Prof. Mehmet Özdoğan: Kazı 'iş' değil bilimdir!
Anadolu Neolitik kültürü üzerine çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Mehmet Özdoğan ile Türkiye arkeolojisini konuştuk... Arkeoloji ve turizm ilişkisinin nasıl kurulmasını gerektiğini açıklayan Özdoğan eş kazı başkanlığı uygulamasını da eleştiriyor: Bütün yabancı kazıları durdurur, çalışmasını keserseniz, kendimizin yapıp kendimizin beğendiği, bilim ile ilgisi olmayan bir duruma indirgersiniz Türkiye’yi.
İZMİR - 40 yılı aşkın süredir Neolitik dönem Anadolu kültürü üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınan Prof. Mehmet Özdoğan, dünyanın önde gelen arkeologlarından biri. Çayönü, Yarımburgaz Mağarası, Toptepe, Hoca Çeşme ve Kanlıgeçit gibi yerleşimlerde arkeolojik kazılar gerçekleştiren ve çok sayıda yüzey araştırması yapan Prof. Dr. Mehmet Özdoğan’a Türkiye arkeolojisi ve günümüz kültür politikaları üzerine merak edilenleri sorduk.
'TURİST İÇİN ÖNEMLİ OLAN GÖRDÜĞÜNÜN NASIL SUNULDUĞUDUR'
Türkiye'nin tarihsel-kültürel mirasını korumak amacıyla oluşturulan çoğu girişimde önemli roller almış bir akademisyen olarak, son dönemdeki kültür politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Arkeolojik alanların turistik ziyaretlere konu edilerek hızlıca paraya çevrilme anlayışıyla kültür turizmine açılmasını doğru buluyor musunuz?
Bu sorunun yanıtı için öncelikle arkeolojik çalışma ya da kazıları tanımlamakla başlamak daha doğru olacak. Arkeolojik çalışmaların birbirinden ayrı beş paydaşı vardır: Bilim ve bilim insanları, yerel topluluklar, turistler ve turizm sektörü, bürokratik kurumlar ve son olarak da gelecek kuşaklar. Bunların her birinin beklentileri kendine özgüdür; kazılara da ören yerlerine de kendi beklentileri ile bakarlar. Paydaşlar bunu doğru olarak algıladıklarında, bilim gereği gibi ürerken, halkın sosyal ve ekonomik zenginliğine ve turizme de katkı yapar. Bir yandan da kalıntı ya da bilginin gelecek kuşaklara kazandırılması sağlanır. Örneğin; İstanbul Arkeoloji Müzeleri'nin Marmaray ve metro kurtarma kazıları, çok güç koşullar ve çeşitli baskılara rağmen yukarıda sözünü ettiğimiz beş bileşeni de karşıladı. Yenikapı, Pendik ya da Beşiktaş’ta bilimin gerekleri çok başarılı bir şekilde uygulanarak ortaya çıkan bilgiler bilim insanlarının kullanacağı duruma geldi. Özellikle Yenikapı toplumu çok etkilemiş, 8 bin yıllık insan iskeleti ve ayak izleri bizim daha önce topluma aktarmayı beceremediğimiz zaman derinliğini kazandırmış, kazılar da toplumun günlük yaşayışını rahatsız etmeden gerçekleşebilmiştir.
Ortaya çıkan veriler henüz tam olarak sergilenmemiş olsa bile turizm dünyasında ciddi bir heyecan ve beklenti yaratmış, tüm çalışma yerel bürokrasinin başarılı bir operasyonu olarak gerçekleşmiş, uluslararası tüzük ve normlara uygun olarak belgeleme ve kazı yapılmasına büyük özen gösterilmiştir. En önemlisi de gerek bilgi, gerekse toplanan eserler gelecek kuşaklara aktarılabilir duruma gelmiştir. Dolayısıyla İstanbul metropol alanı içinde, her türlü olumsuzluğa karşı eleştirilemeyecek ve paydaşların tümünün beklentilerini karşılayan bir çalışmanın yapılabilmiş olması, bunun diğer yerlerde de yapılabileceğinin göstergesidir.
