Üç tarz-ı iktisat: Çıkış yolu-II
Sadece kriz dönemlerinde faiz indirmek, vergi düşürmek gibi sürekli itfaiyeci faaliyette bulunulması ve yanan onlarca şeyin sonunda çoğunluğun kalanlarla yetinmek zorunda kalması sorunlu bir durumdur.
Ensar Yılmaz*
Bundan iki hafta önce “üç tarz-ı iktisat” başlığı altında Türkiye’deki sorunlara dair farklı bakış açılarına sahip üç grup iktisatçı görüşü üzerine yazmıştım. Bunlar sırasıyla cari açığı, istikrarı ve genel refahı önemseyen görüşlerdi. Bu yazımda, üçüncü grup iktisatçıların, yani genel refahı daha fazla önemseyen politik iktisatçıların ama özellikle kendi görüşlerimi daha detaylandırmak istiyorum.
Dünya genelinde olduğu gibi, Türkiye’de de 1980’lerden itibaren devlete dair etkinlik tartışmalarının baş göstermesi, enflasyon probleminin öne çıkması ve Sovyet blokunun yıkılması ekonomi politik zemini, piyasa-devlet işbirliğinden çıkarıp sadece piyasanın belirleyici olduğu bir yapıya dönüştürdü. Gümümüzde de iktisatçıların önemli bir kısmı bu piyasa merkezli yapıyı veri alarak analiz yapar ve bunun içinden çözüm önerileri sunar. Politikacılar da bu veri yapı içinde belli sosyal ve ekonomik hedefler doğrultusunda seçim odaklı bir ekonomi-politik akıl edinir. Bu yüzden, politikacıların ve iktisatçıların önemli bir kısmında temel sorunlara dönük güçlü itirazlar pek yükselmez. Bu durumu, örneğin birinci grup iktisatçıların ilgilerini sadece cari açığa veya ikinci grup iktisatçıların ilgilerini sadece makro iktisadi istikrara vermelerinde görürüz. Politik iktisatçılar ise genel olarak, cari açık ve istikrar dâhil mevcut sorunların büyük oranda mevcut ekonomi politik içinde geliştiği ve çözümlerini de bu ekonomi politiğin dönüştürülmesinde bulurlar.
Bu aşamada sırasıyla ilk önce makro iktisat politikalarına, daha sonra da genel iktisadi yapıya dönük düşüncelerimi ifade etmek istiyorum. Makroekonomik yapıya dair yaklaşımımı ilk iki görüş ekseninden de uzaklaşmamak için şu üç başlık altında sınıflandırıyorum: (i) cari açık (ii) istikrar ve (iii) sosyal refah.
(i) Cari açığa dair düşüncelerimi aslında birçok kez burada ifade ettim. Kronik cari açık, açık bir ekonomide ciddi bir sorundur. Ekonominin işleyiş dinamiğine dönük temel ipuçları verir: ülkenin yüksek katma değerli bir üretime sahip olamadığını, bir tüketim ekonomisine evrildiğini, dış şoklara açık hale geldiğini (sermaye hareketleri ve döviz kuru dalgalanmaları), finansman dinamiğinin sürdürebilir olmaktan çıkıp borçlanma krizleri oluşturma potansiyeli barındırdığı gibi. Kronik cari açığı kapatmak temelde ciddi bir sorun değildir. Pekâlâ, yüksek kur veya gümrük tarifeleriyle kolayca halledilebilir. Fakat bu, açık bir ekonomi için çok daha yıkıcı istenmeyen sorunlar üretir. Nasıl “yüksek faiz-düşük kur” ciddi üretim, ithalata bağımlılık ve kriz potansiyeli taşıyorsa, “yüksek kur-düşük ücret” de ciddi yoksullaşma ve üretim problemlerine neden olur. Enflasyon yoluyla yoksullaşmayı bir kenara bıraksak bile, bu yaklaşım amaçlanan yüksek katma değerli üretimi de garanti