Türkiye’de heykelin 100 yılı
Sanat yapmak her dönem için ayrı bir şey olmuştur. Ancak şunu heykeltıraşlık için göz önünde bulundurmalıyız; sanat ile zanaat kardeştir ve her sanatçının zanaatkâr bir tarafı vardır.
Yarkın Biçer*
Bu coğrafyada 10 bin yıldır heykel var. Nedir ki 100 yıllık heykel tarihi, devenin kulağındaki tüy bile değil. Halbuki Türkiye coğrafyası, Antik Yunan, Roma uygarlığından tutun da birçok eski uygarlığın heykeltıraşlık ürünleriyle doluyken, hatta insanlık tarihini yeniden tanımlayan ilk heykel unsurları (Göbeklitepe vs.) bu topraklarda bulunurken, bizim heykeltıraşlık tarihimiz neden çok eski değildir? Çünkü, onların bu topraklarda olması bizim olduğu anlamına gelmemektedir. Biz kendi tarihimizi sürekli yeniden ve yeniden kurgulamakla ilgileniyoruz.
Sanat masum değildir. Hele hele heykel hiç masum bir sanat olarak çıkmamış tarih sahnesine. Heykele anıt, abide diye bakarsak, Latin dillerindeki İngilizcede “Monument“ yada “Statue” karşılığını bulabiliriz; “Statue” kelimesi “İstasyon”(1) , “Enstitü”(2), “Statüko(3) (politik bir olgunun günümüzdeki hali, yasa, tüzük olarak)” ve “Statü (kadro, pozisyon,)” kavramları ile dirsek teması kurar. Yani durma, durak, durum, duruş, kurulmuş olan şey, kurmak, dikmek, yasa koymak, yasa koyucu pozisyonu almak gibi Latince aynı kökeni paylaşır heykel. Bu nedenle tarihsel olarak, iktidarın görsel dili meydanlarda, tapınaklarda sembolleşir.
Tanrılara, tiranlara, krallara, imparatorlara, papalığa, başkanlara, başbakanlara, hâsılı iktidarı eline geçiren kim varsa onlara -tabiri caizse- yanaşmıştır heykeltıraş. Ne yapsın üç kuruş ekmek parası işte. Para nerede sanat orada. Türkçede ise anıt kavramı anmaktan, hatırlamaktan ileri gelen abide ile özdeş kelimedir. Abide sözcüğü “ebedi” sözcüğü ile aynı kökten çıkan “abit”den gelir. Bir anıyı sonsuz kılmak. (Tekiner, 2010)
Müslüman din adamları arasında, heykelin put olarak tanımladığı Maide Suresi'nin 93. Ayeti referans olarak verilmektedir. İçinde geçen “ensab” kelimesini “resim ve tasvir olarak” tercüme etmişlerdir. Osman Şekerci’ ye göre yanlış bir tercümedir. “Ensab”; eski Arapların üzerinde kurban kestikleri ve ibadet ettikleri taşlar olarak söylenir. Yani ibadet için dikilmiş taşlardır. (Şekerci, 1996) Eğer yapılan tasvire ibadet edilmiyorsa, heykel İslam’a göre yasak değildir. Heykel, sürekli İslam’a ilişkin fobik bir durum olarak öne sürülmüştür. Aslında söylemsel olarak “heykel yasağı” İslami ideolojilerin, ideolojik aygıtlarından biridir. Yani referans kutsal kitap değil, ideolojidir aslında. Louis Althusser’e atıfla söylersek, yanlış bilgidir.
Bilindiği üzere Hıristiyanlığın ilk çağlarında yaşanmış olan İkonoklazm dönemi (M.S 726 -842) vardır. Hıristiyanlık çok tanrılı bir dinin içinden çıkmış ve üç boyutlu imgelerin yeniden çok tanrılı dinle ilişki kurmasından korkulmuştur. Zamanla dini resim ve heykellerin İncil’i anlatmanın en iyi yöntemlerinden biri olduğu anlaşılınca bu imgeler put gibi görünmekten çıktılar. Zaten ilahiyat da bunun için vardır: İyi Hıristiyan (ya da Müslüman) yapmanın yollarını yasaklar koymaktan ziyade, toplumun kutsal metinleri anlamalarını sağlayacak araçlar bulmaktır. Batı sanatı, Giotto’dan modern sanata uzanıncaya kadar bu mesele içinde 600 yıl kutsal metinleri sanat yoluyla anlattı.