Sorunuza dönecek olursak; buluntu yerinin durum ve niteliğine göre beklentiler kuşkusuz farklılaşıyor. Örneğin turizm geliri az olan bölgeler her türlü kalıntıya potansiyel bir gelir kaynağı olarak bakmakta. Aynı şekilde kıyı bölgelerimizde yaygın olan anıtsal yapılar ile görsel çekicilik taşıyan ören yerleri de örneğin Güneydoğu Anadolu’daki bir höyük yerleşmesine göre ister istemez turizm ile daha fazla ilintili. Ancak, yine de saydığımız bu beş paydaşın hiçbirinin beklentisi hangi nedenle olursa olsun feda edilmemeli. Bunlardan herhangi birinin, ister bilim, ister turizm ister bürokrasi için öne çıkması, yapılan çalışmaya uzun erimli baktığımızda “keşke yapılmasaydı” durumuna taşır.
Arkeolojik çalışmalardan her alanda en büyük faydayı sağlamak için kültür turizminde nelere dikkat edilmelidir?
Ülkemizde ören yerleri ve turizm bağlamında bir yanlış algı da daha fazla yapı ortaya çıkartılıp restore edildiğinde turizmin artacağı düşüncesi. Esasen turist için önemli olan bir tapınak ya da bir tiyatro daha görmek değildir. Gördüğünün nasıl sunulduğudur. Antik yapılar, müteahhitler eli ile, yapılan müdahalelerle onarım yapmak yerine eski ile yeninin karıştığı garip bir yapıya dönüştürülüyor. Eski olduğu hissinin bile ortadan kalktığı yapı, uluslararası meslek kurallarına uymadığı gibi, bir süre sonra çekici olma özelliğini de yitirir; bilime de hiçbir katkısı olmaz. Sonuç olarak kültür turizmi yapılırken beş paydaşın arasındaki uyum ve dengenin özenle korunması gerekir.
'BAKANLIK SON YILLARDA ‘KAZI EŞ BAŞKANI’ ZORUNLULUĞU GETİRDİ'
Hep konuşuyoruz ancak bir türlü koruma bilincine ulaşamıyoruz. Sizce neden?
Korumanın birinci koşulu çağdaş yaşamın gereklerinin yerine gelmesi ile kültürel mirasın uzlaşmaz karşıtlar olmadığının düşünce sistemimize sinmesidir. Biz arkeologların tüm dünyayı müzeye çevirip donduramayacağımızı kabullenmemiz, yatırımcıların da kültür mirasını belgelemeden yok edilmemesi gerektiğini kabullenmeleri gerekir. Tabii bürokrasinin bunu düzenlemenin kendi görevi olduğunu kabullenmesi de… Türkiye’nin de altında imzası olan Valetta Sözleşmesi, bunun kurallarını çok açık bir şekilde koymuş. Az önce bahsettiğim Marmaray, Ilısu Baraj kurtarma çalışmaları bunun “yapılabilirliğini” gösteriyor. Ancak bunun sisteme tam olarak oturması gerekir. Örneğin Bulgaristan’da yol yapan Türk firmaları, orada en az 5 kurtarma kazısını Valetta Sözleşmesi bağlamında destekleyip karayolu veri kaybı olmadan yapıyor. Ama aynı şirket Türkiye’de sahte ÇED raporları ile vurup gidebiliyor...
Son dönemlerde politik gündemlerin de alet edilmesiyle yabancı kazılar birer birer yerini yerli kazılara bırakıyor. Sizin bu konudaki görüşleriniz neler?
