‘Ayın şavkı vurur Munzur üstüne’

18. Munzur Kültür ve Doğa Festivali valilik tarafından yasaklandı. Buna rağmen festival için program yapan insanlar Dersim’e geldi. konserler, paneller iptal edilmiş olsa da Dersimliler tarihleriyle, doğalarıyla, efsaneleriyle buluştular.

Google Haberlere Abone ol

DERSİM - Dersim’e ilk kez yıllar önce yine Munzur Kültür ve Doğa Festivali için gelmiştim. Dersimli arkadaşlarımın Dersim’i anlatırken neden gözlerinin parladığını da böylece yerinde öğrenmiştim. Yıllar içinde birkaç kez daha geldiğim Dersim’in, hem baharını hem de kışını görme şansım oldu.

Belediyenin, Dersim derneklerinin ve sivil toplum örgütlerinin organize ettiği festivaller, izleyebildiğim kadarıyla hiçbir zaman kolay gerçekleşmedi. Kurumların kendi aralarındaki didişmeler bir yana, festivalleri engellemek için devlet bir sürü gerekçe üretti. Bir kış festivali için geldiğimiz Dersim’de, ilçe etkinliklerine katılmak üzere yola çıktığımızda onlarca defa önümüz kesilmiş, soğukta uzun süren kimlik yoklamalarına maruz kalmıştık. Dersimli arkadaşlarımız bu duruma alışıktılar. Öfkelerinin önemli kısmı, dışarıdan gelen misafirlerinin de benzer bir muameleye tabi tutulması olmuştu. Bir de sık sık, “İşte 90’lı yıllarda Dersim halkı bundan daha ağır şeyler yaşadı” demişlerdi. Diyarbakır’dan Dersim’e gelirken otobüs birkaç kez durdurulup yolcuların kimlikleri toplanınca kış festivali sırasında yaşadıklarımızı hatırlamıştım.

Seyit Rıza Anıtı’nın önünde tanıdıklara rastlamak sevindiriciydi. Bunlardan bazıları ilk festivallerin organize edilmesinde büyük katkısı olan insanlardı. Geçen yıl OHAL gerekçesiyle yasaklanmıştı festival. Bu yıl 26-29 Temmuz’da gerçekleşecekti. Ancak valilik, OHAL kalkmış olsa da güvenlik gerekçesiyle festivali bir kez daha yasaklama yoluna gitmişti.

XIZIR’A HAVALE ETMEK

Polis çemberinin içinde yapıldı basın açıklaması. Basın açıklaması yapan kurum temsilcilerinden defalarca fazlaydı polis. Fotoğraf ve videoda çekiyorlardı ama yetmemiş olmalıydı ki "drone" ile de gözetliyorlardı.

Basın açıklaması sırasında şehir dışından festival için gelen bir kadın, araya girerek, yol boyunca defalarca durdurulduklarını anlattı. “İsrail’in Filistin’e yaptığını yapıyorlar bize” dedi. Bu uygulamaya karşı diyecek söz bulamayınca Xızır’a (Hızır’a) sığındı, festivali yasaklayanları da yine Xızır’a havale etti.

Festival yasaklanmıştı ama yüzlerce insan tertip komitesinin temin ettiği otobüslerle İstanbul’dan, Bursa’dan, İzmir’den ve diğer illerden yola çıkıp gelmişti Dersim’e. Aynı şekilde kendi olanaklarıyla gelenler de vardı. Şehir içinde yabancı plakalı araçlar, Avrupa ülkelerinde yaşayan birçok Dersimlinin tatillerini festival zamanına göre ayarladığını gösteriyordu.

Festival yasaklanmış, paneller konserler düzenlenmeyecekti ama tertip komitesi, Dersim’e dışarıdan gelenler için gezi programı hazırlamıştı. Bu nedenle yollarda, ziyaret yerlerinde gelen otobüslere rastlamak mümkündü.

‘NE MEYDAN KALDI NE DE KONUŞULACAK BİR ŞEY’

Şehir merkezi neredeyse hiç değişmemiş. Kaldığım otele yine küçük pazar yerinden geçtim mesela. İnsan Hakları Anıtı yerinde duruyordu, Dersim’de kayyım heykellere dokunmamış yani. Dersimlilerin gülerek anlattığı Palavra Meydanı’nın yerinde yeller esiyordu ama bu yeni bir şey değildi zaten. Yıllar önce asırlık ağaçlar kesilmiş ve bir yeraltı çarşısı yapılmıştı oraya. Çarşının üstünde restoran ve kafeler vardı gibi kalmış aklımda. Şimdi onlar da yıkılmış, yerine ne olduğunu anlamadığım ama peşinen sevimsiz olduğuna kanaat getirdiğim bir ‘şey’ inşa ediyorlar.

Otobüs bileti aldığım adam, Palavra Meydanı’nı göstererek, “Burada volta atılırdı, birçok şey konuşulurdu. Sonra da ağaçların altındaki kahvelerde çay içilirdi” dedi; “Şimdi ne meydan kaldı ne de konuşacak bir şey.” Dersimli bir arkadaşım, yıllar önce, “Birçok sol örgütün Dersim örgütlenmesi ilk kez bu meydanda yapılmıştır” demişti.

Bir de bir şemsiyeli sokağı var artık Dersim’in. Bu şemsiyeli sokaklar artık birçok şehirde mevcut ve bir örnek oldukları için, sevimsiz değillerse bile, manasını yitirdiler gibi geliyor bana.

BOYACI GULÊ’NİN ELDİVENLERİ

Boyacı Gulê

, “Dükkanın önünü kapatma” dedi dilenciye. Gulê, koca boyacı sandığıyla bir dükkanın önünü kapattığının elbette farkındaydı ama burası artık onundu. Dilenci geçip gidecekti ama müşteri olabilecek insanlarla arasına kimse girsin istemiyordu Gulê.

Boya sandığının yanında bir karton kutunun içinde mendiller vardı. Ayakkabı boyayamazsa nafakayı mendillerden çıkaracaktı. Gulê 12 yıldır burada ayakkabı boyuyor. Hiç evlenmedi ama kardeşinin çocuklarını büyüttü. Çocuklardan pek bir hayır görmediğini anlatmak için, “Aman, onların kendine hayrı yok” dedi. Dersim’in hâlâ tek kadın ayakkabı boyacısı. “Başka şehirlerde başka kadınlar da yapmaya başladı bu işi” diyor.

Fotoğrafını çekmek istediğimde eldivenlerini giydi. İnşaatçıların kullandığı eldivenlere benziyordu ve türlü boya renkleri taşıyordu eldivenler. O zaman fark ettim başparmaklarının yamuk olduğunu. “Parmakların neden böyle Gulê” diye sorsam anlatacaktı; ve kim bilir hangi acı hikayeyi anlatacaktı. Gulê gülüyordu ve “Sadece 2 liraya fotoğraf çekiyorsun” diyordu. Kağıt mendil için verdiğim 2 liradan söz ediyordu ve cimri olduğumu ima ediyordu gülerek. Ellerini sormadım, gülüşü bozulmasın istedim Gulê’nin.

KUTU DERESİ’NDE PLAJLAR

Ertesi gün Kutu Deresi’ndeki Kara Haydar’ın Yeri’ne kahvaltı için gittim. Ama aklımın bir kenarında, Kutu Deresi civarında eski gezilere ait bir iz bulabilir miyim, düşüncesi de vardı. Kara Haydar suyun içindeki dev bir kayanın üzerine inşa etmişti yerini. Diyarbakır’daki kahvaltıcılardan sonra buradaki kahvaltı için “Eh işte” deme şımarıklığı yapabileceğimi düşünüyorum. Ama manzara için harika diyebilirim gönül rahatlığıyla. Aşağıda akan suyun sesi, dağlar ve dağlardan kopup gelen rüzgar enfesti.

Kara Haydar'ın Yeri

Kara Haydar aşağıda bir de plaj yaptırmıştı. Saat erken olduğu için şezlonglar boştu henüz. Öğleden sonra burası dolmaya başlayacaktı.

Nehir boyunca başka mekanlar da vardı ve bunları da görmek için ya yoldan geçen bir araç bekleyecektim ya da yürüyecektim. Yürümeyi tercih ettim ancak bir sonraki Yer’e ulaşmak hiç kolay olmadı. Güneş iyice yükselmiş ve yakmaya başlamıştı.

İlk önüme çıkan Yer de Kara Haydar’ın Yeri’ne benziyordu. Nehir boyunca böyle onlarca yer olduğunu öğrendim işletmeciden. Dediğine göre öğleden sonra insanlar gelmeye başlıyor, akşama kadar yemek yiyip suya giriyorlardı. Akşam karanlığı çökmeden ise şehre geri dönüyorlardı. Dağların üstündeki askeri kuleleri gösterip, “İnsanlar tedirgin oluyor” dedi. “Eskiden yoktu bunlar” diyecek oldum, adam, “Hangi eskiden söz ediyorsun?” der gibi baktı yüzüme.

Bir süre sonra birkaç aile geldi. Mangallar yanmaya başladı ve çocuklar buz gibi suda yüzmeye başladılar. Atlatamadığım grip nedeniyle yorgundum. Bir şezlonga uzanarak suyun ve çocukların seslerini dinleyerek dinlenmeye çalıştım. Daha ileride Ağlayan Kayalar vardı. Gidip göremeyeceğim için üzgündüm.

Kutu Deresi’nde suyun keyfini çıkaran çocuklar.

EFSANELER ŞEHRİ DERSİM

Küçük Munzur’un yanında çobanlık yaptığı ağa hacca gidiyor. Bir süre sonra Munzur ağanın karısının yanına gidiyor ve “Ağamın canı helva istiyor, yapsan da götürsem ona” diyor. Kadın elbette inanmıyor ama küçük Munzur’un canı helva istedi herhalde, diye düşünerek helvayı yapıyor. Munzur helvayı aldığı gibi, göz açıp kapayıncaya kadar ağasının yanında buluyor kendisini. Munzur’u gören ağanın şaşkınlığını varın siz düşünün. Aylar süren hac ziyaretinden sonra köyüne dönen ağa, kendisini karşılamaya gelenlere, “Benim değil Munzur’un elini öpün, kutsal olan odur” diyor ve helva olayını anlatıyor. Köylüler ve ağa, elinde süt bakraçlarıyla görünen Munzur’a doğru koşmaya başlıyor. Bütün köylülerin kendisine doğru koştuğunu gören Munzur korkup kaçmaya başlıyor. Bu arada elindeki bakraçlardan süt dökülüyor. Munzur bir kuş olup kayıplara karışıyor. Bakraçlardan dökülen sütün düştüğü yerlerden, o gün bugündür, süt gibi sular fışkırmaya başlıyor.

Munzur gözelerinden söz ediyorum. Neredeyse her Dersimli arkadaşımdan duyduğum bu söylenceyi, Ovacıklı avukat arkadaşım da anlatıyor. Buna ek olarak, çok az bilinen bir de Ermeni söylencesi anlatıyor. Ermenilere göre gözelerdeki su, Anahit’in sütüdür. Ermeniler nereden çıktı diye soracak olursanız, arkadaşım geniş bir alan gösterdi ve “Burada Ermenilerin bir köyü vardı” dedi. “Bu civardaki en büyük köymüş. Evlerin temellerindeki taşlar hâlâ duruyor.”

Gözeleri sıkıştırılmış bir zamanda gezdik. Yine, eskiden böyle değildi buralar, diye geçirdim aklımdan. Çünkü Munzur’un iki yanında bitişik nizam kafeler vardı. Gözelere doğru ilerlerken yine kafeler, hediyelik eşya satıcıları, gözleme yapanlar çok kalabalıktı. Mum yakıp dilek tutanlar, dua edenler her yaştandı. Burada fotoğraf çektirmek bir ritüeldi ama dua ettikten sonra fotoğraf çektirirken zafer işareti yapmak, buraya ait bir eylem biçimi olmalıydı.

Gözeler; içeride yanan mumlar, dışarıda verilen pozlar...

DİĞER SÖZLER, YÜZLER…

Her geldiğimde anlatacak çok şey buluyorum Dersim’de. Bu kez de böyle oldu. Şimdi, Munzur’un kıyısında oturup bu yazıyı yazarken bir yandan da atladığım yüzleri ve sözleri düşünüyorum. İnsanların kayyım hakkındaki yorumları mesela. Kayyımın borçsuz aldığı belediyenin şimdi çok borcu varmış. Kayyım ciddi bir iş yapmadan, asimilasyon politikası için harcamış parayı.

Ayın şavkı Munzur’a vuruyor. Munzur ışıl ışıl ve kıyıdaki bütün kafeler dolu. Festival yasaklandı ama Dersimliler efsaneleriyle, tarihleriyle, doğalarıyla buluşmanın bir yolunu buldular. “Yasak” nasıl saçma, manasız ve beyhude bir uygulama, vali de bilse keşke…