığını ilan etmesi de tabuları, yargıları kırma edimidir. Aynı zamanda aşkı bir aydınlanma, benliği oluşturmadaki önemli bir geçit olarak görür. “Devleri Yakından Gördüm Hepsi Cüce” şiirindeki “Hadi karanlığınızla kalın. Beni Kaptan bekliyor gemiye yetişeceğim” dizeleri kurtuluşu, aydınlanmayı yine aşkla birlikte ele aldığını gösterir. (Kaptan vurgusu şiirlerinde çoklukla geçer. Özellikle sekiz bölümden oluşan Kaçak şiirleriyle, Attila İlhan’ın Kaptan şiirlerine gönderme yapar.) Şiirin tamamına baktığımızda, “dev” imgesinin bize öğretilmiş olan, doğru diye sunulan, büyütüp kutsallaştırdıklarımızla ilgili olduğu görülür. “Cüce” de o büyüttüklerimizin küçüklüğüne vurgudur. Nihayetinde bir hiledir devlik. Bu şiir, 1958 yılında yazılmış. O günden bugüne bize sunulanlara baktığımızda, bunun ne kadar haklı bir değerlendirme olduğunu anlıyoruz. Mesela bugün sıklıkla duyduğumuz veya bize gösterilen “dev yapılar, dev salonlar, dev mitingler, dev karşılama, dev indirim…” fotoğrafları küçülen insanlığı da anlamamıza olanak sağlıyor. Türkân İldeniz’in şiirlerinde devlik ve cücelik insani değerler bağlamında da ele alınıyor. İldeniz, küçülen insanın, büyüyen hilenin fotoğrafını çekiyor bir anlamda. O yüzden, tüm bu oyunun içinde insanın kendini bulma çabasına, varlık ve hiçlik meselesini de katıyor. Yine “Kaçak III” şiirinde “ellerim kendi üstüme kenetliydi bunu buldum/ çağımız armağanı yönsüzlüğümü -bunaltımı- korkumu/ her şeye bedel hiçliğimi buldum kısaca” dizeleri insanın evrendeki konumunu anlamlandırma çabasını da içeriyor. Varoluşçuluk felsefesinin etkilerini taşıyan bu dizeler “varlık kadar hiçliğin de kıyılarında” dolaştırıyor bizi.
Türkân İldeniz’in kendini bulma ediminde kimlik meselesi de öne çıkıyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini, üretilen ve aktarılan geleneksel kadın kimliğini kırma çabasını da görürüz onun şiirlerinde. En başa, başlangıç noktasına kadar gider. Havva Çıkmazı kitabındaki şiirler, yaratılış hikâyesine kadar uzanır. “İlk Günah” şiiri de buna göndermedir. “İlk yalan, ilk haram, ilk günah/ Biz yoklukta yokken var oldu/ Canavar kahırların siyahlığınca siyah/ Bu ulu leke ifritçe/ O günden alnımıza vuruldu/… İnsanlık Havva’nın günahından sorumlu” dizelerinde, bu ulu lekenin kadının alnına damgalanmasıyla birlikte, en baştan beri kadına nasıl bakıldığının, nasıl konumlandırıldığının tespitini görürüz. Kimlik meselesi sadece kadın üzerinden ele alınmaz İldeniz şiirinde. Topluma da seslenir. Bu seslenişten çift anlam çıkarabiliriz. Kişinin hem bireysel yolculuğunda kendini unutmaması, kendi olması; hem de yaşadığı toplumun köklerini hatırlatma arzusu. Mesela “Yitikler Çıkmazı” şiirindeki, “Herkes kendini bir başkası sanıyor/ Hepsinde bir tedirgin soluk/ Unutmuşlar- hiçbiri kimliğini bilmiyor” dizeleri bu açıdan değerlendirilebilir. Bu seslenişe kendi yolculuğunu da katar İldeniz. Bir yanıyla otobiyografik özellikler de barındırır bu şiir.
Saç imgesi de şiirlerinde çokça geçer. Saç hem kadının konumunu, kimliğini işaret eder hem de onu kökle özdeşleştirir. “Uzanı” şiirindeki “Saçlar/ Yaşanmaya adanan/ Yere eğik/ Uzarlar” dizeleri ve “Yarış” şiirindeki “Erkek evlat doğurmamış/ Hay benim de saçım kısa olmalıydı/ Demek ben doğunca ağladı evin saçakları” dizeleri, erkekle kadının kurulan bu sistemde nasıl ağırlandığını göstermesi açısından dikkate değer. Kız çocuğunun hayata gelmesi kederle, oğlanın da sevinçle karşılanmasından söz eder. Oysa kadının saçlarının yere eğikliği, yaşanmaya adanması, kökün kaynağının kadın olmasına vurgudur. “Uzanı” şiirinin devamında ağaç ve kadın arasında kurduğu bağda da bu ima vardır. Ağacın dalları gökyüzüne doğru uzar ama kökleri topraktadır. Kadının saçının aşağıya doğru uzaması, kökleri işaret eder. Eğikliğinde de ötekileştirmenin yansıması görünür.
Daha önce kitap olarak basılmamış, uzun süre çekmecesinde saklı kalmış, “Buz Altında Yanardağ” kitabı da 1968’den bugüne kadar yazdığı şiirlerden oluşuyor. “Buz Altında Yanardağ” önceki şiirlerle aynı izleği taşıyor. Ancak bu kitapta 68 kuşağını, çiçek çocuklarını, savaş karşıtı söylemlerini, sömürgeciliğe karşı duruşunu, dönemin politik olaylarını, yaşanan katliamlara karşı verdiği tepkiyi daha net şekilde görüyoruz. “Temmuza Karşı” şiirindeki “hangi acı denenmedi ki bizde/ kitap yakılan yıldan/ insan yakılan yere vardık” dizelerinde olduğu gibi.
Türkân İldeniz her ne kadar şiir ortamından uzak durmuş, az yazıp yayınlamışsa da, şiire adanmış bir hayat onunkisi. Şiir en büyük aşkı. Hem bir şiir özünden ayrı kalabilir mi ki? İldeniz’in Buz Altında Yanardağ’da dediği gibi: “Şiirin rengi solmaz/ … dipdiri çıkar sayfalardan, bin yılları aşarak…”