Burada geriye dönüp Osmanlı İmparatorluğu’ndan başlayarak Türk arkeoloji tarihine bakmak gerekir; buna baktığınız zaman Türk arkeolojisinin birçok devletten çok daha sonra başlamış olmasına karşın başa güreştiğini; dünyada, bilim dünyasında saygın bir yeri olduğunu görürsünüz. Bunun temel nedeni en baştan itibaren Türk arkeolojisinin devletin koruyucu şemsiyesi altına sığınarak değil, diğer ülkelerdeki meslektaşları ile açık rekabet ederek var olmuş olmasıdır. Devlet Türk arkeologlara elinden geldiği ölçüde maddi destek sağlamış, arkalarında olduğu duygusunu vermiş, ancak yabancı meslektaşları da araştırma ve kazı yapmak için ülkemizde kazı yapmaya teşvik etmiştir. Yakın zamanlara kadar hemen hemen bütün doğu ülkeleri yabancı arkeoloji heyetlerinin yerli bir ortak ile çalışmasını zorunlu kılmaktaydı, buna Sovyet bloğu ülkeler de dahil. Sonuç olarak yerli arkeologlar ellerindeki yasal güce dayanarak şantaj müessesini işlettiler; kendilerinin hiç bilim yapma çabası olmadan yayınlara adlarını koydurtup rüşvet aldılar. Dolayısıyla yerel arkeoloji hiçbirinde gelişmedi, yabancıların rahat çalışması sağlandı.
Biz, Türkiye’de açık bilimsel rekabet içinde büyüdük; yayınlara haksız yere değil, alın terimiz ile adımız girdi, dayanışmayı, dünyada bilimin ne olduğunu, nasıl yürüdüğünü, kurallarını öğrendik. Bu nedenle Türkiye’den çok daha fazla kazı çalışmasının yapıldığı Doğu Bloku ülkelerinde, adını duyurmuş tek bir bilim insanı bile ortaya çıkamadı. Ancak bizde de bakanlık son yıllarda gerek yabancı gerek Türk kazılarına “kazı eş başkanı” zorunluluğu getirdi. İstisnalar dışında hiç proje yapmamış, kendi araştırması olmayanlar ikinci başkanlığı kabul ettiler; bir pazar açıldı, “yayına adımı koyarsan senin ikinci başkanın olurum” diye. Sonunda kendi kendine hiç çalışma yapmamış olanlar, bu sayede doçent oldular... Tabii bunun istisnaları var, hatta sahte ikinci başkanların şantajından kurtarmak için kendi projesini feda edip eski hocasının yardımına koşanlar bile oldu. Özetle, bilim dünya ile birlikte olur. Siz bütün yabancı kazıları durdurur, onların çalışmasını keserseniz, bir zaman sonra kendimizin yapıp kendimizin beğendiği, bilim ile ilgisi olmayan bir duruma indirgersiniz Türkiye’yi. Ülkemizde herkese nesiller boyunca yetecek yer var.
'BİRİNİN YAPTIĞI ÇALIŞMAYI ELİNDEN ALIP BAŞKA BİRİNE VEREMEZSİNİZ'
Günümüzün sosyal ve siyasal ortamında arkeoloji bilimi ve bu bilim üzerinde çalışan insanlar nasıl etkileniyorlar sizce?
Bilimin kendi kuralları vardır ve politik müdahalelere karşı çok hassastır. Müdahale ettiğinizde de yine bir şeyler olur, yapılır, ancak bu bilim olmaz. Türk arkeolojisinin Osman Hamdi Bey döneminden bu yana süregelen bir geleneği vardır: Devletin -bürokrasinin- bilim insanına güvenmesi ve onun işine karışmaması...
