Türkiye-Fransa ilişkilerinin 100 yılı: Krizler ve işbirliği olanakları
Türkiye ve Fransa arasındaki ikili ilişkiler, görece istikrarlı ve uluslararası ortamın genel koşullarına bağlı olduğu kadar iç kamuoylarındaki tartışma ve tepkilerle de belirlenen yapıdadır.
Merve Özdemirkıran-Embel*
Fransa, daha Kurtuluş Savaşı devam ederken imzalanan 1921 tarihli, Franklin-Bouillon Anlaşması olarak da anılan Ankara Antlaşması ile Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetini ve Misak-ı Milli sınırlarını tanıyan ilk büyük devlettir (great power). Bu da Ankara Hükümeti'nin bu sınırlar içinde henüz bir ulus-devlet kurmamışken, Fransa ile müstakbel Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucuları arasında tesis edilen, Cumhuriyet'ten daha eski bir diplomatik ilişkiye işaret eder. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Türkiye ve Fransa arasındaki ilişkilerin tesis edileceği koşullar oldukça çelişkili bir duruma dayanmaktadır. Fransa, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı topraklarının bir bölümünü işgal etmiş, kapitülasyonlar konusunda ısrarcı olmuştur. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin en borçlu olduğu ülkedir ve Sèvres Antlaşması’nın mimarlarındandır. Tüm bunlara rağmen, Cumhuriyet'i kuran kadroların entelektüel alt yapısı ve özellikle Mustafa Kemal’in ulus-devlete yaklaşımı bakımından, milliyetçilik anlayışının, modern ulus-devlet tahayyülü, vatandaşlık kavramının, laiklik ilkesinin, halk egemenliği fikrinin ve aslında tüm bunları kapsayan Aydınlanma felsefesinin anavatanı olarak da görülür. Bu nedenle, “muasır medeniyetler seviyesine ulaşmayı hedefleyen bir ulus-devlet” olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucu kadroları nazarında Fransa, yönetim anlayışı, idari örgütlenmesi, merkeziyetçi yapısı ve elbette devletin laiklik ilkesine yaklaşımı gibi konularda dikkatle izlenen bir ülke konumunda oldu.
Türkiye ve Fransa arasındaki ikili ilişkiler, aşağıda değinilecek pek çok somut olayın işaret edecek olduğu üzere görece istikrarlı ve uluslararası ortamın genel koşullarına bağlı olduğu kadar iç kamuoylarındaki tartışma ve tepkilerle de belirlenen yapıdadır. Buna ek olarak, söz konusu ilişkilerin gidişatı özellikle Fransa’da 1958 anayasasıyla kabul edilen yarı başkanlık sisteminin yürütme organına tanıdığı geniş yetkiler çerçevesinde, dış politikayı belirlemede etkin rolü olan cumhurbaşkanlığı makamında kimin bulunduğuyla da yakından ilgilidir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet sisteminin kabul edilmesi ve Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasetteki hakimiyetinin kurumsallaşmasıyla birlikte aynı durum Türkiye açısından da belirleyici olmaya başlamıştır. Nitekim, Fransa’da Emmanuel Macron dönemiyle beraber ikili ilişkiler tarihsel olarak süregiden kurumsal ve diplomatik çerçevesinden ziyade iki cumhurbaşkanının karşılıklı tutumlarıyla şekillenmeye, başka bir ifadeyle giderek “kişiselleşmeye” başlamıştır.