OSMANLI’DAN CUMHURİYET'E
Bizdeki Türk heykel tarihi başlangıcını Ahlat mezar taşlarından başlatanlar olduğu gibi, Osmanlı mezar taşlarından da başlatanlar vardır. Bunlara, Türk heykel sanatının varlığı olarak değil, daha ziyade bir tür oymacılık mesleğinin varlığı olarak bakmak gerekir. Her ikisinde de yontucunun kendi kişisel tavır ve inançlarını “işi” üzerinde okumak imkansızdır. Oysa sanat eserinden söz ederken sanatçının bu izi takip edilir. Dolayısıyla bu ürünlerde sanattan çok ustalık izi aranır.
Bilinen ilk heykelle temasımız Kanuni zamanında olmuş. 1526 yılında Kanuni’nin veziri Pargalı İbrahim Paşa, Mohaç Savaşı, Macaristan’ı fethinden dönüşte yanına ganimet olarak bronz heykellerle gelir. Bunlar Herkül, Diana, Apollo heykelleridir ve kendi sarayının da bulunduğu At Meydanı'na bu heykelleri diktirir. Bunu gören şair Figânî'nin “Dünyaya iki İbrahim geldi. Biri put yıktı, biri put dikti” meâlindeki beyiti söylediği dillendirilir. Bunun üzerine heykeller, halkın tepkisinden korkarak önce saray avlusuna alınır, sonra akıbeti belirsiz bir şekille kaybolur. İster Pargalı, ister Kanuni Sultan Süleyman olsun dünyayı dize getirmiş iktidar sahipleri olarak heykelin olumsuz etkisinden korkmuşlardır. Bu durum heykel ve iktidar arasındaki ilişkinin bildik anlamda tersidir. Batı'da iktidarın kamusal alandaki sembolleşmesi heykel üzerinden olurken, Osmanlı’nın iktidar sembolleri cami, külliye, çeşmedir. Bugün de hala Külliye veya Çamlıca’ya vs. kocaman camiler yapmak da bir iktidar sembolüdür.
SANAYİ-İ NEFİSE MEKTEB-İ ÂLÎSİ
Osmanlı'nın modernleşme serüvenleri içerinde önemli bir başlangıç olan lll. Selim ile başlayan ve ll. Mahmut’la devam eden yenileşme hareketleriyle modern ordunun kurulmasına, mühendishaneler ve tıbbiye gibi modern kurumlara 1882’de ll. Abdulhamit döneminde Sanayi-i Nefise Mekteb-i Âlîsi eklenir.
“Sanâyi-i Nefîse Mekteb-i Âlîsi mimarlık, resim, heykeltıraşlık, resim dârülmualliminliği ve tezyinî sanatlar şubelerini hâvi bir yüksek mekteptir” hükmü yer almasına rağmen mimarlık dışında resim, heykel ve tezyinî sanatlar bölümlerine girecek öğrencilerin lise mezunu olması şartı yoktur. Ortaokul mezunlarından seçme imtihanını kazananlar öğrenci kabul edilmektedir. Tezyinî sanatlar bölümünde öğretim süresi beş yıldır. Resim ve heykel bölümleri sınıf usulü olmayıp aday öğrencilik, geçici öğrencilik ve aslî öğrencilik olmak üzere üç kademeli idi. Öğrencilerin bir kademeden diğerine geçmeleri için her yıl açılan sınavları başarmaları gerekiyordu. (Ürekli, 2009)
Heykel bölümünün ilk hocası Yervant Oskan Efendi’dir ve Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar geçen süreçte bu okuldan şu öğrenciler yetişmiştir; İhsan Özsoy, İsa Behzat, Mahir Tomruk, Mehmet Basri, Bahri Bey ile Nijat Sirel. İsa Behzat, Mehmet Basri ve Bahri Bey dışında diğer heykeltıraşlar cumhuriyet döneminde de eserler vermişlerdir
ABDÜLAZİZ'İN ATLI HEYKELİ
“Osmanlı iktidarı”nın heykelle ilk “resmi” teması 19.yy da Avrupa’yı ziyaret eden ilk Osmanlı padişahı olarak tarihe geçen Sultan Abdülaziz’le olur. Bu gezisinin ardından 1872’de kendi büstünü ve küçük boyutta atlı heykelini C.F.Fuller’e yaptırtacaktır. Dikkat edilirse padişahın bu heykeli kamusal alana dikilemeyecek kadar küçüktür. İç mekâna aittir, anıtlaşmaz, bir abide değildir.
Anıtlar Osmanlı'da kamusal alanda mimari yapılar olarak dikkat çeker ve daha çok mimari bir kaide ve dikilitaş özelliği gösterir. Bu anlamda verilen ilk örnek 1911’de Mimar Muzaffer Bey tarafından tasarlanmış, 31 Mart Olayları'nda şehit olan Hareket Ordusu ve Jön Türkler anısına dikilmiştir. Kaynaklara göre Sivas Valisi Muammer Bey'in talimatı üzerine, 1916 yılında, Hafik Kaymakamı Serezli Nebi Bey tarafından yaptırılan Osman Gazi büstü vardır ki, arkaik olmasına rağmen ilk figüratif anıt olarak farklılık gösterir (Tekiner, 2010). Yine 1916 yılına ait Mimar Vedat Tek tarafından tasarlanan İstanbul’daki Tayyare Şehitleri Abidesi ilk anıt örnekleri olarak sıralanabilir.
YERVANT OSKAN EFENDİ'NİN ÖĞRENCİLERİ
Bütün bu anıt seferberliğinde ilk heykeltıraşlarımızın adı geçmemektedir. Bu heykeltıraşlarımızın daha çok akademik çalışmalar içinde eserler ürettiği, mezuniyetlerini takip eden yıllarda yurtdışına eğitim için gönderildikleri ve akabinde Cumhuriyet kuşağının ilk heykeltıraşlarını yetiştirmek üzere görev aldıklarını söyleyebiliriz. Osman Hamdi Bey’in “Sanayi-i Nefise”nin kuruluşunda seçilmiş olması Osmanlı modernleşmesinde öncülük edecek akademik sistemi işaret ediyordu: Ecole Des Beux Arts. Aynı kuşaktan olan Yervant Oskan Efendi'nin, Beux Arts eğitim sisteminden geçmiş biri olarak, kurduğu bölümde hem kendi çalışmalarında hem de öğrencilerine öğrettiği sistemde dönemin natüralist üslup özellikleri belirgindir. Oskan Efendi’nin “Osman Hamdi Büstü”, “Naile Hanım Büstü”, “Zeybek” ve “Tavukçu Kadın” heykelleri ile İsa Behzat’ın “Sakallı Adam”ı, “Kitap Okuyan Yahudi” rölyefi, Bahri Bey’in “Gülen Adam” ve “Düşünen Adam” büstlerinde akademik anlayış hemen göze çarpmaktadır. Bir başlangıç için olağanüstü güzelliktedirler. Osmanlı ve yeni kuşak Türkiye’si için verilebilecek en iyi örneklerdir. O yıllarda “akademik” anlayış nedir diye sorulacak olsa verilen en iyi yanıtlardır bu heykeller. Akademi demek genel geçer anlamıyla “gelenek” demektir. Bugün görmeye alıştığımız “modern gelenek”, “akademik gelenekle” boğuşup kendi varoluşunda ısrar ettiği için vardır. Ne yazık ki, bu diyalektik mekanizma Türk heykel anlayışına bulaşmamıştır. Modern Cumhuriyet'in takip eden yıllarında heykeldeki akademizm, Türkiye’nin geleneksel “geleneksiz akademizm” anlayışına bürünecektir.
CUMHURİYET’İN KURULUŞUNDAN 1980’LERE
Modernlik, ilerleme, muasır medeniyetlere ulaşma Cumhuriyet'in en önemli kuruluş ilkelerinden biri olagelmiştir. Cumhuriyet'in kurulmasından sonra her alanda Batılılaşma hız kazanmış, Batı sanatına özgü eserlerin yapılmasına ve devlet daireleri ile kamusal mekânlara yerleştirilmesine çalışılmıştır
Yeni Türkiye’nin kuruluşunun anlatılması için yabancı heykeltıraşlara anıt siparişleri verilmiş ve heykel önemli bir kamusal aygıta dönüşmüştür. Bu ilk yabancı heykeltıraşlar; Heinrich Krippel, Pietro Canonica, Rudolf Belling, Anton Hanak, Joseph Thorak’tır. Bu isimler arasında dünya heykel tarihine geçmiş 3 isim bulunmaktadır: Thorak-Hanak ki; ikisi de Hitlerin faşist heykeltıraşlarıdır ve Rudolf Belling’dir. Diğer heykeltıraşlar tanınmazlar bile. Bu anıtları yapanlar dönemin en iyi heykeltıraşlık ürünleri veren zanaatçılarıdır aslında. Sanat yapmak her dönem için ayrı bir şey olmuştur. Ancak şunu heykeltıraşlık için göz önünde bulundurmalıyız; sanat ile zanaat kardeştir ve her sanatçının zanaatkâr bir tarafı vardır.
HİTLER REJİMİ'NDEN TÜRKİYE'YE SIĞINAN RUDOLF BELLİNG
İlk Atatürk Anıtı 1926'da Sarayburnu’na Rudolf Belling tarafından yapılmıştır. Belling aynı zamanda Hitler Rejimi'nden kaçıp Türkiye’ye sığınmış, akademisyen ve dünya heykeltıraşlık tarihinde konstrüktivist dönem literatüründe yer almıştır, 1937- 54 yılları arasında bugünkü adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi'nde görev yapmış önemli bir sanatçıdır. Fakat aynı akademik camiada pek sevilmemiştir. Çünkü akademi heykel bölümünde oturmamış bir “geleneği” fark etmiş ve bunu yeniden inşa etmek istemiştir. Sonunda akademiden uzaklaştırılmış, nihayet ülkesine dönmek zorunda kalmıştır. Belling gibi diğer yabancı kuşak heykeltıraşların yaptıkları anıtların incelenmesi Türkiye’de her heykeltıraş ve adayı için bir okul değerindedir. Belling’in Atatürk figürasyonu, Sarayburnu’nu seçme nedeni, anıtın çevresel ilişkilerinin anlaşılması bugün anıt yapan her heykeltıraş için önemli olmalıdır.
Cumhuriyet'in ilk 50 yılında heykel sanatına damgasını vuracak kuşak yetişmeye başlamıştır. İlk kuşaklar; Ali Hadi Bara, Zühtü Müridoğlu, Nusret Suman, Kenan Yontunç, Sabiha Bengütaş (ki ilk kadın heykeltıraşımızdır). Belling’in atölyesinden yetişen ikinci kuşak ise; Hüseyin Anka Özkan, Hakkı Atamulu, İlhan Koman, Zerrin Bölükbaşı, Hüseyin Gezer, Turgut Pura, Şadi Çalık gibi tanınan isimler, 1940’lardan itibaren yerli ve milli heykeltıraşlarımızın yetişmesinden sonra anıt piyasasına egemen olmaya başladılar.
Cumhuriyet'in en önemli heykel uygulamaları 1950’li yıllarda çok partili düzene geçilmesiyle birlikte Demokrat Parti'nin iktidarına denk gelmiş, Belling’in kontrolörlüğünde Hüseyin Anka Özkan, Nusret Suman, Zühtü Müridoğlu, İlhan Koman, Kenan Yontunç ve Hakkı Atamulu’nun Anıtkabir mimarisine uygun tasarımları, giriş yolu, zafer alanı, şeref holü, anıta çıkan merdivenli yol ve kulelere yerleştirilmiştir.
ASKERİ DARBELER VE HEYKELLERİ
1960 Askeri Darbesi ve yeni anayasa kabulü ile Taksim Meydanı'na Hürriyet Abidesi adıyla “Süngü” heykeli dikilmiştir. Abide, Taksim Atatürk Anıtı ile ortak mekânı paylaşmış, Cumhuriyet'in kurucu politikalarından uzak popülist eğilim gösteren Demokrat Parti ve Menderes’e ilişkin bir göstergeye dönüşürken ironik bir biçimde 1980 Askeri Darbesi'yle de kaldırılmıştır. Böylece Atatürk anıtları dışındaki anıtların ideolojik aygıtlara dönüşmesi yasaklanmış ve kült olarak Atatürk imgesinin güçlenmesine neden olmuştur.
50’lerle yapılmaya başlayan görece sermaye kesimin ilgisini çekecek yatırımlar olan oteller, banka ve kamu kurum binalarının duvarlarına 60’larda soyut rölyefler yapılmaya başlanmıştır. Kuzgun Acar’ın Ankara Kızılay Meydanı Gima Çarşısı'na yaptığı soyut eser daha sonraları sökülerek hurda olarak satılmıştır.
12 Mart 1971 Muhtırası'nı takiben 6 ilde sıkıyönetim ilan edilmiş, TİP ve DİSK vakit kaybedilmeksizin kapatılmış ve binlerce solcu gözaltına alınarak işkence ve sorgudan geçirilmiş Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edilmişti. 1973 yılında MSP-CHP koalisyon yıllarında, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanının 50. yıldönümü nedeniyle İstanbul'un çeşitli noktalarına 20 heykel yerleştirilmiş, çoğu tahrip edilmiş ya da çalınmış ve bugün itibariye ancak 7 tanesi ayakta durmaktadır.
O yıllarda yapılmış tahrip olan ya da kaldırılan bazı heykeller şunlardır:
- Yıldız Parkı'ndaki Gürdal Duyar’a ait “Güzel İstanbul” heykeli erotik bulunarak tahrip edilmiş,
- 1973'de Tophane'de bulunan Muzaffer Ertoran’a ait işçi heykeli yıllar boyunca saldırılara maruz kalmış sonunda kaldırılmış,
- Arnavutköy Akıntı Burnu’nda Ferit Özşen’e ait Yağmur adlı soyut heykel 1987'deki sahil yolu genişletme çalışmaları sırasında kaldırılmış,
- Metin Haseki’nin “Negatif Form” heykeli Gümüşsuyu Parkı’na dikildiği gün çalınmış,
- Kuzgun Acar’ın Gülhane Parkındaki “Tavus” adlı metal soyut heykeli 1984’te Park ve Bahçeler Müdürlüğü’nce kaldırılmış
- Harbiye ‘de bulunan Bihrat Mavitan’ın “Yükseliş” adlı alüminyum soyut çalışması 1979'da belediyenin tercihli yol yapımı sırasında kaybolmuş
- Füsun Onur’un soyut heykeli Fındıklı Parkı'nın düzenlenmesi sırasında 1985 yılında kaldırılmış.
HEYKEL EĞİTİMİ
Türkiye’de heykel eğitimi veren heykeltıraş yetiştiren tek kurum 1963 yılına kadar akademidir. Bu tarihten sonra zaten orta dereceli öğretmen yetiştirme amacı olan müfredatında heykeltraş yetiştirme olmasa da 1978 yılından itibaren heykel derslerine daha fazla alan açılmasıyla Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş çatısı altında heykel yeni bir dal olarak eğitime başlamıştı. 1981 yılında Türk yükseköğretim sisteminin yeniden biçimlendirilmesiyle yani YÖK’ün kurulmasıyla birlikte sanat eğitimi veren kurumlar üniversite çatısı altında fakültelere dönüştüler. Bu anlamıyla Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, YÖK sistemi altında kurulan ilk güzel sanatlar fakültesidir.
1980’LERDEN GÜNÜMÜZE
Türkiye heykeltıraşlık tarihini kaplayan en önemli unsur Atatürk anıtlarından geçmektedir. Cumhuriyet'in kurucu figürü olarak Atatürk’ün ölümünden sonra ve neredeyse on yılda bir gerçekleşen her askeri darbenin sonucunda Atatürk anıtı furyası başlamıştır. Akademik eğitim almış heykeltıraşlarımız iyi örnekler yaptılar, ancak aynı akademik camiadan olmasına rağmen kötü örnekler daha çok yapıldı. Doğal olarak bir kazanç kapısı olduğu için her eline kil alan da Atatürk yaptı ve uzunca bir dönem heykeltıraşların en önemli geçim kaynağı Atatürk anıtları oldu. Türkiye’de sıradan insan için heykel denilince Atatürk anıtlarının anlaşılma nedenlerinden biri de budur. Sonuçta iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda Atatürk anıtının hakkını veren güzellikte eserler varken, geriye kalan çöptür. Ancak dikildiği yerde de öylece kalır. Çünkü kötü Atatürk anıtına “kötü” demek nereyse suç unsuru olarak tanımlanmıştır. Atatürk’ü Koruma Kanunu kötü Atatürk heykellerini de korur.(4)
DARBENİN SANATI: SERİ ATATÜRK HEYKELİ ÜRETİMİ
Bütün askeri darbeler de olduğu gibi 80 Askeri Darbesi de Atatürk heykelini kullandı. Özel sektöre ait seri heykel üretim yapan döküm fabrikası bile kurulmuştu. Seri üretim Atatürk heykelleri özellikle Kürt coğrafyasının en ücra köşesinden tüm ülkeye yayılan, işaret parmağı ile genelde askeri üniformalı (tek tük de olsa sivil) Cumhuriyet'in kurucusu olan Atatürk imgesi otoriter bir külte dönüştü.
80 Darbesi'yle doruk noktasına ulaşacak askeri cunta ve takip eden sağ liberal (Turgut Özal) dönemleri Türk heykeltıraşlık tarihinde heykelin hem anıt formundan hem de geleneksel heykel “yapma” tarzından biraz daha uzaklaştığı dönemlere de işaret eder. İlk kez 1977'de 1. İstanbul Sanat Bayramı'nda görülen, dünyada 1960’lı yılların avangart etkisinin hissedildiği “yeni eğilimler sergisi”, Batı'da eğitim almış o dönemin yeni kuşağı tarafından geleneksel resim ve heykel formatının dışında işler üretmeyle başlamışlar. 1979’da düzenlenen 2. Sanat Bayramı'nda artık resim ve heykel ayrımı ortadan kalkarak doğrudan “yeni eğilimler sergisi”ne dönüşecektir. 1987’ de düzenlenen “yeni eğilimler" iki yılda bir düzenlenen Bienal’e evrilir. Bu evrilme 1989’a kadar “Öncü Türk Sanatından Bir Kesit” sergisine ve 1989'dan 1993’e kadar “10 Sanatçı 10 iş” üst başlıklarıyla düzenlenen topluluk sergileriyle “Türkiye Çağdaş Sanatı”nın temel güzergahını oluşturacak farklı bir mecraya açılacaktır.
1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılmasıyla dünya yeni bir kültürel iklime açılacaktır: çok kültürlülük. Sovyetler doksanlı yıllarda dağılmış, soğuk savaş dönemi kapanmıştı. Türkiye’de 90’ların ikinci yarısından sonra yaygınlaşmaya başlayacak olan yeni medya araçları kablolu televizyonlar ve internet olacaktır.
ÖZEL SEKTÖRÜN HEYKELE İLGİSİ
90’lar Türkiye’si siyasi olarak en karanlık dönemlerini yaşamıştır. Jitem’ler, Sivas Olayları, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok’un faili meçhul cinayetlere kurban gitmeleri ve 90’ların sonuna doğru 17 Ağustos 1999 Kocaeli ve ardından Düzce depremleri hükümetlerin değişmesine neden olurken, küreselleşmenin etkisiyle daha liberal bir ekonomik modele teşvik edilmiş, banka ve özel sektöre ait galerilerin sayısı artmıştır.
1990'lar boyunca 3 büyük kentin dışında Anadolu’nun çeşitli illerinde güzel sanatlar fakülteleri ve heykel bölümleri açılmıştır. Akademilerde çağdaş sanat uygulamalarına öncülük eden eğitimci hocalar olmasına rağmen, sanattaki eğitim modeli çağdaş sanat uygulamalarına direnmiş, yetişen öğrencilerin çoğu geleneksel heykel uygulamalarına devam etmiştir. Genel anlamıyla 90’lar boyunca çağdaş sanat uygulamaları yapan sanatçılar dışında heykel sanatında doğrudan Türkiye’nin politik, ekonomik ve toplumsal izi sürülemez.
1993 yılında Nurettin Sözen’in İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde “Açık Alanlara Üç Boyutlu Çağdaş Sanat Yapıtları Yerleştirme Etkinliği” düzenlenmiştir. İstanbul'un çeşitli noktalarına yerleştirilen toplam 10 heykel, açılan yarışma sonucu çağrılı olarak davet edilen sanatçılardan, belirlenen 10 kentsel alan içinde İstanbul'un çeşitli noktalarına yerleştirilmişti.
Bunlardan bazıları;
- Taksim Gezi Parkı'nda Adem Yılmaz’ın mavi taşların üst üste bir form oluşturduğu, camekân içindeki heykeli, 2000'li yıllarda İBB tarafından kaldırıldı.
- Beyoğlu Tünel’de “Açık Sütun” adlı Ayşe Erkmen ferforje sütunu, 2005 yılında “Yaya Sergileri’ kapsamında düzenlenen bir sanat yerleştirmesiyle birlikte ateşe verildiği için büyük hasar gören yapıt, sanatçının uğraşları ile restore edilerek tekrar yerine konabildi.
- Rahmi Aksugur’un Maçka Demokrasi Parkı'nda “Seçkin Ziyaretciler” eseri hala durmaktadır.
- Işılay Kür’ün Kadıköy Rıhtım Meydanı'nda bulunan heykeli 2008'de İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından kaldırıldı,
- Mümtaz Işıngör’ün Ihlamur’da bulunan heykeli daha sonra Akatlar'a taşındı,
- Meriç Hızal’ın Üsküdar İskele Parkı’ndaki ‘Umut Kapısı’ adlı anıt-heykeli İBB tarafından 2018 Ağustos ve Eylül ayında yıkıldı,
- Ümit Öztürk’ün 1993’te Yeşilköy’deki Atatürk Havalimanı kavşağına yerleştirilen “İstanbul” heykeli, Aralık 2009’da beton kırıcılarla kırılarak yok edildi. 2010 yılında heykelin benzeri yapılarak eskisinin yerine yerleştirildi,
- Nurettin Sözen zamanında, 94'de başka bir heykel projesi daha gerçekleşti. Saraçhane Parkı'na Fatma Başoğlu, Hakkı Baha Çavuşgil, Handan Börüteçene, Meriç Hızal, Nurettin Günaydın gibi sanatçıların heykelleri yerleştirildi. Bunlar da belediye tarafından 2014'de parçalandı.
YEREL YÖNETİMLER: HEYKELE TÜKÜREN DE VAR SEMPOZYUM DÜZENLEYEN DE
Hafızalarda yer eden ve literatüre geçen olay “heykele tükürmedir". 1994 yılında dönemin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olan Melih Gökçek, Mehmet Aksoy’un heykelini ahlaka aykırı bulmuş, "Ahlaksızlığın adını sanat koymuşlar, ben böyle sanatın içine tükürürüm" diyerek heykeli kaldırmıştır. Gökçek tarafından yapılan heykel katliamı bununla kalmaz, Ankara Tandoğan meydanındaki Su Perili Havuz yerine Çaydanlık koyar, Sıhhıye Meydanı'nda Nusret Suman tarafından 1977'de yapılan Ankara’nın sembolü Hitit Güneş Kursu'nu kaldırır. Ancak kendisi dinozor heykelleri yaptırmakta beis görmez.
1990'lar hepten heykeltıraşlık için kötü yıllardır denemez. 1995 yılında İzmit'te, Saraybahçe Belediyesi ve Mimar Sinan Üniversitesi Heykel Bölümü'nün işbirliğiyle “Uluslararası 1. Şadi Çalık Mermer Heykel Sempozyumu” yapıldı. Heykeltıraşlar Kocaeli Fuarı'na kurulan açık hava atölyesinde halkla iç içe eserlerini ürettiler. Yine günümüze kadar gelen dünyanın en uzun soluklu Heykel Sempozyumu olan Değirmendere Zühtü Müridoğlu Ahşap Heykel Sempozyumu 1993 yılından bu yana 28. kez düzenlendi. Bu ve benzeri ülke çapına yayılan sempozyumlar 2000’li yıllar boyunca Türkiye heykel üretimine en sağlıklı katkıyı yapacak, genç sanatçı kuşağının hem yerel hem de uluslararası düzlemde tanınmasını sağlayacaktır.
KENT MEYDANLARINDAKİ HEYKEL 'ESTETİĞİ'
2000’lere damgasını vuran muhafazakar iktidar ise, mümkün olan tüm göstergeleri kendi lehlerine çevirmeyi bir marifet saymışlardır.
Bir yandan resmi statüko (laikliği, Cumhuriyet'i ve Atatürk’ü temsil eden) “Dünyanın en büyük Atatürk anıtını biz yaptık" iddiasıyla (ayrıca neden dünyanın geri kalanı “dünyanın en büyük Atatürk Anıtını” yapmak için yarışa girsin?) heykel fikrini anıta sıkıştırmaya devam ederken, gizli statükonun (bugünün artık resmi statükosu haline gelen muhafazakar statüko) heykel düşüncesini bile isteye tahrip edip, kendi başından bir darbe pratiği geçince, yapılanları canhıraş anlatmak için anıt fikrine başvurmuştur. Ancak ne var ki 15 Temmuz anıtları da tümüyle zevkten yoksun “kiç(kitsch)” ürünler oldular. Çünkü kötü beğeni uzunca bir zaman vardı, şimdi yerleşik hale geldi. Artık her ilimizi anlatan kiç anıtlarla doluyuz. Üzüm heykelleri, ekmek heykelleri, köfte, incir, gül, kiraz, sağ olsunlar bol köpüklü ayran anıtı bile var (ben, en çok rakı, beyaz peynir ve kavun anıtı bekliyorum).
* Dr. Öğretim Üyesi/ Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Böl.
NOTLAR:
(1) İstasyon, Fransızca "station (durma, duruş), (durma yeri, durak)" sözcüğünden alıntıdır. Fransızca sözcük de Latince aynı anlama gelen "stātio" sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Latince "stāre, stāt (durmak)" fiilinden +tion sonekiyle türetilmiştir.
(2) Enstitü, Fransızca "institut (araştırma kurumu)" sözcüğünden alıntıdır. Fransızca sözcük de Latince "institutus (kurulmuş olan şey, kurum)" sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Latince "instituere, institut- (dikmek, kurmak)" fiilinden türetilmiştir. Latince fiil, Latince "statuere, statut (durdurmak, dikmek, kurmak)" fiilinden in+ önekiyle türetilmiştir. Latince fiil Latince "status (durum, duruş)" sözcüğünden türetilmiştir.
(3) Statü, Fransızca "statut (kararname, yasa)" sözcüğünden alıntıdır. Fransızca sözcük de Geç Latince aynı anlama gelen "statutus" sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük, Latince "statuere (koymak, vazetmek, özellikle yasa koymak)" fiilinden türetilmiştir
(4) Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun veya 5816 sayılı kanun, kamuoyunda anıldığı şekliyle Atatürk'ü Koruma Kanunu, 25 Temmuz 1951'de kabul edilmiş Türkiye Cumhuriyeti kanunudur.