Türkiye’de iktisadın otoriteryen dengesi

Tarih bize hiçbir toplulukta sağ ve sol kesimlerin ortak bir paydada demokratik alanı genişletemedikleri müddetçe adil ve verimli bir iktisadi yapıyı kuramayacaklarını göstermektedir.

Google Haberlere Abone ol

Ensar Yılmaz*

İktisatçılar genelde politik değişimleri, politik şok veya politik risk olarak tanımlamayı tercih ederler. Şok dendiğinde dışsal olduğunu ve bu yüzden alt metinde çok da üstünde düşünmemiz gerektiği ima edilir. Risk dendiğinde ise daha nötr bir duruş sergilenir, siyaset yapmıyorum denmek istenir. Ben de iktisat formasyonumun verdiği kolaycılıkla bazen politik şok ve risk tanımlarını kullansam da, çoğu zaman politik baskı/temerküz/yoğunlaşma/belirsizlik gibi kavramları kullanarak Türkiye’de son dönemdeki siyaset ve iktisat ilişkine dair bir yazı kaleme aldım.

İktisadi değişkenlerin aldığı değerler farklı politik tercihler altında farklılaşır. Bu anlamda, her iktisadi denge politik bir dengeye karşılık gelir. Makro iktisadi istikrar denen şey özü itibariyle bir politik istikrar dengesidir veya makro iktisadi istikrarsızlık da çoğu zaman ciddi bir politik çatışma ve partizan politik tercihlere karşılık gelir. Daha güncel politikalar düşünüldüğünde dahi, yani neden maliye politikası değil de para politikası tercih edildiği de çoğu zaman politik bir tercihtir. İktisatçıların bu kararları büyük oranda teknik bir alana çekmeleri bir analiz kaygısı içerebilir, fakat fiili olarak bunu belirleyen çoğu zaman siyasetçilerin politik tercihleridir. Politik alan bazen genişler bazen daralır. Politik atmosfer/çerçeve değiştikçe içinde hareket eden aktörlerin de davranışları, amaçları, zaman algısı, risk aralığı değişir. İktisadi olan buna bağlı olarak nitelik değiştirir, alan kazanır veya kaybeder. ABD Başkanı Donald Trump, örneğin, kendi politik tercihleri doğrultusunda şirketleri, kamu harcamalarını, vergilerin düzeyini ve içeriğini ve uluslararası ticaretin yönünü (anlaşmalar yolu ile) etkilemeye çalışmıştı. Elbette, iktisadi ilişkilerin de politik olana yön verdiği dönemlerin tarihsel olarak izlerini sürebiliriz. Fakat benim burada amacım siyasetin ekonomiyi etkileme gücünü Türkiye bağlamında tartışmaktır.

Türkiye’de mevcut AKP hükümetinin şu an aldığı politik pozisyonunun oluşumunda ölçeği nispeten daha büyük politik şokların veya değişimlerin önemli bir etkisi oldu (Arap Baharı (2010), Suriye İç Savaşı (2011), Gezi Olayları (2013), Çözüm Sürecinin Bitmesi (2015), Darbe Girişim (2016), Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (2018) gibi). Bu olayların önemli bir kısmı iktidarın tehdit algısını önemli oranda şekillendirdi ve onu politik bir kapanmaya sürükledi. Bu durum, global iktisadi konjonktür ile daha da derinleşti. Politik değişimlerle aynı dönemlerde ortaya çıkan, global kriz sonrası dönemde ilkin artan global likiditenin neden olduğu yüksek firma borçlanması ve ardından da Fed’in faizi yükseltme kararı ile geri çekilen finansla artan borçlanma maliyetleri 2018 yılında ülkenin oldukça yıkıcı bir krize savrulmasına neden oldu. 2020 yılı başında başlayan pandemi ile bu kriz daha da derinleşti. Yani bugünkü iktisadi denge bu zincirleme politik ve iktisadi değişimler etrafında şekillendi. İktidarın bu dışsal şokları yönetme konusunda gösterdiği yetersizliği bugün gelinen noktada siyasetin daha otoriter ve dışlayıcı bir yapıya evrilmesine neden oldu. Burada sormamız gereken soru, bu gelişmelerin sonucu oluşan politik temerküz/baskı/kapanmanın ülkenin iktisadi çözülmesine nasıl katkıda bulunduğudur.

OTORİTER SİYASET ALTINDA FİRMA DAVRANIŞI

Türkiye’de politik güç zamanla temerküz ettikçe ve politik baskı arttıkça, kamu kurumlarının önemli bir kısmı zamanla edindikleri geleneklerin zayıflamasıyla birer idari ofislere dönüştüler. Kendi geleneksel amaçlarının dışına çıkartılarak politik tercihlerin birer enstrümanı haline geldiler. Bu durum, kurumları işlevsiz kıldığı gibi, büyük oranda kurumsal bilgi yıkımına da yol açtı. Kurumsal hafıza, bilgi birikimi ve insan sermayesi âtıl hale getirildi. Örneğin, Merkez Bankası'nın kullandığı ekonomik modeller, analiz raporları ve mevcut çalışanların bilgi birikiminden faydalanılamaz oldu. Çünkü faiz oranı, ciddi anlamda politize bir değişkene dönüştü. Benzer bir şekilde, kamu bankaları geleneksel hizmet alanlarının dışına itildiler. Tüketimin, hazinenin ve politik yakınlığı olan şirketlerin finansmanına zorlandılar. Kamu bankalarının aktiflerinin yüzde 30-40’ının hazine kâğıtlarından oluşması (Ziraat Bankası için bu oran yaklaşık yüzde 60’dır), artık geleneksel amaçları olan çiftçiyi, küçük esnafı veya reel projeleri finanse etmek yerine devleti finanse ettikleri anlamına gelir. Son dönemlerde verilen konut kredilerinin yaklaşık yüzde 65’inin yine kamu bankaları tarafından finanse edilmesi de finansın üretken olmayan alanlara koşulduğunu gösteren basit diğer bir istatistiktir. Bunların hepsi birer politik tercihtir. Politik otoritenin özel finans kurumları ile yani özel büyük bankalarla kurduğu ilişkinin ise kamusal baskı ve regülasyonlarla kendi politik amaçlarına yönlendirmek şeklinde olduğunu biliyoruz. Finans bu anlamda her yanıyla devletin ihtiyaçlarına koşulmuş istenmektedir.

Politik tercihler ve oluşan baskı ortamı özel aktörlerin, firmaların ve hanehalklarının iktisadi tercihlerini ciddi anlamda etkiledi ve bunun da makro ekonomik karşılıkları oldu. Özellikle benim “politik şirketler” dediğim bazı şirketlerle kurulan simbiyotik ilişkinin etkinlik, eşitlik ve bilgi paylaşımı açısından ciddi makro etkileri oldu. Bu, aslında “siyaset-finans-inşaat” üçgeninde kamu bankaları finans ayağını oluştururken inşaat ayağını siyaset ile kurduğu ilişki ile kamuda bilinen sınırlı az sayıda inşaat şirketleri oluşturdu. Siyasetçi inşaat ile finans karışımından doyumsuz ve yıkıcı bir canavar yarattı. Politik temerküz kendi rasyonalitesine uygun genel refahtan bağımsız bir iktisadi sermaye birikimi yaratma eğilimindedir.

