YAZARLAR

Türkiye’nin yeni düzeni: Müesses çete nizamı

Çeteleşme sermaye, siyaset, bürokrasi, suç örgütlerinden müteşekkil güç matrisinin özel bir iktidar biçimidir. Egemen sınıf ve zümrelerin siyasi pratiği bugün çeteleşmede berraklaşıyor. Dolayısıyla daha fazla kâr elde etme üzerine inşa edilmiş sağlık sisteminde de işler eninde sonunda kaçınılmaz biçimde çeteleşmeye varıyor.

“Şöyle de karar veririm, böyle de. Nasıl isteniyorsa öyle. Ama ne istendiğini bir bilsem! İnsan bunu bilmiyorsa hukuk yoktur artık.”

Yukarıdaki sözleri Bertold Brecht’in, Nazi rejimini gündelik hayattan, akademiden, bürokrasiden, yargıdan aldığı karakterlerle anlattığı Üçüncü Reich’in Korku ve Sefaleti adlı tiyatro oyunundaki yargıç söylüyor. Bir davada vereceği kararın yeni güç matrisinde nereye denk düşeceğini kestiremiyor çünkü.

Rejim tartışmalarında sık başvurulan ‘müesses nizamın’ ne olduğunu anlatan muhteşem bir sahne bu.

‘Müesses nizam’ kavramını ilk kez İngiliz gazeteci Henry Fairlie 1955’te kullandı. Kısa zamanda siyaset ve sosyoloji literatürüne yerleşti. Kabaca yerleşik düzen demek.

Bizde 90’lı yıllarda popülerleşti. İktidarlar gelip geçse de ordu/sivil bürokratik bir elitin değişmez hakimiyetine işaret ediliyordu. En fazla AKP ve etrafına kümelenmiş gazeteci, yazar güruhu sevdi kavramı. Recep Tayyip Erdoğan ‘bürokratik oligarşi’ diyordu mesela. Kendini devletin sahibi sanan ‘Kemalist elit’ ile iktidar mücadelesi verdiklerini anlatıyordu. Balyoz, Ergenekon vb. davaların gerekçesi de yapıldı. Son olarak genç teğmenlerin yemin olayında gördük. Hala ‘devlet aklı’ diyenler, rejimin kendi kurucu çelişkilerine bakıp ‘devlet-hükümet’ çatışması arayanlar var.

Oysa beyhude bir çaba. Türkiye’deki yargıçlar, Alman faşizminin erken dönemindeki yargıçların yaşadığı ikilemi çoktan aştılar. Yeni bir ‘müesses nizam’ evrenindeyiz. Dolayısıyla olan bitene hükümet içi ilişkiler, iktidarın meşruiyet arayışı, klik ve partiler arası çatışmalar ya da ekonomi politik temelden yoksun bir çürüme süreci olarak bakmak da beyhude.

Peki nasıl bir yeni ‘müesses nizam’ kuruldu?

Sorunun yanıtı yeni doğmuş bebekleri öldüren çetede somutlandı. Özel hastane sahipleri, bürokratlar, siyasetçiler, memurlar, ambulans şoförleri ile 112 çalışanları ve nihayetinde bir suç örgütü mensuplarından oluşmuş bir ağ çıktı. Sanıklar duruşmalarda işleyişi gayet normal anlatıyorlar. Görünen o ki tek sıkıntı peş peşe fazla sayıda bebeğin ölmesi. Yoksa daha çok kâr için yapılmamış ameliyatlar, verilmemiş ilaçlar yıllardır hesap defterine yazılıyor. Milyonlarca dolarlık kamu kaynağını emen bir pazar tıkır tıkır işliyor.

Buna bakıp ne diyeceğiz şimdi? Çeyrek asır içinde son sürat piyasalaştırılmış sağlık sistemi harikaydı da birileri fırsata mı çevirdi? Milyarlarca dolar akıtılan şehir hastanelerine, SGK kaynaklarının ve İşsizlik Sigortası Fonu’nun şirketlere teşvik olarak dağıtılmasına, bütçeden kaçırılıp Varlık Fonu torbasına atılarak karartılan devlet kaynaklarına ne ad vereceğiz? Bunlar olmasa diğeri olur muydu?

AKP döneminin ‘büyük çetesi’ ilan edilen ve 5’li çete diye anılan, CHP Grup Başkanvekili Ali Mahir Başarır’ın aynı isimle kitap bile yazdığı inşaat şirketlerine ana muhalefetin belediyelerinden de ihale akması, meselenin neresinde duruyor? Hırsız hırsızsa, çaldığının azı çoğu olur mu? Hırsız bir kere işaretlenmişse, “ne yapalım yasa böyle” denir mi?

Google’a sadece ‘çete’ yazıp aratalım: Bakım evleri çetesi, stent çetesi, göz ameliyatı çetesi, MR çetesi, tapu çetesi, vatandaşlık çetesi, imar çetesi, altın kaçakçılığı çetesi, uyuşturucu çetesi, ihale çetesi, otopark çetesi, naylon fatura çetesi, bahis çetesi… Ya Kazdağları’nda binlerce ağacı kesen, açık açık rüşvet tapeleri çıkan Cengiz’i, kendi otelini genişleten izinleri kendisine veren Turizm Bakanı Mehmet Ersoy’u listede nereye yazacağız?

İşte yeni ‘müesses nizamın’ eksiksiz bir portresi ancak böyle eksiksiz bir bakışla görülebiliyor. Kilit kavram çeteleşme…

***

Çete, bir takım kötü niyetli kişilerin yasadışı yollardan gelir elde etmek maksadıyla organize olması diye tanımlanır. Fakat sanılanın aksine suç örgütünden çok daha ileri, sofistike bir örgütlenmedir. Frankfurt Okulu’nun (Eleştirel Teori) öncülerinden Max Horkheimer şöyle tanımlıyordu: “Çete kendi kolektif çıkarlarını bütünün aleyhine dayatan gruptur… Toplum artık yukarı doğru yükselen veya statik bir evrede değil gerilemekte olan bir evrede bulunduğundan, çete merkezi bir kategori haline gelir.” (Kai Lindemann, Çetelerin Siyaseti, İletişim Yayınları)

“Toplumun gerileyen evresinden” kasıt faşizmin yükselişiydi. Biz o evreye ‘çürüme’ diyoruz. Çeteyi siyasi egemenliğin temel biçimlerinden birisi olarak ele alıyordu. Biz ise sınırı hukuktan çizip, hükümetin kurumları ele geçirip yozlaştırmasının ürünü sayıyoruz. Oysa tam da Horkheimer’ın fragmanlar halinde ortaya koyduğu üzere, özel sermaye ile devlet tekelleri (siyasi-iktisadi-zor gücü) arasında kurulu bir imtiyaz ortaklığıdır çete. Topluma da ‘ganimet ağları/cemaatleri’ halinde nüfuz ediyor. Böylece suç işbirliği toplumsal dayanışmanın karşısına dikiliyor, çoğunlukla da yerini alıyor.

Özetle çeteleşme sermaye, siyaset, bürokrasi, suç örgütlerinden müteşekkil güç matrisinin özel bir iktidar biçimidir. Egemen sınıf ve zümrelerin siyasi pratiği bugün çeteleşmede berraklaşıyor. Dolayısıyla daha fazla kâr elde etme üzerine inşa edilmiş sağlık sisteminde de işler eninde sonunda kaçınılmaz biçimde çeteleşmeye ve Marx’ın söylediği noktaya varıyor: "Sermaye yüzde 10 kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; yüzde 20 iştahını kabartır; yüzde 50 küstahlaştırır; yüzde 100 bütün insani yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kâr ile işlemeyeceği cinayet yoktur.”

Bu güç matrisinin en az ihtiyaç duyduğu şey ise toplumsal meşruiyettir. Zira müesses nizam meşruiyetini burada değil, hukuki rejimde ve devletin zor gücünde arar. Nitekim Brecht’in oyununun sonunda da nihayet durumu kavramış yargıç kararlarını zihin açıklığıyla verir: Bir fırıncıyı “ekmeğe kepek kattı” diye tutuklarken, bir başka fırıncıyı “ekmeğe kepek katmadı” diye tutuklar.

Türkiye bu aşamada işte. Hukuk pürüzsüz işliyor çünkü!