2. DÜNYA SAVAŞI DÖNEMİ İLİŞKİLER
Cumhuriyet'in temel değerleri üzerinde Aydınlanma ve Fransız devlet modeli etkisine rağmen, Lozan görüşmelerinde kapitülasyonlar ve Osmanlı borçları konusunda, ardından da Hatay meselesinde yaşanan gerilimler ilişkilerin II. Dünya Savaşı sonuna kadar görece “mesafeli” sürdürülmesine neden oldu. II. Dünya Savaşı’nda savaş dışı kalma stratejisini benimseyip bunu da başaran Türkiye aslında Fransa ve İngiltere ile imzaladığı Üçlü İttifak Anlaşması'yla savaş başlarken Fransa’yla müttefikti. Savaş sonrası Fransa bir yandan Avrupa’nın yeniden inşasına diğer yandan sömürgeleri Hindiçin ve Cezayir’deki bağımsızlık hareketlerine odaklanırken Türkiye Lozan’la kabul ettirdiği varlığını yeni kurulan uluslararası düzende tekrar konumlandırmakla meşguldü ve neredeyse tüm dış politika adımlarını Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkilerine ve NATO müttefikliğine göre atıyordu. Her iki ülkenin de birbirlerine özellikle dikkat etmedikleri, ikili ilişkilerini Batı Bloğu içindeki konumları ve NATO çerçevesinde belirledikleri ve 1960’lara kadar istikrarlı diplomatik ilişkileri sürdürmekle yetindikleri bir dönem izlendi.
1960 askeri darbesi sonrasında, bir önceki dönemin “Amerikancı” dış politika anlayışını terk eden Türkiye, détente’ın sunduğu ortamda müttefiklerini çeşitlendirmeye çalışırken, ülkesini yeniden küresel bir güç haline getirmeyi kendisine hedef edinen Charles de Gaulle’ün yönetimindeki (1958-1969) Fransa da Batı Bloğu içinde görece bağımsız bir dış politika izliyordu. Bu ortam iki ülkenin yakınlaşmasını ve ikili ilişkilerin giderek iyileşmesini sağladı. Nitekim tam da bu dönemde Avrupa bütünleşmesinin Almanya’yla beraber merkez ülkelerinden biri olan Fransa, 1963 yılında Türkiye'nin geleceğini Avrupa inşa sürecine bağlayan Ankara Anlaşması'nın imzalanmasının önünü açtı. Bu anlaşmayı 8 Nisan 1965 tarihinde Türkiye ve Fransa arasında imzalanan işgücü anlaşması izledi ve Türkiye’den işçiler Fransa’ya göç etmeye başladı. Türkiye’yi Batı Bloku içindeki özerk konumunu güçlendirecek potansiyel bir ortak olarak gören Fransa’nın iki ülke arasındaki iş birliğini güçlendirmeye yönelik tavrı Georges Pompidou’nun cumhurbaşkanlığı döneminde (1969-1974) de sürdü. Ne var ki 1970’lerle beraber başlayan Türk-Yunan krizleri, Fransa Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing’in Yunanistan’la dayanışma içinde bir tavır ortaya koyması nedeniyle Türkiye’nin Fransa ile olan ilişkilerine olumsuz bir etki yaptı ve iki ülke tekrar birbirinden uzaklaştı.