Bu şirketlerin varlığı kamu ihalelerinde rekabeti ortadan kaldırdığı gibi, şeffaflık dediğimiz bilgi paylaşımını da bir mahrem alana dönüştürdü. Bu yüzden, bu tür bir ilişkinin, devlet-firma ilişkisinin ötesinde kamusal bilginin paylaşımı ve yayılması ile ilgili bir anlamı da vardır. İlişkinin politik yanı, bunu örtme isteğini sürekli diri tutmaktadır. Bu yüzden ihale yasaları sürekli değişmekte, sözleşmelerin içeriği açıklanmamakta ve haberlere erişim kısıtları getirilmektedir. Dahası, bu ilişki tercihi aslında siyasetin iktisadi üretimin niteliğine verdiği anlamı da ortaya koymaktadır. Bu tercih ile iç piyasaya dönük, dış ticarete konu olmayan, cari dengeyi negatif etkileyen ve teknolojik katma değeri düşük ürünlerin üretimi yaygınlaştı. Son 5 yılda yaklaşık 160 milyar değerinde 55 ihaleyi sadece 5 şirket aldı ve bu ihalelerin sadece 3’ü açık ihale şeklindeydi. Bu cümle aslında hem etkin kaynak kullanımına dair (sınırlı sayıda firmanın varlığı, rekabetin sınırlılığı), hem politik şirketlerin varlığına dair (bilinen 5-10 şirket), hem bilgiye dair (ihalenin içeriğinin saklanması) çok şey söylemektedir. Bilginin sürekli mahrem bir alana çekilmesi, uzun bir süredir kamusal bilginin sağlıklı bir şekilde üretimini de yapısal bir probleme dönüştürmüştür. Kamusal bilgi üretimi azaldığı için politikaların etkilerini öngörebilmek, çeşitli uygulamalar arasındaki zamanlama ve uyum sorunlarını da ciddi düzeyde artırmıştır. Son dönemde, özellikle pandemide, buna çok sayıda örnek verilebilir.

AKP’nin piyasa ile kurduğu ilişki, talebin sürekli diri tutulması ekseninde geliştiği için partinin iktisat politikası yaklaşımı “bugüne odaklı”dır. Bu yaklaşım, inşaatın talebi canlı tutan yönünü önemserken, diğer iktisadi alanların piyasaya terk edilmesine ve bunun da çeşitli piyasa etkinsizlikleri yarattığını görüyoruz. Bu durumu firma davranışları üzerinden daha net görebiliyoruz. Son dönemde yaptığım bir çalışmanın sonuçları büyük firmaların piyasa paylarını küçüklerin aleyhine geliştirdiklerini fakat bunu teknoloji üzerinden değil de daha çok geleneksel rekabet araçları ile yaptıklarını göstermektedir. Yani hem tekelleşme hem de teknolojik durgunluk aynı anda ortaya çıkmaktadır. Bu ciddi bir piyasa dinamizm kaybı demektir. Dahası, bulgular firmaların artık yeterince istihdam yaratmadığını göstermektedir. Yani tekelleşme istihdam artışını da engellemekte, bu da işsizliği artırmaktadır. Bu durum 2000’li yılların ortasından itibaren ortaya çıkan yüksek düzeyde işsizliği de (yüzde 8-13 gibi yüksek bir aralıkta seyretmesi) bir ölçüye kadar açıklar niteliktedir. İhracat ürünleri içinde ileri teknoloji ürünleri payının sürekli yerinde sayması da ülkenin sınırlı teknoloji kapasitesini göstermesi açısından basit fakat oldukça iyi bir göstergedir (bu oran sadece yüzde 3 düzeyindedir). Firmaların şu anki teknoloji düzeyi, bana göre, “devletsiz-piyasa dengesi”dir. Yani teknolojik gelişimde risk alma, yönlendirme, finansman sağlama ve insan sermayesini belirli amaçlara yönlendirme konusunda devletin üstlenebileceği rolü anlamayan ve bunu büyük oranda piyasaya terk eden bir yaklaşımın neden olduğu düşük teknoloji düzeydir. Bu yüzden de, firmaların düşük bir teknoloji düzeyine yönelmesine neden olan ve küçük firmaları boğan bir yapıdan bahsediyoruz. Bu sonucun ortaya çıkmasında, devletin uzun süredir ekonomi yönetimini sadece “talep yönetme” düzeyine indirgemiş olmasının önemli bir etkisi olduğu açık. Siyasetin kendini “görünür olanla” (inşaat) ve planlama ufkunu da “seçimle” sınırlandırması, ülke genel refahını daha üretken ve adil bir temelde kurmasına mani olmuştur.

