JES'lere karşı köylülerden 'Yetti Gari'
Video aktivisti Murat Yüksel ve Gazeteci Onur Yıldırım, köylülerin Jeotermal Enerji Santrali'ne karşı mücadelesine tanıklık etti. Önce köylülerle sonra uzmanlarla konuştular ve ortaya 'Jeotermal Yetti Gari' belgeseli çıktı.
İZMİR - Hali hazırda, otuz beş jeotermal elektrik santrali ve bini aşkın sondaj kuyusu bulunan Aydın ve çevresinde yapılan jeotermallere her geçen gün bir yenisi daha ekleniyor. Yerin binlerce metre altından çıkarılan sıcak suyun içindeki kimyasal maddeler havaya, suya, oradan da toprağa karışıyor.
Yönetmenliğini video aktivisti Murat Yüksel’in, proje danışmanlığını Gazeteci Onur Yıldırım’ın yaptığı “Jeotermal Yetti Gari” belgeseli, Aydınlıların jeotermal santrallere karşı yürüttüğü çevre mücadelesini anlatıyor. Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı’nın desteğiyle hazırlanan belgeselin çekimleri için yaklaşık 20 köy gezen Onur Yıldırım ve Murat Yüksel ile belgeseli ve bu süreçteki deneyimlerini konuştuk.
YAPABİLECEĞİM EN İYİ ŞEY BELGESEL ÇEKMEKTİ
“Jeotermal yetti gari’’ ile Aydın bölgesinde yaşayan köylülerin verdikleri mücadeleyi anlatıyorsunuz. Bu belgeseli yapma düşüncesi nasıl oluştu?
Murat Yüksel: Aslında ilk fikrin oluşması ben Aydın’a yerleştikten sonra oldu. Aydın–İzmir arasındaki yolculuklarım esnasında otoban kenarlarından geçen borular dikkatimi çekmişti. O vakte kadar jeotermalin adını biliyordum ama nasıl bir şey olduğunu bilmiyordum. Sonuçta temas etmediğim için meseleden uzaktım. Daha sonra gerek sosyal medyada gerekse haberlerde jeotermallere ilişkin haberler okumaya başladım. 2016 yılının yaz aylarına doğru Didim’de bir jeotermal kurulma fikri vardı. Oradaki çevre hareketleriyle birlikte bir mücadele sergiledik. Ama o zaman belgesel fikri henüz oluşmamıştı. İlerleyen zamanlarda insanların mağduriyetini gördükçe bir şeyler yapmak gerektiğini düşünmeye başladım. Benim de yapabileceğim en iyi şey belgesel çekmekti. Benim açımdan en iyi dil buydu. Onur’la bu meseleyi paylaştım ve belgeseli çekmeye karar verdik.
Onur Yıldırım: Aydın ilinin yüzde sekseninde “temiz enerji” adı altındaki jeotermal santrallere ruhsat veriliyor. Nefes almanın zorlaştığı, tarımın büyük zarar gördüğü, kentte 110 yeni jeotermal santral yapılması için ihaleler yapılıyor. Aydın’da bir milyon insan yaşıyor ve bu insanların hiçbirisinin rızası alınmadan, sağlığı hiçe sayılarak tarım arazilerinin ortasına kuralsız, kontrolsüz bir şekilde bu santraller kuruluyor. Türkiye’nin en verimli topraklarının yer aldığı bir bölgeden bahsediyoruz. Aydın ili, Söke ovası ülkemizin en verimli tarım arazisi olarak yılda 3-4 sefer mahsul alınan bir bölge iken jeotermallerin etkisiyle bu tarım arazileri yok oluyor, ağaçlar kuruyor. Dolayısıyla bu olumsuz etkilerin bir şekilde anlatılması gerekiyordu. Türkiye’deki çevre tahribatlarına karşı zaten bir duruşumuz vardı. Aydın’daki çevre mücadelesine katkı koyalım istedik. Biz de bu belgesel ile jeotermallerin, temiz enerji değil, temiz enerji adı altında köylünün onayı olmadan zorla yapılan ve tarımı yok eden bir sistem olduğunu anlatacağımızı düşündük. O yüzden bu belgesel fikrine geçtik.