70'Lİ YILLAR
12 Mart 1971 Muhtırası ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleriyle insan haklarına ilişkin konular, ardından da Türkiye’nin iç politika meseleleri Türkiye-Fransa ilişkilerinin merkezine yerleşmeye ve iki ülke arasındaki siyasi diyaloğun yönünü belirlemeye başladı. ASALA’nın (1975’te Türkiye Paris Büyükelçisi İsmail Erez ve makam şoförü Talep Yener’i öldürülmesi ve 1983’teki Orly Havaalanı saldırıları gibi) terör eylemleri 1915 olaylarının soykırım olarak tanınmasına ilişkin tartışmaları Fransa kamuoyunun gündemine taşıdı. Ülkedeki Ermeni diasporasının güçlü etkisiyle de önce entelektüel çevrelerde ardından da siyasette Türkiye’ye yönelik politikaların belirlenmesinde bu konu temel bir unsur haline geldi ve kamuoyu nezdinde bizzat siyasetçiler tarafından ön planda tutuldu. Öte yandan, 12 Eylül askeri darbesinin ardından Türkiye’den Avrupa’ya kaçan çok sayıdaki sol aktivistin varlığı Türkiye’deki askeri rejimin insan hakları ihlallerinin Fransa kamuoyu tarafından bilinir hale gelmesine yol açtı. Kamuoyunun tepkisi siyasetçilerin de Türkiye’ye yönelik tavırlarını iç politika meseleleri üzerinden belirlemelerine neden oldu. Özellikle François Mittérand’ın cumhurbaşkanlığı döneminde, cumhurbaşkanının eşi Danielle Mittérand’ın Irak’taki Saddam Hüseyin rejimi tarafından gerçekleştirilen Enfal Operasyonu'nun yol açtığı sivil katliamla yakından ilgilenmeye başlamasıyla, Kürt sorunu Türkiye-Fransa ilişkilerinin gündemini sıkça belirledi ve Fransa’nın Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinde izlediği tereddütlü yaklaşımının önemli dayanaklarından biri oldu. Fransa tarafından bir insan hakları meselesi olarak değerlendirilen Kürt sorunu Türkiye’de ulusal güvenlikle ilişkilendirildi ve iki taraf arasındaki görüş farkı hiçbir zaman aşılamadı.
TÜRK-FRANSIZ ORTAK GİRİŞİMİ GALATASARAY ÜNİVERSİTESİ
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle her iki ülkenin de “yeni dünya düzenine” adapte olma çabaları ikili ilişkilerin geliştirilmesini sağladı. 1991’deki Körfez Savaşı'nı takiben gerçekleştirilen Huzur Harekatı’nda (Operation Provide Comfort) birlikte yer alan Türkiye ve Fransa güvenlik ve Soğuk Savaş sonrası yeniden inşa konularında birbirleriyle daha sık istişare etmeye başladılar. Ancak esas yakınlaşma, uluslararası ilişkiler ve güvenlik bağlamında değil kültür ve eğitim alanında gerçekleşti. Eski Dışişleri Bakanı Coşkun Kırca’nın girişimlerinin Türk ve Fransız entelektüel çevreleri ve iş dünyasından destek görmesiyle 1992 yılında Galatasaray Üniversitesi kuruldu ve yukarıda belirtilen eğitim ve kültür alanındaki eski ve güçlü bağa yeni bir halka eklenmiş oldu. Üniversitenin, cumhurbaşkanları Turgut Özal ve François Mittérand’ın katıldıkları bir törenle imzalanan bir uluslararası antlaşmayla kurulmuş olması, bu girişime eğitim ve kültür alanındaki sıradan bir işbirliği gözüyle bakılmadığını, ikili ilişkilerin sürdürülmesi ve geliştirilmesinde bir çıpa olarak değerlendirildiği anlaşılmış oldu.
İNKAR YASASI
Soğuk Savaş sonrasında, Mittérand’ın ikinci döneminde başlayan ilişkilerin gelişmesi Fransa’da Jacques Chirac’ın cumhurbaşkanlığı görevine seçilmesiyle güçlü bir ivme kazandı. Bir kez daha askeri ilişkiler ve güvenliğe ilişkin konulardan ziyade yumuşak güç temaları, devlet dışı aktörlerin etkili olduğu konular ön plana çıktı. 1990’lar Türkiye Fransa ilişkilerinde ekonomik aktörlerin on yılı oldu. Türkiye ve Fransa arasındaki dış ticaret hacmi beş katına çıkarken, ekonomik ilişkilerin boyutu 1996 yılında Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne dahil olmasıyla giderek büyüdü ve ikili ticaret 10 milyon euroyu aştı. Ekonomik bağlarla kuvvetlenen ikili ilişkilerin yumuşak karnı 1990’ların ikinci yarısında ve 2000’lerin başında yine Fransız kamuoyunda etkisini sürdüren 1915 olaylarının soykırım olarak tanınmasına ilişkin tartışmalar olmaya devam etti. Nitekim, “Ermeni Soykırımı'nın inkarını suç sayan yasa teklifi” (la loi sur le négationnisme) Fransa Ulusal Meclisi tarafından Chirac döneminde, 2006 yılında kabul edildi. Senato tarafından geri çevrilen yasa teklifi 2012 yılındaki ikinci oylamadan sonra Senato tarafından da kabul edildi ve yasalaştı. Her ne kadar Anayasa Mahkemesi’nin itirazlarına takılsa da 2016 yılında güncellenen ve inkâr suçu için 1 yıla kadar hapis cezası da öngören yasa Türkiye-Fransa ilişkilerinde önemli bir gerilim kaynağı olmayı sürdürmektedir.