OTORİTER SİYASET ALTINDA HANEHALKI DAVRANIŞI

Hanehalkı davranışını da bu değişen politik iklimde iyi analiz etmek gerekir. Politik çatışma ve baskı azaldığında veya demokratik zemin genişlediğinde piyasa aktörlerinin iktisadi davranış aralığı genelde genişler; artan güvenden dolayı aktörlerin yatırım, tüketim ve servet biriktirme davranışları birbirinden farklılaşır. Fakat politik baskı arttığında ve bunun sonuçlarını öngörmek zorlaştığında, aynı iktisadi aktörler artan risk algısından dolayı daha homojen davranma eğilimi gösterirler, riskten kaçınma eğilimi artar (risk aversion). İktisadi rasyonalitenin içeriği farklılaşır. Politik belirsizlik altında, bireyler genelde mevcut varlıklarını artırmaktan ziyade onları koruma davranışı gösterirler. Bu yanıyla politik belirsizlik, “kriz öncesi kriz” gibidir. Yani politik atmosferin ciddi iktisadi, sosyal ve politik bir krize yol açacağı düşüncesi kriz düşüncesini kalıcı kılar ve ciddi bir kriz olacakmış gibi davranılmasına yol açar. Türkiye ekonomisi bu yanıyla oldukça kırılgan bir zeminde hareket etmektedir. Bu anlamda, krizin anlamı da Gabriel Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanında olduğu gibi ahalinin “cinayeti”, yani krizi başından beri bilmesi gibidir, sadece zamanlama ve nasıl olacağı bilinmemektedir. Bu durum herkesi sürekli gergin tutar. Bu durum aynen kriz ortamlarında olduğu gibi, bireylerin dövize yönelmelerine, sermayelerini dışarı kaçırmalarına, finansal sistemden çıkmalarına ve hatta gayrimenkule gereğinden fazla yönelmelerine neden olur. Son dönemde gördüğümüz yabancı sermaye çıkışları da bu atmosferin bir uzantısıdır. Bu da, ülkede ciddi etkinsizlik ve üretim kayıplarına yol açmaktadır. Bu anlamda, aktörlerin sürekli bir kriz beklentisi anladığımız anlamda kriz olmadan (ani yüksek döviz ve faiz artışları) krizin etkilerini yaşamımıza neden olur. Ekonomi durağan ve istihdam üretmeyen bir yapıya dönüşür.

Daha önceki bir yazımda da belirttiğim gibi, Türkiye’de farklı sosyal grupların farklı politik risklere sahip olması da farklı refah dengelerin oluşmasına yol açar. Türkiye’de politik baskı arttıkça kendisini daha fazla risk altında hissedenler, iktisadi açıdan büyük oranda kendini koruyabilen ve genelde iktidar seçmeni olmayan bir kesimdir. İkinci grup, iktidara yakın veya politik riski daha az hisseden gruptur; bu grup üyelerinin çoğunun beşerî ve finansal servet düzeyleri onları olumsuz iktisadi durumdan koruyacak düzeyde değildir. Bu anlamda, iki grup arasındaki nispi refah ayrışmaktadır. Yani politik riskin asimetrik etkisi (farklı gruplarda farklı algılanması) iki ayrı ekonomik refah düzeyinin oluşmasına neden olmaktadır. Bunlardan biri, daha seküler ve eğitimli kesimin yüksek refah düzeyi ile iktidara daha yakın kesimin düşük refah düzeyidir. Fakat burada her iki grubun da ülkenin düşük üretkenlik düzeyinden dolayı ortalamada daha düşük gelir düzeyinde kaldıklarını belirtmek gerekir. Kısaca, ülke üretkenliğini aşağıya çeken politik risk, bir grubu servetini korumak için finansal çabalara iterek rantçı olmaya zorlarken, diğer grup üyelerini daha çok işsiz bırakmaktadır. Uzun süreden beri Türkiye’de bugün olduğu kadar insanların finansa bu kadar ilgi gösterdiklerine şahit olmadım. 1990’lı yıllarda bu daha çok kurumsal/şirket düzeyindeydi, şimdi yaygın bir halk kesimi de buna dâhil olmuş durumdadır. Bunu, borsaya giriş sayısındaki artışta veya kripto paralara duyulan ilgide olduğu gibi birçok alanda görebiliyoruz. Bunda, artan enflasyonun ve oluşan reel negatif faizlerin yanında oluşan politik riskin de başlı başına etkili olduğu açık. Finansa yönelmedeki mevcut sosyal statüden hızlıca kaçma motivasyonu ile ülke gençliğinin yurtdışına kaçma isteğinin özünde aynı şeyler olduğunu düşünüyorum. Her ikisi de ortaya çıkan verimsizliğe tepkidir ve her ikisi de ülkenin insan kaynağını âtıl halde tutmaktadır.