etmez. Çünkü makro düzeyde bir ülkenin üretim niteliği ve seyri ancak belirli bir planlama altında belirli hedeflere yönlendirilebilir. Ciddi ve amaca dönük ısrarlı bir planlama söz konusu olmadığı için, iktidarlardan bağımsız bir şekilde, Türkiye’nin yüksek teknoloji ürünlerinin toplam ihracattaki payı benzer ülkelerle kıyaslandığında dahi çok düşük düzeylerdedir (%2-3). Oysa bu oran Çin’de sadece 30-40 yıl gibi bir sürede %5’in altından %30’lar düzeyine geldi. Almanya ve Japonya’nın teknolojik gelişiminde devletin rolü için de basit bir tarih kitabına bakmak yeterlidir. Devletin kamusal refah kaygısı ve uzun dönemli risk üstlenme potansiyeli makro planların ortaya çıkmasını kolaylaştırır. Firmaların kısa dönemli kar motivasyonları bu perspektife sahip değildir. Daha önce de ifade ettiğim gibi, bir ülkede teknoloji açığı, özünde bir “devlet açığı”dır. Sadece bugüne baktığımızda bile bunu görürüz. Internet, GPS, HTML dili, Google arama motoru, dokunmatik ekran ve yüz tanıma gibi teknolojik yeniliklerin hepsi devletin finansal destek verdiği veya direkt dâhil olduğu çabaların sonucudur. NASA’sız bir SpaceX’i düşünebilir miyiz? İlaç şirketlerinin devletten aldığı bilim ve fon yardımı, internet ve elektronik firmalarından çok daha fazladır. Dahası, Türkiye gibi yarışa geriden başlayan ülke firmalarının işi çok daha zordur. Nispi teknolojik donanım yetersizliklerini telafi etmek için daha fazla yönlendirme ve teşvike ihtiyaçları oldukları çok açık. Kısaca, kronik cari açık genel anlamda makro düzeyde bir üretim problemidir, bunun merkezi-olmayan bir şekilde kendi hedeflerine odaklanan firmalara havale edilmesi sorunu çözmez. Makro sorunlar makro çözülür.
Diğer yandan, Türkiye’nin cari açık probleminin daha büyük bir ölçekte de bir karşılığı vardır. Bu da ülkenin büyük oranda dış dünya ile entegre olma biçimi ile ilişkilidir. Dünya genelinde artan bir finansallaşma hem finansal akımlardaki akışkanlığı ve büyüklüğünü artırdığı gibi, hem de neden olduğu tahribatı artırmıştır. Finansal akımlar uzun süredir sadece cari açığın finansmanını sağlayan bir imkân olmaktan çıkmıştır. Cari açık/fazla ile sermaye akımları arasında bağ kopmuş durumdadır. İngiltere veya ABD açık verse bile sermaye akımları bunun kat be kat üstündedir. Japonya cari fazla verdiği dönemlerde (1980’lerin sonu) dahi ülkeye yüksek düzeylerde sermaye akımı gerçekleşti ve bu krizin kaynağına dönüştü. Rekabetçi kur politikası izleseniz bile finansal akımları engellemek zordur. Dahası, finansal akımlar sundukları ucuz fonlarla cari açığın nedenine dönüşmüş durumdadırlar. Bunu Türkiye 2002’den 2013’lere kadar çok net yaşadı. Açığın finansman kolaylığı cari açığı daha kalıcı hale getirdi. Bu yüzden de, sadece üretim tarafının makro planlanması değil, finansmanın denetimi de iyi tasarlanmalıdır. Sermaye akımları vadelerine bağlı olarak veya işlem vergileri gibi yöntemlerle yönlendirilebilir. Bu, hem kısa dönemli spekülatif sermaye girişini sınırlandıracak hem de çıkıştaki tahribatını azaltacaktır.
Türkiye’nin uzun dönemli yabancı doğrudan yatırımlardan da istenildiği gibi yararlanmadığı çok net görülmektedir. Mevcut iktidar döneminde ülkeye önemli oranda (yaklaşık 160 milyar dolar) doğrudan yabancı yatırım geldi. Fakat bunun çok azı (yaklaşık %20’si) imalat sanayine gelirken, önemli kısmı çok üretken olmayan hizmet sektörüne gitti. Fakat burada asıl nokta, bu yabancı yatırımların teknolojik imkânlarından faydalanılmaması oldu. İktidar partisinin gelen yatırımların mevcut üretimin niteliğini iyileştirmesi ve teknoloji transferi sağlamasına dönük ciddi hiçbir makro planlaması olmadı. Zamanında Japonya’nın bir planlama enstrümanı olarak lisanslama, ters mühendislik gibi veya Çin’in dış yatırımı teknoloji transfer şartına bağlamak gibi stratejik yöntemlerin hiçbirini etkin olarak kullanmadı. Yakın bir örnek olması açısından, yıllarca uğraşmasına rağmen Türkiye’nin elektrikli/hibrit araba üretimine geçememesinin temelinde devletin gerçek sorumluluğu almaktan çekinmesinin olduğunu düşünüyorum. Bu, devletin aynen kamu-özel işbirliklerinde olduğu gibi, direkt finansman maliyetlerinden kaçınmak için üretimi özel firmalara havale etmek istemesinden kaynaklanıyor. Çin’in bu konularda elde ettiği başarılar küçümsenmemelidir. Totaliter olması, piyasa ve devlet araçlarını aynı anda iyi kullanılabileceğini görmemizi engellememelidir.
(ii) İstikrarı öne çıkaran ikinci görüşün ifade ettiklerine de biraz daha detaylı bakarak birtakım ekonomi politik önermelerde bulunabiliriz. Şu çok açık ki, makroekonomik istikrar bir zorunluluktur. Fiyat dalgalanmaları çoğumuzu mutsuz eder. Ülkede bu sorunu bugünlerde zaten yeterince tecrübe ediyoruz. Fakat makro istikrar başlı başına bir değer değildir, ancak temel problemlerin çözümü konusunda alan açtığı oranda değerlidir. Çünkü makro istikrar çoğu gelişmekte olan ülkede temel yapısal sorunları unutturabildiği gibi, çözümlerini ikincil plana itmekte ve çoğu insan için düşük ve katlanabilir bir refah düzeyi ile yetinilmesinin gerekçesine dönüşmektedir. Türkiye veya Latin Amerika ülkelerinde iktisadi istikrarın olduğu dönemler hep olmuştur. Fakat bunun temel sorunları ötelemekten başka bir etkisi olmadığı gibi, ciddi bir politik krizde bu ülkelerin hemen istikrarsızlığa evrildiklerini görürüz. İstikrar, bu anlamıyla istikrasızlığı besleyen ve sorunları kronikleştiren bir karakter kazanır.
Çok sayıda iktisatçının zihin dünyası dengeci makro iktisadın analitik araçları ile şekillendiğinden istikrardan kast edilen sadece piyasa istikrarıdır. Bu yüzden, sadece insanların iktisadi ve sosyal pozisyonları veri alınır ve bunun üzerinden kaynak tahsis etkinliğine odaklanılır. Piyasada oluşan güç ilişkileri dikkate alınmadığı gibi, refahın dağılımına dönük alınan pozisyon “Pareto optimum” kavramının sunduğu kadar cesur olmalarına imkan verir. Yani bu tanıma göre, alt gelir grubunda bulunan insanların durumunun ne kadar iyileştiğinden bağımsız, zenginin bir TL’si düşse dahi bu iyileştirme etkinsiz diye tanımlanır. Bu yüzden de buna neden olabilecek politikalar tavsiye edilmez, bu da doğal olarak politika çözüm setini oldukça daraltır. Yani sermaye birikimini tehdit eden istikrarsızlık kötüdür ama genel refahı tehdit eden ve halkın büyük kesimini yatay kesen kronik sorunların yükseldiği istikrar problem değildir. Bu, büyük oranda ekonomide temsili bir aktör üzerine kurulan bir “birleşik liberal hikâye” perspektifinden kaynaklanır. Tüm bu tercihin arkasında piyasaya duyulan sarsılmaz güven ve devlete karşı geliştirdikleri etkinsizlik argümanları vardır.