En basitinden, bilimsel çalışmaları etkileyen faktörler içinde en önemlilerinden biri kazı başkanlıklarının el değiştirmesi olmuştur. Emekli olan veya çalışamayacak durumdaki kazı başkanlarının yerine kimin geleceği çok önemli. Uzun yıllar süren arkeolojik kazılarda çok sayıda çeşitli veriler ortaya çıkar. Bunların analiz ve yayın hazırlığı onlarca yıl sürer. Örneğin; ben şu anda hocamın bana devrettiği ve onun adına yayına girecek olan 1954 yılı Fikirtepe kazısının son yayınını basıma hazırlamaktayım. Ön raporu ve kısa yayınları oldu, ancak malzemenin tam olarak anlaşılabilmesi için arkeolojinin, arkeometrinin yöntemlerinin gelişmesi gerekti, malzeme böylelikle anlam kazandı. Siz kazı başkanı işi bıraktı diye kazıyı o ekipten olmayan birine verdiğiniz zaman, bu; geçmiş çalışmayı, yarım kalmış işleri, bilim emeğini de başkasına vermeniz anlamına gelir. Kazı bir “iş” değil, bilimsel bir projedir. Bilim etiğinde birinin yaptığı çalışmayı elinden alıp başka birisine veremezsiniz. Kazı ekipleri bunu kendi içinde çözemiyor ise, o zaman çalışmanın bir süre durması gerekir. Bürokrasinin çerçeveyi belirlemesi, bilimin ayağının da kendi kuralları ile yürümesi gerekir.
'DEFİNECİLİK UZUN YILLARDIR ÜLKEMİZİN BİR AYIBI OLARAK SÜRÜYOR'
Son dönemlerde 'Anadolu Definecileri Eğitim ve Araştırma Derneği' adında definecileri eğitmek adına eğitimler veren bir örgütlenme ortaya çıktı. Bu tür oluşumları engellemek için neler yapılabilir?
Definecilik uzun yıllardan bu yana maalesef ülkemizin bir ayıbı olarak sürüyor. Detektörlerin kullanımının serbest bırakılması ile boyut değiştiren definecilik, bazı bölgelerde güncel politika ile de birleşerek yama ve tahribatın boyutunu artırıyor. Bunun önlenmesi her şeyden önce Kültür Bakanlığı’na bağlı arazi teşkilatının kurulmasına bağlı. Hemen hemen bütün ülkelerin açık arazideki arkeolojik alanların korunması ve denetlenmesi ile görevli, bölgesindeki kalıntılardan sorumlu hareketli arazi teşkilatları vardır. Bizde ise bunu müzelerin yapması bekleniyor. Ancak müzecinin müzeden dışarı çıkması için üst makam onayı gerekir ki; gerekli arazi araçları da çoğunlukla yoktur. Bir kurumdan ödünç araç bulmaları gerekir; ellerinde bölge haritaları olmadığı gibi, gördükleri bir kaçak olaya müdahale etmek için de yine bir izne ve onaya ihtiyaçları vardır. Bu durumda defineciyi ancak tesadüfen oralardan geçen, ya da köyden birinin ihbarı ile gelen kolluk kuvvetleri önleyebilir ki, bu da çok küçük bir olasılıktır. Dolayısıyla arazi teşkilatının kurulması bu konuda önemli bir adım olacaktır.
Peki geçmişten günümüze, Cumhuriyet döneminin kültür politikalarından bugüne baktığınızda arkeoloji yapmanın koşulları iyileşmiş diyebilir miyiz?
Türk arkeolojisinin çok sağlam bir temeli var. Az önce de bahsettiğimiz gibi, Osman Hamdi Bey zamanında kuralları, çerçevesi çok akıllıca kurulmuş; bilim insanı ile bürokrasi arasındaki dengeyi de akılcı olarak gözeten bir altyapı bu. Zaten Türk arkeolojisi bu sayede gelişti. Çevremizdeki ülkelere bakın, hepsinden iyiyiz. 200 küsur ülke içinde yerimiz 14-25 makasındadır. Üstelik bahsettiğim 14 ülke de arkeoloji ile ilgilenmeye 1200’lü yıllarda başlamış, kurumlarını o süreçte yapılandırmış olanlardır. Yani bürokrasi, dünyadaki bilim konjonktürünü doğru okuyarak değerlendirebilse bizim daha da ön sırada yer almamız, sandığımızdan da kolaydır. Yani esas sorunumuz; böyle bir altyapı varken, çok daha iyisini yapacak bir beyin gücümüz ve birikimimiz varken bunu yapamıyor olmak!