Diğer yandan, son dönemde nispeten daha küçük ama görünürlüğü gitgide artan hükümete yakın, bürokraside edindikleri imkânları kullanan, devletle, belediyelerle iş yapan bir kesimin varlığından da bahsetmek gerekir. Tolstoy’un Anna Karenina romanında “evrak işi Rusya’nın ruhudur” denilirken aslında benzer birçok ülkede bürokrasiye ve onun etrafında dönen politik ve iktisadi güce vurgu yapılır. Bu durum, bugün için Türkiye’de daha görünür durumdadır. Devlet üzerinden belli kesimlerin kazanç imkânlarının artıyor olması, siyasi kapanmanın iktisadi kapanmanın da yolunu açtığını göstermektedir. Refah siyasi dağıtıldığı gibi artık genele değil özele aittir.

AKP iktidarının ilk dönemlerinden başlayarak gelir dağılımında 2015-2016 yılına kadar göreli olarak bir iyileşme söz konusuydu. Bu gelişmede izlenen transfer politikaları, ortaya çıkan büyümenin “nasiplenme etkisi” (trickle down) ve başlangıç eşitsizlik düzeyinin yüksek olması (baz etkisi) önemli oranda etkili oldu. Fakat 2015-2016 yılından itibaren gelir dağılımındaki bozulma tekrardan alt gelir gruplarının aleyhine gelişmeye başladı. Bunu Gini katsayısındaki artıştan da görebiliyoruz. 2019 yılının Gini katsayısı 2006 yılındakine yakın bir düzeydedir. Fakat şu anki eşitsizliğin Gini katsayısının gösterdiğinden daha kötü olduğunu düşünüyorum. Bunun da sebebi artan polarizasyondur, yani özellikle 2016’dan itibaren orta sınıftan (geliri medyan gelirin yüzde 50 ile yüzde 150 arasında olan grup) alt gelir grubuna doğru ciddi bir kaymanın olduğunu, yani orta sınıfın hem gelirden aldığı pay hem de toplam nüfuzdaki pay azalmaktadır. Yani nispeten daha yüksek gelir grubunda olanların aşağıya doğru kaymasının gelir eşitsizliğini azaltan bir etkide bulunuyor görünmesinin nedeni daha fazla insanın fakirleşmesidir; fakirlikte birbirine yaklaştıkları için gelir eşitsizliği daha düşük çıkmaktadır. Gelir dağılımı ile ilgili diğer bir konu da, ülkenin batı-doğu ekseninde gelir ayrışmasıdır. Son yaptığım bir çalışmada, bölgesel ayrışmanın da benzer şekilde son 5 yıldır daha kötüye gittiğini göstermektedir. Ülkenin doğu ile batı bölgeleri arasında belirli bir döneme kadar ortaya çıkan yakınsama tekrardan tersine dönmüş durumdadır, bölgeler arasında ayrışma artmaktadır.

Son olarak, tarih bize hiçbir toplulukta sağ ve sol kesimlerin ortak bir paydada demokratik alanı genişletemedikleri müddetçe adil ve verimli bir iktisadi yapıyı kuramayacaklarını göstermektedir.

*Prof. Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü