Nail Dertli : İnsanlar yaşadığı sefaleti özsaygısını zedeleme pahasına alenileştirmek zorunda kalıyor
Son günlerde yaşanan cinayet ve intiharların ardından Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakıf Gönüllüsü Dr. Nail Dertli, Türkiye’deki sosyal yardım pratiklerini ele aldı.
DUVAR - Türkiye’deki sosyal yardım pratiklerini, son zamanlarda yaşanan cinayet/intihar olayları üzerinden, Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakıf Gönüllüsü, Dr.Nail Dertli ile konuştuk.
Bildiğiniz gibi Fatih’teki toplu intiharın bir benzeri de Antalya’da yaşandı. Ancak Antalya’daki olayda en az iki cinayet de söz konusu. Bu -cinayet de içeren- intiharlar, kamuoyunda geniş yankı buldu. Fatih’teki olaydan sonra siz, ‘değersizleştirme ritüelleri’nin intiharlardaki rolüne dikkat çekmiştiniz. Bunu biraz açar mısınız, 'değersizleştirme ritüelleri’ ile neyi kastediyorsunuz?
Fatih’teki sosyal cinayetin ardından devletin ilk tepkisi, intihar eden kardeşlerin sosyal yardım başvurusu yapmadığı bilgisini paylaşmak oldu. Oysa ki Türkiye’de yardım dağıtımında başvurulan yaygın değersizleştirme ritüelleri nedeniyle yardım alma, yüksek bir damgalama etkisine sahip. Bu durum yoksulların yardım başvurusunu engelleyen bir unsur. Yardım başvurusunda bulunup bulunmama, ilk bakışta bireysel bir tercih gibi görülebilir. Ancak öyle değil. Devletler doğrudan ya da dolaylı politikalarla bu süreci geniş ölçüde etkiliyor. Araştırmalar, kamusal bilgilendirme ve tanıtımın yetersiz, başvuru sürecinin karmaşık, sosyal yardım almanın damgalayıcı olduğu durumların yoksulların koşullarını taşısa bile sosyal yardım başvurusunda bulunmasını engellediğini gösteriyor. Türkiye’nin yardım rejimine baktığımızda bu üç unsurun üçünün de yer aldığını görüyoruz. Yetersiz bilgilendirme ve karmaşık prosedürler, özellikle AKP tarafından yoksulların siyasal olarak borçlandırılmasının ve minnet ekonomisinin örgütlenmesinin araçlarından. Yardım dağıtım sürecine ilişkin değersizleştirme ritüelleri ise yardım başvurularını sınırlandırmanın, çalışmanın ve aile etiğinin dayatılması işlevini üstleniyor.
Değersizleştirme ritüelleri ile yardım taleplerini sınırlandırmak/azaltmak amacıyla başvurulan ayrımcı, küçük düşürücü, onur kırıcı, tutum, tavır ve uygulamaları ifade ediyorum. Bunlar yardım dağıtımının hemen her aşamasında farklı biçimlerde karşımıza çıkıyor. Ancak değersizleştirme ritüellerinin en fazla alenileştiği süreç, hane ziyaretleri. Hane ziyaretleri, yoksulun yardımı hak ettiğini ispatlamak için vakıf görevlisine yoksulluğunu ve yoksulluğunun derecesini ispatlamak zorunda kaldığı kontroller. Yardıma erişebilmek için yoksul emekçinin çoğu durumda kendini acındırmak, yaşadığı sefaleti özsaygısını zedeleme pahasına alenileştirmek zorunda kaldığı bu ziyaretler, pratikte bir tür hane denetimine dönüşmüş durumda. Alan araştırmaları, denetim biçimini alan bu ziyaretlerde hanedeki buzdolabından televizyona her nesnenin sorgulama konusu yapıldığı gibi yoksulların özel hayatlarının da didik didik edildiğini göstermekte. Örneğin kadınların evlilik dışı birliktelikleri, yardım için gerekli koşulları taşısalar bile, “hak eden yoksul” kategorisinden dışlanma için yeterli sayılabiliyor. Üstelik bu denetimler, kamunun sosyal yardım kurumları ile sınırlı değil. Denizcan Kutlu’nun alan araştırması ile ortaya koyduğu gibi bu denetimler, özel vakıf ve dernekler tarafından da kullanılıyor. Bu nedenle hane ziyaretleri basitçe yoksulluk, geçinememe gibi maddi koşulların dışa vurulmasının da ötesinde, yoksulun ve hanesinin mahremsizleştirilmesini içeriyor. Türkiye’nin sosyal yardım sisteminin yüksek bir damgalama etkisine sahip olması ve yoksulların yardımlara başvurmaması, büyük ölçüde bu tür mahremsizleştirme pratikleriyle ilişkilidir.
Türkiye’de yardıma başvurmama ya da yardım başvurusu reddedilen yoksullara ilişkin bir veri bulunmuyor. Bakanlık yardım başvurularının sonuçlarına ilişkin bir istatistik yayımlamıyor. Ancak Fatih’teki durumun istisna olduğunu söylemek zor. Hem gazetelere zaman zaman yansıyan haberler hem de çeşitli alan araştırmaları, tersi yönde güçlü veriler sunuyor.
Türkiye’de “sosyal yardım” alma imkanlarının son derece kısıtlı olduğu biliniyor. Türkiye’de bu süreç nasıl işliyor?
Türkiye’de sosyal yardımlar, il ve ilçelerde kurulu bulunan sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıfları aracılığıyla örgütleniyor. Türkiye’nin sosyal yardım dağıtım kalıbının özellikleri ve yardımların dağıtım aşama ve örüntüleri gözetildiğinde, sosyal yardımlara erişimin/dışlanmanın çok önemli bir sorun olduğu söylenebilir. Yardımlara erişememe olgusunu etkileyen çeşitli etmenler söz konusu. Yeterli bilgilendirme ve tanıtım yapılmaması nedeniyle yoksulların yardım programları ve yardımlara elverişlilik konusunda bilgi sahibi olmaması bunlardan biri. Yetersiz bilgilendirme nedeniyle hak kazanma koşullarına sahip olmasına rağmen yoksulların bir kısmı yardımlara başvuramıyor. Bazı sosyal yardım başvuruları ise keyfi olarak “uygunsuz”, “yeterli niteliklere sahip değil” denilerek reddedilebiliyor. Yardım başvurularını en fazla sınırlandıran ve yardım almama davranışına yol açan unsur ise yardım bürolarının küçük düşürücü tavır ve uygulamaları, yani değersizleştirme ritüelleri nedeniyle yoksulların başvurudan uzak durması.
Türkiye’de yardım dağıtımı, dört aşamalı bir süreç. Bu süreç yardım başvurusu ile başlayıp gelir tespiti (Sosyal Yardım Bilgi Sistemi Sorgusu-SOYBİS sorgusu) ve hane incelemeleri sonrasında vakıf mütevelli heyetinin olumlu/olumsuz kararı ile sona eriyor.
Yardım dağıtım sürecinin en kritik aşamalarından birisi başvuru. Yardımlara ilişkin kamusal bilgilendirmenin yetersizliği nedeniyle yardımlardan komşular, akrabalar, “hayırseverler” ve mahalle muhtarları gibi enformel ilişki ağları dolayımında haberdar olma yaygın. Bu nokta önemli, çünkü AKP, iktidarı süresince kamusal bilgilendirme kampanyaları ile yardım programlarına başvuruları sağlamak yerine, yardıma erişimde muhtarlar, vakıf mütevelli heyeti üyesi “hayırseverler”, parti yöneticileri gibi aracıların varlığını pekiştirdi. Bu aktörler Zafer Yılmaz’ın minnet ekonomisi çerçevesinde kavramsallaştırdığı siyasal borç ilişkisinin inşası açısından kritik önemde. Örgütlenişi itibariyle iktidarın/liderin, yoksullara bağışı gibi takdim edilen sosyal yardımların sunumundaki konumları nedeniyle muhtarlar, vakıf mütevelli heyeti üyesi “hayırseverler”, iktidar partisinin il/ilçe başkan ve yöneticileri minnet ekonomisinin örgütleyici ajanları haline gelmekte, siyasal iktidarla yoksullar arasındaki ağın örülmesinde, tabiiyet ilişkisinin kurulmasında, belirleyici roller üstlenmektedirler. Belirtmek gerekir ki, güvencesiz istihdam koşulları sebebiyle sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarının personelinin de bu aktörlerle uyumlu ya da bu ağın bir parçası olarak hareket etmek zorunda kaldıkları gözlemlenmektedir.
Yardımların dağıtıldığı yereldeki vakıfların karar organı, vakıf mütevelli heyetleridir. Yardım verilip verilmemesi noktasında son sözü söyleme yetkisi, mütevelli heyetindedir. Daha da önemlisi, vakıf mütevelli heyeti, il ya da ilçedeki yardım pratiklerinin belirleyicisidir. Mevcut durumda mütevelli heyeti, doğal üyeler olarak nitelendirilen kamu kurumlarının temsilcileri ve seçilmiş üyeler olarak isimlendirilen yerel yöneticiler, STK temsilcileri ve “hayırseverlerden” oluşmaktadır. İktidarın doğrudan denetindeki kamu görevlileri, muhtar, “hayırsever” vatandaş, iktidara yakın STK temsilcilerinden oluşan yapısı ile mütevelli heyeti, sosyal yardım alanında klientelist uygulamalara kapı aralamaktadır.
Dikkat çektiğiniz konulardan biri de ‘değersizleştirme pratikleri’nin yaygın olduğu yerler, aynı zamanda proleterleştirme süreçlerinin, dolayısıyla da güvencesizleştirmenin, yaygın olduğu bölgeler. Bunlar arasında nasıl bir ilişki var?
Türkiye’de yardım dağıtım sürecinde ilgi, yardıma ihtiyacı olanların tespit edilmesinden ziyade, yardım almaması gerektiği düşünülen nüfus gruplarının dışlanması üzerine kurulu. Bu durum yardım rejimi içerisinde hak eden ve hak etmeyen yoksul ayrımıyla yakından ilişkili. Bu ayrımda cinsiyetsiz algılanan yaşlılar, engelliler ve toplumsal cinsiyet normlarına uydukları ölçüde kadınlar hak eden yoksul kategorisinde değerlendiriliyor. Çalışma yeterliliğine sahip yetişkinler (özellikle genç bekar erkekler), yaygın bir şekilde yardımlardan, özellikle nakit yardımlardan, dışlanıyor. Bedenen çalışabilir durumda olan kadınların yardımlardan yararlanabilmeleri, eş ve annelik rolleriyle bağlantılı. Bekar kadınlar, evlilik dışı ilişki yaşayanlar ve boşanmış çocuksuz kadınlar yardımlardan dışlanan gruplar arasında. Tüm bu özellikler gözetildiğinde, Türkiye’nin sosyal yardım dağıtım kalıbının, yoksulların bedenen çalışabilir olanlar ve olmayanlar şeklinde etkin bir şekilde ayrıştırılması, çalışabilir durumdaki mülksüzlerin işgücü piyasasına zorlanması ve aile etiğinin güçlendirilmesi temelinde işlediğini söyleyebiliriz. Değersizleştirme ritüelleri, ücretli işçiliğe alternatif oluşturabilecek geçim olanaklarının (sosyal yardımlarla yaşama) ve yaşam biçimlerinin engellenmesi aracılığıyla proleterleşmenin yönetilmesine yönelik bir müdahale işlevi de görüyor. Bu kapsamda bu pratiklerin işçileşmenin yoğun olduğu kentlerde çalışma ve aile etiğinin dayatılmasının araçlarından biri olarak yaygın şekilde kullanıldığını görmekteyiz. Bu kentlerde sosyal yardım başvurusu reddedilen çalışabilir durumdaki yoksulların oranı da daha yüksek. Bu kapsamda bir gösterge olarak genel sağlık sigortası primleri devlet tarafından karşılanan yoksullara bakabiliriz. İstanbul’da genel sağlık sigortası (GSS) primi devlet tarafından ödenen sosyal güvencesizlerin oranı, yüzde 50 ile Türkiye ortalaması olan yüzde 77’nin çok altındadır. Benzer şekilde işçileşmenin yüksek olduğu Kocaeli, Antalya, Eskişehir, Bursa, Tekirdağ GSS primini kendisi ödeyen sosyal güvencesizlerin oranının en yüksek olduğu ilk 10 kent içinde yer alıyor.
Dünya genelindeki “sosyal yardım” süreçleri ile hangi yönlerden ayrılıyor?
Birincisi, Türkiye’de çalışma çağındaki nüfusa yönelik genel nitelikte bir nakdi yardım programı bulunmuyor. Bu yönüyle Türkiye OECD ülkeleri arasında istisnai örneklerden biri. Türkiye’nin sosyal yardım sistemi içerisinde nakdi yardımlar “özürlüler, yaşlılar, eşi vefat etmiş kadınlar” gibi son derece dar olarak tanımlanmış nüfus grupları ile sınırlandırılmış durumda. Bu durum, işsizlik sigortası hak kazanma koşullarının katılığı ve işsizlik ödeneklerinin süre yönünde kısıtlılığı ile birlikte ele alındığında çalışabilir durumdaki nüfusun kriz ve işsizlik karşısındaki kırılganlığını daha da artırıyor.
İkinci olarak Türkiye’de yardım dağıtımında çok katı bir gelir ve varlık yoklamasına uygulanıyor. Yardımların dağıtımında Dünya Bankası’nın mali desteği ile geliştirilen gelir göstergelerine dayalı hedefleme tekniği kullanılıyor. Bu teknikle Sosyal Yardım Bilgi Sistemi Modülü aracılığıyla ailelerin ücret, nafaka gibi gelirleri ile araç, konut, dükkân, tarla, arazi gibi taşınır ve taşınmaz varlıklarından elde ettiği gelirlerin yanı sıra, bu varlıkların servet değerleri de dikkate alınmaktadır. OECD ülkelerinde gelir ya da varlık tespitleri yapılırken, yaygın bir şekilde ya gelirin belirli bir bölümü ya da bazı varlıklar dikkate alınmaz. Türkiye’de ise, bu konuda çok katı bir tutum benimsenmiş durumda. Hiçbir gelir ya da varlık, gelir tespitinde dışarıda bırakılmıyor. Hatta yoksulun hanesine herhangi bir nakdi gelir sağlamayan, sadece kullanımına tahsis edilmiş varlıklar bile gelir olarak dikkate alınıyor. Örneğin yoksulun kira ödemeden oturduğu kendisine ait olmayan konutun servet değeri belirli oranda kişinin gelirine dahil ediliyor.
Üçüncüsü Türkiye’de sosyal yardımların miktarı son derece düşük. Esasında bu durum, Türkiye’ye özgü değil. AB ülkelerinde de sosyal yardımların düzeyi ortalama gelire göre düşük. Ancak ülkeler arasında önemli farklılıklar olmakla birlikte sosyal yardımların düzeyinin en düşük olduğu ülkelerde (Doğu ve Güney Avrupa ülkeleri) bile yardımlar, ortalama gelirin %30’una yakın. Uyumlaştırılmış bir veri seti olmadığı için Türkiye ile AB ülkelerini doğrudan karşılaştırmak mümkün değil. Ancak Türkiye’de sosyal yardımların miktarı, son derece yetersiz. 2019 yılı için eşi “vefat etmiş kadınlar”a ve “muhtaç asker aileleri”ne yapılan yardım, net asgari ücretin yüzde 13’ü, “öksüz ve yetim yardımı” ile “muhtaç asker çocuğu yardımı” ise yalnızca yüzde 5’i. En cömert yardım programlarından biri olan 65 yaş aylığının tutarı, 2018’de asgari ücretin yüzde 16’sıydı. Hükümetin 23 Haziran seçimleri öncesi yardım miktarında yaptığı olağan dışı artış sonrası 2019’da bu oran yüzde 31’e yükseldi. Aynı şekilde engelli aylığı da yüzde 70 ve üstü engelli raporu olanları için asgari ücretin yüzde 37’sine yükseldi.
Tüm bu özellikler gözetildiğinde Türkiye’nin sosyal yardım dağıtım kalıbının temel özelliği, bedenen çalışabilir durumdaki yoksulları, işgücü piyasasına fırlatıyor olmasıyla ilgilidir. Bu yalnızca bedenen çalışabilir durumda olan yoksulların nakdi yardım programlarından dışlanarak, işgücü piyasasına alternatif bir geçim olanağına erişmelerine izin verilmemesi gibi dolaylı yollarla gerçekleştirilmemektedir. Kökleri daha eskilere uzanmakla birlikte SYDV’ler, özellikle son 10 yılda, yoksulları en güvencesiz koşullarda istihdam edilmesine aracılık yapar hale gelmiştir.