KÖYLÜLER SESLERİNİ DUYURACAK BİR MECRA ARIYOR
Çekimlere başlamadan önce nasıl bir ön çalışma yaptınız? Karşılaştığınız zorluklar oldu mu?
Murat Yüksel: Önce jeotermal nedir, ne değildir diye bir araştırma içine girdik. Bu konuda yapılmış çalışmaları okuduk. Çevre örgütleriyle dirsek teması kurduk, bilim insanlarının yapmış oldukları araştırmaları inceledik. Ve aslında biz de o zaman Aydın’ın nasıl bir yok oluşa sürüklendiğinin farkına vardık. Bunları yapmamızın amacı belgeseli çektiğimizde bir handikapa düşmemekti. Sonuçta köylüler karşı çıkıyor, zararlı olduğunu söylüyor ama gerçekten zararı var mı diye meseleye yakından bakmak gerekiyordu. Örneğin jeotermal santralleri Türkiye’de var olan enerjinin çok düşük miktarlarına tekabül ediyor. Yani bu kadar düşük bir enerji söz konusu ve insanlar bunun için zehirleniyor. Yaptığımız bu araştırmalardan sonra gerçekten de köylülerin ya da çevre örgütlerinin vermiş olduğu mücadele “doğru bir mücadele” diyerek çekimleri gerçekleştirdik. Çekimler sırasında şirketlerle yaşadığımız bir sıkıntı olmadı.
Onur Yıldırım: Biz, santral ya da fabrikaları çekmedik. Santrallerin çevresel etkilerini çektik. Sadece bir kez Germencik’te güvenlik devriyeleri geldi. Çünkü arazinin tam ortasındaydık. Köylü traktörle tarlasını sürerken bir taraftan da borular döşeniyor, dumanlar çıkıyordu. O görüntüyü alırken bizi gördüler. Firmanın mühendisleri ya da güvenlik görevlileri birkaç kez gelip gitti. Bunun dışında çok bir zorluk yaşamadık. Çünkü köylüler zaten bir şeyleri anlatmak istiyor. Bir şekilde seslerini duyuracak bir mecra arıyor. Hatta bu mecra bir gazete ya da bir televizyon olursa dört elle sarılıyor. Bir de belgeselin kalıcı olduğunu, sürekli gösterebileceklerini ve daha çok insana ulaşacaklarını düşündükleri için de çok yardımcı oldular.
ENERJİ SANTRALLERİ BİR AVUÇ ELİTİ ZENGİNLEŞTİRİYOR
Elektrik Mühendisleri Odası’nın raporuna göre jeotermal santralleri Türkiye’’nin enerji ihtiyacının çok azını karşılıyor. Oysaki köylünün enerjiye ihtiyacı olduğu argümanı üzerinden geçim kaynakları yok edilip yaşam alanları öldürülüyor. Bu nasıl bir çelişki?
Onur Yıldırım: Önce köylüyü çeşitli vaatlerle kandırıyorlar. Mesela Yılmazköy’de köylülere “Evlerinizde doğal gaz olmasa bile sıcak su banyonuzdan, mutfağınızdan akacak”, “Ücretsiz elektrik sağlanacak” demişler. Ama bu saydıklarının hiçbirisi gerçekleşmemiş. Enerji, santralleri bir avuç eliti zenginleştiriyor. Uçsuz bucaksız bereketli Söke Ovası’ndan alınan ürünlerle binlerce insanın karnı doyuyor. Yani enerji ihtiyacı önemli bir şey olabilir ama bunu tarım alanlarını yok etmeden, gerekli çevresel etkiyi gözeterek kurmak neden düşünülmüyor? Çünkü bunları yaptıkları zaman maliyet yükselecek. İncirin, zeytinin, pamuğun uzun vadede getireceklerine baktığımızda arada bir uçurum var. Tarımdan çok uzun süreler gelir elde edilebiliyorken enerji santrallerinin geleceği belirsiz. Bütün dünya ülkelerine incir Aydın’dan gidiyor. Dünya, inciri Aydın’dan tanımış. Şimdi İnciri yok etmek üzerine bir sistem kuruluyor. Buna da bakanlıklar, belediyeler eliyle izin veriliyor. Yani asıl çelişki buradan başlıyor.
Murat Yüksel: Germencik tarafında köylülere bedava elektrik vereceklerini söylemişler ve gerçekten de bedava elektrik vermişler. Çevre derneklerinin uyarısına rağmen köylüye cazip geldiği için o zamanlar kabul etmiş. Köylüler incirde mahsul düşmeye başladıktan sonra kafalarında bir soru işareti oluşmaya başlamış. Tekrar çevre dernekleriyle iletişime geçip mücadele etmeye başlayınca şirket elektriklerini kesmiş. Aynı şekilde Kızılcaköylüleri de başlangıçta bu şekilde vaatlerle kandırmışlar. Ama köylü artık uyanmış durumda. Buradaki incirden alacağı mahsülün kıymetini artık biliyor.
Bu şirketler Avrupa bankalarından teşvik kredisi alıyorlar. İlerleyen zamanlarda Avrupa elektrik fakiri olan bir kıta haline gelecek. Türkiye kendi üretmiş olduğu elektrikten daha az elektrik tüketiyor. Kalanını da Avrupa’ya satıyor. Tabii para, elektrik üreten şirketlerin ve devletin cebine kalacak. Köylüyü de fabrikasında köle olarak çalıştıracak. Politika, aslında köylüyü kendi himayesine bağlayarak bağımsızlığını da elinden almak.
BİZ SADECE BUZDAĞI’NIN GÖRÜNEN KISMINI GÖSTERDİK
Son olarak; Belgeselde JES'lerin çevreye verdiği zararı yeteri kadar yansıtabildiğinizi düşünüyor musunuz?
Murat Yüksel: Biz sadece buz dağının görünen kısmını gösterdik. Gerisi izleyiciye ait. İzleyici nasıl bir tahribatın olduğunu kendisi de kestirebilir. Ulaşabildiğimiz insanlar bize çok şey anlattı. Aslında daha fazla kişiyle konuşmak istedim ama belgesel mantığını da bozmamak gerekiyor. Çünkü bir süre sonra izleyiciyi de sıkabiliyorsunuz.
Eksiklikler elbette var. Bu bölgede dehşet verici bir durum var sonuçta. Oraya gittikten sonra aynı günün akşamında öksürüyordum mesela. Başlangıçta başka bir sebepten dolayı olabilir mi diye düşündüm. Ama bir sonraki hafta farklı bir bölgede tekrar o dumana maruz kaldığımda yeniden öksürmeye başladım. Santralden uzak bir köye gittiğinizde de bu sefer kokusundan rahatsız olmaya başlıyorsunuz. Sürekli çürük yumurta kokusu geliyor.
Onur Yıldırım: Burada yaşanan tahribat bir belgeselle anlatılamayacak kadar büyük. Çünkü insanlar yavaş yavaş, yaşayarak öğreniyor yarattığı tahribatı. Aydın ovasındaki hamile kadınlardaki düşük oranları, kanserdeki artış, intihar vakalarının artması gibi veriler TTB ve Sağlık Bakanlığı’nda var. İntihar vakalarındaki artış ciddi anlamda araştırılması gereken önemli bir konu. Jeotermal enerji santralleri kurulmadan önce 50 ton incir alan Elvan amcanın her şeyinin yok olup gittiğini, bütün ağaçlarının kuruduğunu gördük. Mesela dışı normal görünen bir incirin içini açtığınızda ziftleşmiş olarak karşınıza çıkıyor, bazı firmalar insan sağlığına zararlı bu incirleri 1 liraya alıp incirli bisküvi, incirli lokum gibi incirden yapılabilecek ne varsa oralarda kullanıyor. Yani insan sağlığı ile oynamanın etkileri Aydın’da yavaş yavaş ortaya çıkacak.
Aydın Ovası'nın kadim topraklarının böyle hoyratça talan edilmesine, sermayeye peşkeş çekilmesine karşı bir belgesel yapabildik. Daha fazlasını yapamadık. Bundan fazlasını yapmak gerekiyor. Daha çok mücadele etmek, bir şekilde buna dur demek gerekiyor. Yoksa o coğrafya, o bereketli topraklar göz göre göre yok olup gidecek. Evet, bereketli bir toprağımız var ama bir avuç elitin kar hırsı için bu topraklar yok ediliyor. Kar hırsı yüzünden yok ediliyor ve biz bir şey yapamıyoruz. Bunun bendeki etkisi ise çaresizlik…