Türkiye neden korkuyor?
ABD’de Chapman Üniversitesi, yıllardır yürüttüğü korku araştırmasının sonuncusunun sonuçlarını yayımladı. Buna göre, Amerikan halkının yüzde 60’ı yolsuzluktan korkuyor. İkinci sırada finansal çöküş, üç numarada Rusya tarafından nükleer saldırıya uğrama korkusu var. Peki biz nelerden korkuyoruz? Depremden, işsizlikten, geçinmemekten... Bir de hepimizin bilmesi gereken ‘gaiplik’ korkusu var. Birinci senesine yaklaşan depremde kayıplarını arayan ailelerin korkusu…
1.
Korkunun profesörü, Amerikan yazar Stephen King’dir diye bilirdim. Çocukluğumdan bu yana beni epey korkutmuşluğu vardır. Benim gibi binlerce, milyonlarca, şaşılacak şey, belki milyarlarca kişiyi… Ne tuhaf değil mi, tek başına bir insan, sadece yazarak, gezegende epey bir nüfusu korkutabiliyor.
Meğer bir başka profesörü varmış korkunun. Orange, California’daki Chapman Üniversitesi’nden sosyolog Christopher Bader… Bu akademisyen, bugüne dek dokuz defa yapılan bir araştırmanın son üçünün mimarı. Bader, Chapman Survey of American Fears isimli araştırma serisinde Amerikan insanının korkularını araştırıyor; nükleer tehditten zombilere, doksan çeşit korku arasında ABD’lilerin nelerden az nelerden çok korktuğunu saptayıp sonuçları yayımlıyor.
2.
Nelerden korkuyormuş Amerikalılar?
Bu sorunun bana ilginç gelen bir cevabı var. Evvela ve en çok yolsuzluktan korkuyorlarmış. Ülkenin yüzde altmışı, Bader’in bizzat New York Times gazetesine anlattığına göre, Demokrat ya da Cumhuriyetçi fark etmeksizin, devlet mekanizmasının yolsuzluk batağına saplanmasından, çoktan saplanmış olmasından ve bu bataktan çıkamamaktan korkuyor. Bunun Trump’la ve Biden’la alakası yok. Uzun zamandır halka halka büyüyen bir korku…
Yolsuzluğu, ekonomik-finansal çöküş korkusu izliyor. Derken, Rusya’nın nükleer silahlarını kullanacağı yönündeki korku... Amerika’nın bir başka dünya savaşına katılması korkusu, kişinin sevdiklerinin ciddi hastalıklara yakalanması korkusu, kişinin sevdiklerinin ölmesi korkusu, içme suyundan zehirlenme korkusu, siber-terörizm korkusu ve nihayet ileride parasız kalıp başkalarına muhtaç olma korkusu… Bader’e göre, zaten üç aşağı beş yukarı korkular hep aynı: Birtakım güncel olaylardan etkilenen korkular (bugün için Ukrayna ve Filistin’deki savaşlar), hastalıklar, ölüm, parasızlık…
Bir de palyaçolar… Amerikan insanı palyaçolardan da korkuyor. Her araştırmada tekrarlanan bir unsurmuş bu. Son araştırmada her 100 Amerikalı’dan altısı palyaçolardan korktuğunu söylemiş ki bence bunda tek başına Stephen King’in ve unutulmaz eseri ‘O’nun da payı vardır.
Sosyolog Bader’in Amerikalıların korkularına dair analizi de var. Hemen her ülke ve toplum açısından geçerli olabilecek bir analiz… “Belirsizlik dönemlerinde, geçiş dönemlerinde insan daha çok korkar, öyle bir dönem yaşıyoruz” diyor Bader. “Kendimizi doğrulamaya bayılıyoruz, önyargılarımızı onaylayacak haberleri seçip okuyoruz; bu bizi daha da çok korkutuyor; medya da bize istediğimizi veriyor” diyor. “Birçok konuda geçmişe göre ileriye gittiğimiz halde, kendimizi bizden hep daha iyi durumdakilerle kıyasladığımızdan, daha perişan hissediyoruz ve bu bize korku olarak dönüyor” diyor.
Bader’in kendisi en çok iğnelerden korkuyormuş; insanlık adına ise kutuplaşmaya yol açan yankı odalarından ve kim ne hissediyorsa o hissi derinleştiren algoritmalara esir olunmasından korkuyor. Haksız bir korku değil. Esir olduk bile.
3.
Ama Amerikalılardan öte, biz, kendi memleketimizde başka korkuların da esiri olduk. Algoritma bizim için bir kenar süsü.
Önce istatistiklere bakalım. Bizde Chapman Üniversitesi’nin yaptığı türde düzenli araştırmalar yok (keşke olsa); yine de birkaç rakam var. Ulaşabildiğim bir istatistik, araştırma kuruluşu Barem’in eseri.
Barem, 2020’de yayımladığı araştırmasında, Türkiye’nin bir numaralı korkusu olarak koronaya yakalanmayı saptamış. Korona geçici bir durumdu ama Barem’in saptadığı diğer korkular geçeceğe benzemiyor. 2020 yılının iki numaralı korkusu deprem. Üç numaralı korku, iş bulamamak ya da işsiz kalmak. Dördüncü sırada geçinememek var. Düşünün ki, işsizlik bir başka maddeyken bile mevcut bu korku. Demek ki insanımız işi olsa bile geçinemeyeceğinden korkuyor. Beşinci sırada ise kadına şiddet duruyor. Savaş, terör ve iklim değişikliği korkuları bunlardan sonra geliyor.
Son yıllarda korona hariç diğer tüm korkuların depreştiğini düşünüyorum. Hele deprem korkusunun… Ama diğer korkular da yabana atılır gibi değil. En başta da gelecek korkusu… Bir başka araştırma şirketi olan KONDA’nın genel müdürü Bekir Ağırdır, geçmiş yıllardaki araştırmalardan birine ilişkin analiz yaparken, “Türkiye insanı için en önemli korku, gelecek kaygısı” demişti. Ayrıca bölünme korkusu veya ‘dış güçler Türkiye’nin işlerine müdahale ediyor’ kanaatinin giderek yükseldiğini de söylemişti
Yine Bekir Ağırdır, bir önceki seçimlerin ardından yaptığı analizde, Türkiye’yi belirleyen duygu olarak da korkuyu göstermişti. “Türkiye’nin bugün geldiği noktadaki siyasi tabloyu açıklayacak şey herhalde arzularımız, umutlarımız, beklentilerimiz, ütopyalarımız değil. Korkularımız. Ama bu sürdürülebilir değil.”
Biraz daha güncele gelirsek, yine Ağırdır, yaklaşık bir buçuk yıl önce düzenlenen 21’nci Marka Konferansı’nda, gazeteci Murat Sabuncu ile yaptığı konuşmada, “Türkiye’de insanlarda en çok gelecek korkusu var,” demişti: “Dünya Sağlık Örgütü’nün depresyon ölçeği var. Biz de KONDA olarak bunu kriter alıyoruz. Türkiye toplumu şu an depresyonda ve çok karamsar. Nüfusun neredeyse onda dokuzu depresyonda.”
4.
İki mesele var. Korkunun sürdürülebilir olmaması ve bizim depresyonda olmamız.
Ağırdır, “korku, sürdürülebilir değil” dese de bir şekilde sürdürüyoruz. Korka korka sürdürüyoruz. Her gün daha çok korkarak. Her gün daha da depresifleşerek. Korkularımızı çeşitlendirerek…
Örneğin birçoğumuz anayasal düzenin yıkılmasından korkuyor. Vatandaşlık haklarımızın, memleketin selametinin sigortası olarak gördüğümüz anayasanın emrettiklerinin yapılmadığını görüyor ve korkuyoruz.
Ama bunun için harekete geçmekten de korkuyoruz. Sokağa çıkmaktan, bir araya gelmekten, hak aramaktan. Sadece tek tek insanlar değil korkan, muhalif siyasi partiler de korkuyor mesela. Ya da korkmuyorlar; tam tersine onlar belki de insanların sokağa çıkmalarından, hak aramalarından ve bir gölge iktidar, bir muhalif iktidar gibi edindikleri imtiyazları berhava etmelerinden korkuyor da olabilirler.
Her şey o kadar belirsiz ki umut etmekten korkuyoruz. Umut edip hayalkırıklığına uğramaktan. Toplumun en umutlu kesimi gençler de korkuyor ki bu korkuların en kesifi… Bir de nispeten güçsüzlerin korkularını düşünün. Engellilerin, dezavantajlıların, yaşlıların, söylemesi bile ağır ve ayıp geliyor ama kadınların…
Neticede bu korkular ölçülmüyor. Yine de ölçülebilir bir ilginç unsur var. Türkiye’de korku sineması her hafta yeni bir eserle karşımıza çıkıyor. Çoğunlukla dini motiflerden ve batıl inançlardan hareket eden, popüler kültürle paslaşan korku filmleri bunlar… Her yıl biraz daha güçlenen bir korku filmi furyamız var. Ben Stephen King hikâyelerini çocuklukta izlememden beri korku filmlerinden korktuğumdan “nedir, ne değildir” diye sinema eleştirmeni Uğur Vardan’a soruyorum. “Genelde dışarıdaki dini motifli filmlerin formüllerini kullanıyorlar” diyor Vardan. “Memlekette korkunun bin türü var ama söz konusu filmlerin çoğu gerçek korkularımızı hikâye etmiyor ya da edemiyor.”
5.
Gerçek korkularımız…
Korkularımızla yüzleşerek mi yaşıyoruz? Korkularımızı unutur muyuz? Unutulacak gibi mi bazı korkular? Başkalarının nelerden ve neden korktuğunu biliyor muyuz?
Memleketi parça parça eden depremin birinci yılını idrak etmek üzereyiz. Şimdi orada, deprem bölgesinde, evsiz, ailesiz, insansız kalmış insanlar halen korkuyor. Gelecek korkusu bir yandan, depremin tekrarlanması korkusu bir yandan, hasarlı evlere girme korkusu bir yandan, çürük bina yapanların, kolon kesenlerin, izin verenlerin, bu iklimi kuranları cezalandırılmaması korkusu bir yandan…
Ama bir de halen bulunmayanlar, bilinmeyenler var. Cenazesine ulaşılamayanlar, enkazdan çıktığı görülse de bir daha haber alınamayanlar, kayıplar… O kadar çok ki.
Birkaç gün sonra, depremin sene-i devriyesinde “gaip” ilan edilecekler ve nüfustan düşülecekler. Bu belki birçok hukuki meselenin çözümü olabilir ama halen kayıplarını arayan aileler var. Kayıplarının bir mezara kavuşmasını, hatta belki bulunmasını bekleyen aileler… Gaiplik artık resmi açıdan tüm çabaların bırakılması demek.
Çok derin, çok sert bir korku bu. Sesini duymamız gereken bir korku.
Yenal Bilgici Kimdir?
Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.
Brezilya günlükleri: Anne biz artık zengin miyiz? 21 Temmuz 2024
Tourists, Go Home! 14 Temmuz 2024
100 bin oyla Meclis’e giren gergedan Cacareco’nun ilham veren hikâyesi 07 Temmuz 2024
Cézanne’ın dağı, Sisifos’un çilesi, hem tanıdık hem yepyeni 30 Haziran 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI