Sur’da bir yalancı bahar

Konuyu daha fazla uzatmadım. Hatta birden yanımda peyda olan bu genç ve kafası karışık adamdan bir şekilde kurtulmak istedim. İki yıl önce yaşanan felakete tanıklık eden heybetli surlara, kış güneşinin altında dingin ve huzurlu görünen Hevsel’e bakmak istedim sadece.

Google Haberlere Abone ol

DİYARBAKIR - Önümüzden gidiyordu adamın biri. Hevsel Bahçeleri’ne inen yokuştan yukarı çıkıyordu diğer bir adam. Sarılıp öpüştüler. Uzun zamandır görüşmemiş iki akraba ya da arkadaş olmalıydılar. Hal hatır soruyorlardı birbirlerine.

Yokuş yukarı çıkan, diğer adama, “Yıktılar evlerimizi. Kim yıktıysa Allah razı olmasın onlardan” dedi.

Toprak bir yolda yürüyordum. İki adam toprak yolda karşılaşmıştı ya da kim bilir, buluşmuşlardı. İkisini geçmiştim ki “Yıktılar evlerimizi” dediğin duydum adamın. Fısıltıyla değil, neredeyse bağırarak söylemişti. Sesinde, kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış insanların o tuhaf ama kendinden emin tınısı vardı.

Dönüp bakmadım adamlara. Bakamadım. “Yıktılar evlerimizi” cümlesinden sonraki konuşmaları bir uğultunun içinden ulaşmaya başlamıştı bana. İki yıl önce bu vakitler, şimdi geçtiğim yolun üst kısmından yoğun silah sesleri yükseliyordu. Patlayan bombalar, şehrin en uzak semtinde insanları irkiltiyordu. Hayat devam ediyordu uzak yakın semtlerde. Hayatın devam ediyor oluşu, o gün olduğu gibi işte bugün de mahcup etmişti beni. Bir felâketin önüne geçememiş olmanın mahcubiyeti. Felâketin yaralarının sarılamamış olmasının ve bundan dolayı kişisel bir sorumluluk duymanın mahcubiyeti.

Adamlar konuşuyordu. Dönüp bakmadım, yanlarına gidemedim. Sesleri o mahcubiyet dalgasının içinden bir uğultu gibi ulaşıyordu bana.

YIKIK EVLERİN KEDERİ

Toprak yol surların hemen dibindeydi. Aşağıda Hevsel Bahçeleri uzayıp gidiyordu, Dicle nehriyle birlikte. Ağaçlar, özellikle yan yana dizilmiş kavak ağaçları, kış güneşinin altında altın sarısı bir renge bürünmüştü. Ağaçların izin verdiği kadarıyla görünen Dicle’nin suları ise parıldayıp sönüyordu. Bahçelerin içinde yer yer incecik bir duman yükseliyordu. Duman, siz görmüyorsunuz ama burada birileri çalışıyor diyordu. Arada bir Hevsel tarafından, tanımadığım kuşların sesleri geliyordu.

Surlara bitişik inşa edilmiş evler boştu. Kentsel dönüşüm projesi nedeniyle boşaltılmıştı. Yaklaşık 50 metre yukarıdaki evlerin kayaların üzerine, bir kısmının bazalt taşıyla inşa edildiği görülüyordu. Kapıları ve pencereleri sökülmüş evler, surlara yapışık bir keder gibi duruyor, Hevsel’e bakıyorlardı.

Kaç bin yıllık surlar heybetliydi ve oraya, evlerin olduğu yere çıkan bir yola rastlamadım.

Bu evler, belki bazalt taşları nedeniyle yıkılmamıştı. Çünkü yöresindeki diğer evler çoktan yıkılmış, molozları toplanıp götürülmüştü. Hevsel’e inan yokuşun başındaki evler de çoktan yıkılmış, geride kurak bir boşluk kalmıştı. Biraz ileride, otuz adım kadar aşağıda, ağaçların arasında iki katlı bir ev görünüyordu. Biraz dikkatli bakınca, birkaç adamın evdeki demir gibi işe yarayabilecek malzemeleri söktükleri anlaşılıyordu. Nasılsa henüz yıkılmamış ama sahipleri tarafından terk edilmiş eve kim bilir kimler dadanmıştı.

AKLI KARIŞIK BİR ADAM

“Burada mı oturuyorsun?” diye sordum. Bana şöyle bir bakıp tekrar yola baktı. “Yok” dedi, “İstanbul’da oturuyorum.”

Önümden gidiyordu da ben mi yetişmiştim ona? Hatırlamıyorum. Kısa boyluydu ve üstündeki mavi mont güneşte parlıyordu. Elinde rulo yaptığı bir dosya vardı. Arada bir bacağına vuruyordu dosyayı. Birlikte yürüyorduk toprak yolda.

Arada duyulan kuşların seslerini saymazsak sessiz ve sakindi ortalık. “Buradaki evler olaylar zamanında mı yıkıldı?” diye sordu. “Olaylar Suriçi’nde oldu. Buradaki evler kentsel dönüşüm nedeniyle yıkıldı” dedim.

Bir süre konuşmadan yürüdük. Sonra, “AKP Sur’dan milletvekili çıkarmış, olaylar neden oldu ki?” dedi. Soru yanlıştı elbette ama ciddi ciddi anlattım:

“Sur Belediye Eş Başkanları DBP’liydi. Yerlerine kayyım atandı. HDP 7 Haziran seçimlerinde 10, AKP 1 milletvekili çıkardı. Bu seçim iptal edilip Kasım ayında seçimler yapıldığında da HDP 9, AKP 2 milletvekili çıkardı.”

Duruma pek anlam veremediği belliydi. Muhabbet koyulaşıyordu. Genç adam Mardinliydi. Daha çocukken ailesiyle İstanbul’a yerleşmişlerdi. Halk otobüsünde şoförlük yapıyordu. “AKP’li misin?” soruma “Yok” diye karşılık verdi. Sesindeki tereddüt belli oluyordu. Ardından, şoförlüğünü yaptığı otobüsün sahibini kastederek, “Mal sahibi siyasetle uğraşma, işine bak diyor. Ben de şimdiye kadar hiç oy kullanmadım” dedi.

Konuyu daha fazla uzatmadım. Hatta birden yanımda peyda olan bu genç ve kafası karışık adamdan bir şekilde kurtulmak istedim. İki yıl önce yaşanan felakete tanıklık eden heybetli surlara, kış güneşinin altında dingin ve huzurlu görünen Hevsel’e bakmak istedim sadece.

Adam, “Hevsel Hanımın evi nerededir?” dedi. Hevsel Hanım mı? Soruyu anlamadığımı düşündüm. “Hevsel Bahçeleri’ni soruyorsan, işte şurada, aşağıda” dedim.

“Onu sormuyorum” dedi, “Hani Atatürk kadına bahçe vermiş…” Bir şeyler daha anlattı. Doğru telaffuz edemese de Atatürk’ün Trablusgarp’ta savaşıp yenildiğini, aynı şekilde Çanakkale’de de yenildiğini anlattı. Gürcülerle de savaşmış. Hızını alamadı, yine telaffuz edemeden Nikaragua’yı da kattı, Atatürk’ün savaştığı ülkelerin arasına.

“Nereden okudun bunları?” dedim. Daha önce duymadığım bir isim söyledi, “Çok büyük tarihçidir, her şey var onun kitaplarında” dedi.

Surların dibinde bir mezarlığa giriyorduk. Bıraktım yürüyüp gitsin, tarih bilgisini de alarak yanına.

KORUNMAYA MUHTAÇ OLMAK

Önümden iki adam ve yaşlı bir kadın yürüyordu. Kadın yürümekte zorlandığı için adamlar da ona ayak uyduruyor, yavaş yürüyorlardı. Mezarlığın kapısında, Diyarbakır ağzıyla “Mezarci” ve telefon numarası yazıyordu.

Yanlarından geçerken selam verdim adamlarla kadına. Selamı alan kadın, Kürtçe, “Allah korusun sizi” dedi. Muhtemelen burada, belki Hevsel’in içinde bir evde yaşıyordu kadın ve adamlar ve iki yıl önceki felâketten sonra, hepimizin korunmaya muhtaç olduğunu çok iyi biliyordu. Adamlardan biri, kadının elindeki poşeti taşımak istedi. Ağır değil diye vermek istemedi kadın.

Siyah bir köpek yavrularıyla surların oradan, çalıların arasından çıkıp geldi. Usulca yanımdan geçip gittiler. Birazdan bir yavru köpek daha göründü. Koşarak annesine ve kardeşlerine yetişmeye çalıştı.

DİVAN EDEBİYATI MI, HALK EDEBİYATI MI?

Aşağıda, sokağa çıkma yasağı ve çatışmaların yaşandığı dönem kapalı kalan kafe açıktı şimdi. Bu uzun yürüyüşten sonra Hevsel manzaralı çay harika bir şey olacaktı.

Hava güzel olmasına rağmen kafe boştu neredeyse. Arkamda genç bir adamla türbanlı bir kadın oturuyordu. Çay içip fotoğraf çekerken adamın söylediklerini duydum. Yüksek sesle divan edebiyatı ile halk edebiyatı arasındaki farkı anlatıyordu. Ona göre halk edebiyatı, halkın yazdığı “öylesine şiirler”di. Ama divan edebiyatının dili çok zengindi, “divan şiirleri okuyan insanın yüzünde güller açtırırdı.”

Adamı dinlemek zorunda kalmıştım ve müdahale edip “Sen bu işleri yanlış biliyorsun” demek geçiyordu içimden. Bir yandan da kıs kıs gülerek, türkülere tutkusunu bildiğim için “Keşke Şükrü Erbaş duysaydı bunları” diyordum kendi kendime.

Kadın oralı değildi, hiç anlamadığı ve belli ki hiç ilgilenmediği konuyu değiştirdi.

‘İŞTE, DİYARBAKIR!’

Onca yürüyüşten sonra Mardinkapı’ya tırmanmak iyice eziyet oldu. Mardinkapı’nın girişinde polis barikatı vardı. Diyarbakır’ın bütün kapılarında polis ve polis araçları var. Kapıdan surlara bakarak geçiyoruz.

Balıkçılarbaşı’na doğru yürürken Kürtçe sesler ile birlikte Diyarbakır Türkçesi çarpıyor insanın kulağına. “İşte, Diyarbakır” diyorsun sevinerek. Sağ tarafta kalan 6 mahallesi yıkıldı ve güvenlikçi bir zihniyetle yeni mahalleler inşa ediliyor. Sol tarafta kalan Alipaşa Mahallesi kamulaştırılarak yıkıldı. Sırada diğer mahalleler var.

Belki bir gün, sevinçle “İşte, Diyarbakır” diyecek bir yer kalmayacak.