İstikrar için öne çıkarılan en önemli iktisadi kurum ise merkez bankalarıdır. Merkez bankaları önemli kurumlardır ama bu kadar öne çıkarılmalarının politik ve ideolojik bir arka planı olduğunu düşünüyorum. Merkez bankaları, 1980’lerden bu yana takip edilen piyasa-yanlısı politikaların sürdürülmesini kolaylaştıran ve bunları meşrulaştıran bir politik kalkana dönüştüler. Böylece, insanların gerçek refahını dikkate alacak daha iyi kurumsal yapıların ortaya çıkması sürekli ötelenmektedir. Sorunlar ortaya çıktığında da bunların geçici aksilikler olduğu düşüncesi meşruluk kazanmaktadır. Fakat buna rağmen, özellikle finansallaşma gibi artan yapısal sorunlar karşısında merkez bankaların etki alanları daralmaktadır. Özellikle, 1970'lerin sonundan itibaren 2017 yılına kadar, dünya genelinde toplamda 151 banka krizi, 236 döviz krizi ve 74 tane devlet borç krizi yaşanmıştır. 2008 global finansal krizi öncesi ABD’de enflasyonun hatta işsizliğin bile düşük bir düzeyde olmasına rağmen finansal yapının raydan çıkmasını engelleyemediği gibi, kriz sonrası kaybedilen milyonlarca işçinin işine geri dönmesi de kısa sürede sağlanamamıştır (yaklaşık 6-7 yıl sürdü). Finansallaşma ile ortaya çıkan sürekli risk üreten heyula yapının yarattığı sorunları çözmeden merkez bankaları her zaman gündemde ve her zaman baş aktör olacaktır. Fakat bu etkili oldukları anlamına da gelmemektedir. Yani hem onlarsız hem de onlarla olmamaktadır. Büyük oranda bu yüzden, 1980’lerden bu yana konuştuğumuz tek bir konu vardır, o da istikrardır.
Sadece kriz dönemlerinde faiz indirmek, mali harcama yapmak, vergi düşürmek gibi sürekli bir itfaiyeci faaliyette bulunulması ve yanan onlarca şeyin sonunda çoğunluğun kalanlarla yetinmek zorunda kalması sorunlu bir durumdur. Enflasyonu artırmayan bir işsizlik düzeyini kendine referans alıp ekonomiye “ısındı-soğudu mekaniği” içinde müdahale etmek bence oldukça ilkel ve dahası insani değildir. Bu, Karl Marx’ın ücretlerin baskılanması için kapitalist sistemin yeterince işsiz yarattığını ifade etmek için kullandığı “yedek işsizler ordusu” kavramı ile çok yakından ilişkilidir. Neredeyse kapitalistlerin/firmaların neden olduğu ve faydalandığı bir durumu merkez bankaları onlara sunmaktadır. Yani merkez bankalarını enflasyon konusunda başarılı gösteren kriter, milyonların işsiz kalmasını kabul etmekten geçiyor.