JACQUES CHİRAC'IN TEMKİNLİ YAKLAŞIMLARI
1999’daki Helsinki zirvesinde Türkiye’ye aday ülke statüsü verilmesiyle canlanan Türkiye’nin AB yolculuğu, Chirac tarafından özellikle ekonomi, eğitim ve kültür alanlarındaki iş birliğine yaptığı vurgularla açık bir şekilde desteklendi. Ne var ki özellikle ikinci dönemi boyunca Türkiye’nin AB üyeliğini desteklediğini defalarca ifade etmesine rağmen Chirac’ın Mayıs 1995-Mayıs 2007 arasındaki görev süresi boyunca Türkiye’yi hiç ziyaret etmemiş olması da Fransa’nın Türkiye’ye karşı mesafeli yaklaşımının bir göstergesi olarak diplomatik ilişkilerin tarihinde yerini aldı. Chirac’ın bu tercihi Fransız kamuoyunun Türkiye’nin AB üyeliğine karşı benimsediği negatif tutumla açıklanabilir. Kopenhag siyasi kriterlerine tam uyum ve insan hakları konusundaki kaygıların yanı sıra Türkiye’nin toplumsal ve kültürel yapısının Avrupa toplumlarından farklı olduğu yönündeki kanaatler Fransızların yüksek oranda Türkiye’ye karşı bir tutum sergilemelerine yol açmaktadır. Nitekim 2005’teki Avrupa Anayasası'nın reddedilmesiyle sonuçlanan referandumda Fransa’daki hayır cephesinin önemli temalarından biri Türkiye karşıtlığı oldu.
Kökleri 1484’te Sultan II. Bayezid döneminde ilk Osmanlı elçisinin Fransa’ya gönderilmesine dayanan, Napoléon’un Mısır seferi süresi dışında neredeyse hiç aksamadan devam eden ve I. Dünya Savaşı’nın tüm yıkıcı sonuçlarına rağmen, Ankara Antlaşması'nın imzalamasıyla yeniden tahsis edilen ikili ilişkiler, 2007 yılının mayıs ayında Fransa’da Nicolas Sarkozy’nin cumhurbaşkanı seçilmesiyle, tarihte eşine rastlanmamış bir şekilde ve hızda bozulmaya başladı.
SARKOZY DÖNEMİ; KIBRIS, AB ÜYELİĞİ
Daha İçişleri Bakanı iken AB’nin mevcut koşullarda genişlemesine karşı olduğunu, Türkiye’nin katılımıyla Avrupa’nın demografik ve kültürel yapısı üzerinde radikal değişikliğe sebep olabilecek bir ülke olarak AB’nin dışında tutulması gerektiği yönündeki görüşünü açıkça ifade eden Sarkozy, görev süresi boyunca net bir şekilde Türkiye’nin AB üyelik sürecini bloke etti ve Türkiye’ye “ayrıcalıklı ortaklık” önerisi sunulmasını savundu. Özellikle Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin 2004 yılındaki tam üyeliğinin ardından Türkiye’nin takındığı tutumu gerekçe göstererek temel fasılların açılmasını bloke edip müzakere sürecinin fiilen durmasına yol açtı. Türkiye’nin AB üyeliği konusu Sarkozy tarafından Paris-Ankara ilişkilerinin bir unsuru olmaktan ziyade bir iç politika kartı olarak değerlendirildi. Fransa’da bu dönemde süregiden 2008 ve euro alanı krizlerinin yarattığı AB’ye yönelik şüphe ve tepkiler, radikal İslamcı terörizmin yaygınlaşan saldırılarının gölgesinde süren çoğulculuk ve göçmenlerin entegrasyonu tartışmalarında, kamuoyunda Batı’yla olan angajmanlarından ve Avrupa medeniyetinden hızla uzaklaştığı düşünülen Türkiye’yi hedef tahtasına oturtmak Sarkozy için kullanışlı bir iç politika aracına dönüştü. Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin bu tutumu ikili ilişkilerin geleceğinden çok tüm diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Fransa’da da merkez sağın yükselen aşırı sağ ile olan rekabetinde rakibinin söylemlerini giderek daha çok benimsemesiyle açıklanabilir.
Tüm bunlara rağmen ikili ilişkileri esas kriz ortamına sürükleyen yine inkâr yasası oldu. Yukarıda sözü edilen inkâr yasası Sarkozy döneminde, 2011 yılındaki ikinci oylama sonucunda yürürlüğe girdi ve Türkiye yasaya tepki olarak Paris Büyükelçisi'ni merkeze çağırdı. Yasanın onaylanması salt siyasi ilişkileri değil ekonomik ilişkileri de olumsuz etkiledi. Türkiye’de faaliyet gösteren ya da Türkiye piyasasına girmeye hazırlanan Fransız firmaları başta askeri alanda olmak üzere pek çok sektörde dışlanmaya, ihaleleri alamamaya başladı. Tüm bunlara ek olarak, Sarkozy dönemi aynı zamanda bu yazının başında sözü edilen “ilişkilerin kişiselleşmesinin” de miladı oldu. Sarkozy’nin Türkiye'ye yönelik tavrı Türkiye’de siyasi iktidarını giderek sağlamlaştıran Erdoğan’ın doğrudan Sarkozy’yi hedef alan sert sözleriyle karşılık bulmaya başladı. Tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen Türkiye 2009 yılında Sarkozy’nin Fransa kamuoyunda sert bir şekilde eleştirilen NATO’nun askeri kanadına dönme kararını ABD ile birlikte destekledi ve uluslararası politikada güvenlik konuları söz konusu olduğunda işbirliğinin öncelendiği bir kez daha anlaşılmış oldu. Nitekim Fransa’nın Arap Baharı sırasında Libya’ya düzenlenen NATO operasyonunda Türkiye ve Fransa birlikte yer aldılar.
2010'LAR HOLLANDE'IN DESTEĞİ
Mayıs 2012’de Sosyalist Parti’nin adayı François Hollande’ın Fransa cumhurbaşkanı olması Fransa’nın Türkiye’ye yönelik tutumunda normalleşme sürecini başlattı. Ne var ki Suriye’de başlayan iç savaş ve Fransa’nın radikal cihatçıların terör saldırılarının hedefi olması (7 Ocak 2015 Charlie Hebdo ve 13 Kasım 2015 Stade de France ve Bataclan saldırıları) ikili ilişkilerin ana gündemini küresel teröre karşı iş birliği olarak belirledi ve ulusal ve uluslararası güvenliğe ilişkin konuları ön plana çıkardı. Bir taraftan da Fransa’ya yönelik cihatçı saldırılar kamuoyunda Müslümanlara ilişkin olumsuz algı ve düşüncelerin derinleşmesine sebep oldu. Bu da iki ülke arasında Macron döneminde iyice belirginleşecek İslam dinine ilişkin tartışmaların temellerini atmaya başladı.
Suriye Savaşı ve küresel terörizmin belirlediği gündeme rağmen Hollande’ın selefinden çok farklı bir tutumla Türkiye’nin AB müzakerelerinde ilerlemesine destek verdiği görüldü. Sosyalist gelenekten olan Hollande yönetiminin insan hakları ve demokratikleşme konularındaki durumu giderek kötüleşen Türkiye’nin Kopenhag kriterlerinden uzaklaşmasını açıkça eleştirmesine rağmen, Cumhurbaşkanı Hollande’ın bizzat ekonomik ve parasal politika başlıklı faslın açılmasında etkili olduğu bilinmektedir. Nitekim, 22 yıl aradan sonra Türkiye’yi ziyaret edecek ilk Fransa cumhurbaşkanı da kendisi olacaktır. AB müzakerelerinde açılan başlıkla uyumlu olarak bu ziyaretin de en kapsamlı ayağını ekonomik işbirliği oluşturacaktır. Hollande, Sarkozy döneminde bozulan ekonomik ilişkilerin toparlanmasını ve Fransa’nın Türkiye pazarındaki ekonomik gücüne tekrar kavuşmasını sağlamaya çalıştı. Bu nedenle ziyareti sırasında kendisine Dışişleri Bakanı’nın yanı sıra, Dış Ticaret, Sanayi, Enerji, Savunma, Araştırma ve Tarım ve Gıda Bakanları ve birkaç önemli şirketin yöneticileri de eşlik etti.
ANKARA'NIN GÖÇMEN TAAHHÜTÜ İLE GELİŞEN İLİŞKİLER
Öte yandan AB ile ilişkiler kapsamında, Mart 2016’da Türkiye ve AB ülkeleri arasında Ege denizindeki göçmen hareketlerini kontrol altında tutmak ve Yunan adalarına göçmenlerin kitlesel olarak gelişini engellemek amacıyla imzalanan anlaşma ve bu anlaşma ile Ankara’nın geri kabul taahhüdü Türkiye’nin tüm diğer AB ülkeleriyle olduğu gibi anlaşmadan gayet memnun olan Fransa ile ilişkisini de olumlu etkiledi.
Hollande döneminde Fransa tarafından atılan adımlar Türkiye’de karşılık bulduğu kadar Türk yöneticilerin de Fransa’ya yönelik tutumlarında olumlu gelişmeler izlendi. Örneğin Temmuz 2012’de mevkidaşı Laurent Fabius’le gerçekleşen Paris buluşmasında Ahmet Davutoğlu, inkâr yasasının geçmesinin ardından Fransa’ya uygulanmaya başlanan tedbirlerin kaldırıldığını duyurdu. Öte yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan cumhurbaşkanı seçilmesinin hemen ardından ve Hollande’ın ziyaretiyle aynı yıl içinde Fransa’ya bir ziyaret gerçekleştirdi. Orta Doğu’da Arap Baharı sonrası ortaya çıkan krizlerin yarattığı sorunların aşılmasına ilişkin güvenlik ve işbirliğinin güçlendirilmesinin konuşulduğu bu ziyaret de ilişkilerin yumuşamasında ve işbirliği mekanizmalarının yeniden güçlendirilmesinde etkili oldu.
İşbirliği temalarının öne çıktığı bu yakınlaşma dönemi Hollande’ın siyasi iktidarı kadar kısa sürdü. 2017’den beri Türkiye ve Fransa arasındaki ilişkiler, -Ankara Antlaşması'nın ve diplomatik ilişkilerin yüzüncü yılının kutlandığı 2021’de yatışmaya yönelik işaretler görülse de- sert rüzgarların, iki ülkeyi neredeyse askeri çatışmanın eşiğine kadar getiren krizlerin gölgesinde sürmektedir. Rusya-Ukrayna Savaşı'nın yol açtığı ortamda görece yakınlaşan Türkiye ve Fransa, birkaç aksamaya rağmen istikrarlı bir şekilde süregiden diplomatik ilişkilerinde ve iş birliği kanallarında birbirlerine hiç olmadıkları kadar uzak düşmüşlerdir. Bunun üzerine bir de cumhurbaşkanları Macron ve Erdoğan’ın karşılıklı olarak birbirleri için sarf ettiği sözler ikili ilişkilerin kurumsal yapısını zedelemiş, ilişkileri “kişiselleştirmiştir”.
MACRON DÖNEMİ: TÜRKİYE'NİN AB ÜYELİĞİ VE KÜRT SORUNU
İktidara ilk geldiğinde hem kendi seçmenleri hem de Avrupalı mevkidaşları nezdinde AB’nin önemini vurgulayan Macron Türkiye’nin AB yolculuğunun da “en azından kağıt üzerinde” sürdürülmesine yönelik bir yaklaşım benimsemişti. İlk döneminin ortalarında patlak veren Sarı Yelekliler (Gilets jaunes) protestoları, kendisini bu protestoların siyasal sonuçlarından kurtaran ancak yağmurdan kaçarken doluya tutulmasına neden olan Covid-19 salgını, refah ve toplumsal uyum vadeden, arada kalmış ve özellikle genç seçmenlerin gönlünü kazanarak cumhurbaşkanı seçilen genç Macron’u Avrupa’da ve dünyada hızla konsolide olan popülist iktidarların uygulamalarına yaklaştırdı. Bu çerçevede sosyalist selefinin aksine, Macron da Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda olumsuz bir tavır benimsedi ve bunu bir iç politika konusu olarak kullanmaktan çekinmedi. Türkiye’nin 15 Temmuz 2016 tarihinde yaşanan darbe girişiminin ardından uyguladığı OHAL rejimi ve AB hedefinden hızla uzaklaşmış olması da bu durumu Macron için hayli kolaylaştırdı. Ne var ki, artık ikili ilişkilerde iki tarafın da “idare etmeyi” öğrendikleri Fransa’nın Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olması, konunun iç politika malzemesi haline getirilmesi, Türkiye kamuoyunun inkâr yasasının kabulünün ardından Fransa’ya yönelik olumsuz tavrı gibi meseleleri aşan ve ilişkileri somut sonuçları olabilecek krizlere sürükleyen “yeni” meseleler ortaya çıkmaya başladı.
İki ülke arasındaki ilişkiler 2019’da Fransa’nın Suriye’deki PYD/YPG ile ilişkilerini artırması, Türkiye’nin ise Suriye’nin kuzeyine yönelik askeri operasyonlar başlatmasıyla gerilmeye başladı. 2019 yılında Türkiye’nin düzenlediği Barış Pınarı isimli sınır ötesi harekatın ardından Fransa Ulusal Meclisi’nin YPG’ye destek vermesiyle, cihatçı örgütlere mensup Fransız vatandaşlarının Türkiye üzerinden Fransa’ya gönderilmesi hususu başta olmak üzere Suriye iç savaşına yönelik iş birliği kanalları tıkanmaya başladı. İki ülkeyi askeri bir krize sürüklenme noktasına getiren ise Doğu Akdeniz’deki uyuşmazlıklar oldu. Önce, Kaddafi sonrası Libya’nın yeniden inşasında iki ülke karşı karşıya geldi ve birbiriyle çatışan grupları destekledi. İkinci olarak bu bölgedeki doğalgaz sondajıyla ilgili Türkiye ve Yunanistan arasındaki gerilimde Fransa Yunanistan’a destek vererek taraf olunca Ankara’nın tepkisini çekti. İki ülke arasındaki huzursuzluk o kadar tırmandı ki bir NATO misyonu kapsamında Akdeniz'de görev yapan Fransız firkateyni Courbet’nin denetlemeye çalıştığı bir gemiye eşlik eden Türk savaş gemileri söz konusu denetlemeye engel olunca iki NATO üyesi arasında sıcak çatışma yaşanması olasılığıyla karşı karşıya gelindi. Bunun üzerine Fransa, Türkiye’nin tutumunu NATO’ya şikâyet etti ve olayla ilgili bir inceleme istedi.
MACRON-ERDOĞAN GERİLİMİ
Tüm bunlara ek olarak laiklik anlayışı ve İslam dinine ilişkin bir tartışma iki ülkenin cumhurbaşkanlarını tabir yerindeyse benzeri daha önce Türk-Fransız ilişkilerinde görülmemiş bir “ağız dalaşına” kadar getirdi. Türkiye’nin Diyanet İşleri Başkanlığı kanalıyla Fransa’da yürüttüğü faaliyetler, Emmanuel Macron’un Fransa’daki Müslümanlar ve İslam dininin pratiklerine ilişkin yorumları, öğretmen Samuel Paty’nin cihatçı bir militan tarafından öldürülmesinin ardından yaşanan karikatür krizi vb. olaylar laiklik anlayışı geçmişte birbirine çok benzeyen bu iki ülkeyi ve kamuoylarını karşı karşıya getirdi. Bu tartışmalar, yukarıda sözü edilen 1965 tarihli işgücü anlaşmasından bu yana farklı gerekçelerle Fransa’ya göçen Türkiye kökenlilerin de ev sahibi ülkedeki konumları, sosyal ve siyasal tercihleri konusunda bir dizi meseleyi gündeme taşıdı ve her iki ülke açısından da netameli bir diaspora tartışması başlattı. Tüm bu olgular, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan yüz yıl sonra Türkiye ve Fransa’nın tüm askeri ve siyasi sorunlara rağmen korumayı başardıkları idari ve hukuki değerler konusundaki benzerliklerini kaybetmeye başladıklarını gösterdi.
2021 yılının sonlarına doğru iki cumhurbaşkanının söylemlerini yumuşatmaya, özellikle NATO bünyesinde yeniden yakınlaşmaya başlamaları Rusya-Ukrayna savaşında neredeyse iş birliği yapacak konuma tekrar gelmelerini sağladı. Ne var ki bu sükûnet ilişkilerin 1990’lardan beri tekrar eden kronik sorunlarına eklenen yeni krizler nedeniyle hala riskler barındırıyor.
Ancak, tüm bu olumsuz tabloya rağmen iki ülke arasındaki ticaret hacmi 2022 yılında 18,9 milyar euroya ulaştı, böylece Fransa Türkiye’nin en çok ticari ilişkiler kurduğu yedinci ülke oldu. Nitekim, pandemi döneminde bile iki ülke arasındaki ticaret hacmi bir önceki yıla göre neredeyse tamamen muhafaza edilebilmişti (2020’de 14.1 milyar euro, 2019’da 14.7 milyar euro). Buna ek olarak sayıları 1500’ü aşan Fransız firmasının Türkiye’de faaliyet gösteriyor olması, Türkiye’den giderek artan sayıda firmanın da Fransa’da ekonomik faaliyetlerde bulunuyor olması iki ülke arasındaki ilişkilerin ekonomik boyutunun ne kadar önemli bir taşıyıcı olduğuna işaret ediyor. Öyle ki son yıllardaki krizlere direnç gösteren ekonomik aktörler Türkiye ve Fransa ilişkilerinin geleceğine dair en güçlü umudun da taşıyıcısı konumundalar. Öte yandan iki ülkeyi birbirine yüz yılı aşkın süredir bağlayan eğitim, bilim, kültür ve sanat alanında faaliyet gösteren kurumlar da klasik devlet mekanizmalarının sınırlarını aşıp, ulus aşırı bir irade göstererek iki toplum arasındaki ilişkileri sürdürmeye ve geliştirmeye devam ediyorlar. Bu devlet dışı aktörlerin yapıcı tutumları sayesinde korunan bağlar, uygun uluslararası ortam ve siyasi iradeyle karşılaşıldığında ikili ilişkilerin daha kalıcı bir şekilde güçlenmesine imkân tanıyacaktır.
*Doç.Dr. / Akademisyen