Fakat mevcut koşullar altında bile merkez bankalarının daha kapsayıcı politikalar izlenmesi sağlanabilir. Bu da örneğin, enflasyon hedeflemesi yerine onu da içeren bir şekilde toplam talebi dikkate alan “nominal gelir hedeflemesi” politikası izlenebilir, yani hem büyüme hem de enflasyon dikkate alınabilir. Bu hem daha kapsayıcı bir para politikası olur hem de merkez bankaları üzerindeki politik baskıyı da bir ölçüye kadar hafifletir. Gerçekte, bu bile sürdürebilir bir toplam talep oluşması açısından yeterli olmayabilir çünkü toplam talep, gelir dağılımına bağlıdır. Gelir dağılımı da bize emek piyasalarında olan biten hakkında bilgi verir. Emek piyasalarında gelir dağılımını bozucu çok sayıda gelişme söz konusudur: sermaye ve emek arasında artan uçurum, emek gelirleri arasında artan polarizasyon, işgücüne katılım oranındaki düşme, yetenek/eğitim polarizasyonu, emeğin niteliğindeki değişimler (daha esnek, nitelikli olmayan, düşük ücretli ve yarı-zamanlı işlerin artması). Bunlar hem genel refahı düşüren gelişmeler olduğu gibi, hem de para politikasında toplam talebe odaklanmayı zorlaştıran gelişmelerdir. Eğer merkez bankalarının nispeten daha fazla enflasyona odaklanması isteniyorsa emek piyasalarındaki sorunlar göz ardı edilemez. Örneğin, insanlara özellikle de işsizliğin maliyetinin daha yüksek olduğu alt gelir gruplarına devlet “iş garantisi” verebilir ve bu da merkez bankalarının amacını daha netleştirir ve işini hafifletir. Yani amacımız, merkez bankasının yükünü hafifletmek olmalıdır, her iktisadi sorunda başımızı çevirip bakacağımız kurumlar olmaktan çıkarılmalıdırlar. Bu yüzden, sürekli krizlerle sonuçlanan kırılgan ve eşitsizlikler üreten bir yapıdan daha sağlam, etkin ve eşitlikçi yapılar ve kurumlar inşa etmek daha sağlıklı bir yaklaşım olur.
(iii) Refahın paylaşılması bence iktisadın en önemli konularından biridir. Dünya genelinde yeni teknolojilere bağlı olarak sürekli artan verimlilik üretim düzeyine dair kaygıları daha da azaltmaktadır. Bu yüzden, üretime dâhil olma ve bunun paylaşılması çok daha kritik bir probleme dönüşmektedir. Servet ve gelir eşitsizliğinin dünyanın her tarafında bu kadar öne çıkması problemin ciddiyetini gösterir. Bu sorunun önemini daha önceki bir yazımda ayrıntılı olarak ifade ettim, bu yüzden burada detayına fazla girmeyeceğim. Ülke ekonomisine emek/sermaye geliri, kişisel gelir ve coğrafya üzerinden bakıldığında yoğun eşitsizlikler barındırdığı ortadadır. Emeğin payı düşük ve azalmakta, zenginler yoksulların kat be kat üstünde gelirden pay almakta ve bölgeler arası (özellikle batı-doğu ekseninde) ciddi bir ayrışma söz konusudur. Sadece istikrarı önemsemek bile bu eşitsizliklerin sürdürülmesine ses çıkarmamak anlamına gelir. Fakat bu sorunları çözmek piyasayı aşan nitelikler gösterir. Bu yüzden, ilk iki görüşün de tavsiye ettiği gibi, piyasaya ve zamana bırakılmayacak kadar kritik ve ortak kamusal akıl gerektiren bir konudur. Hayatın her alanında başlangıç koşulları çok belirleyicidir, örneğin işçi, kadın olmak, az gelişmiş bir coğrafyada doğmak veya azınlık olmak gibi. Bu durumlar yapısal “fakirlik tuzakları” yaratır. Bunları aşmak için ortak bir politik akıl gereklidir. Örneğin, bölgesel gelir farkını kapatmak için şehirlerin gelişimi çok önemlidir. Fakat firma şehir kuramaz, şehre yerleşir. Sağlıklı, akıllı ve çevreci şehirler kuran sosyal refah aklıdır.
Sorunların çözümü kabul edilen ekonomi politiğin sunduğu çerçevede şekillenir. Piyasa istikrarını veya cari açığı öne çıkaran düşünceler de belli bir politik ve etik kabullere yaslandığından çözüm önerileri bu eksende ortaya çıkar. Refahın içeriğini ve boyutunu bu bakış açısı belirler, bunu gerçekleştirecek araçlar arasındaki tutarlılık konusunda daha bilimsel olabiliriz sadece. Örneğin, firmayı sadece özel bir mülkiyet yapılanması olarak görmek yerine, firma yönetim biçimleri üzerinde durmak sosyal açıdan daha faydalı olabilir. Çünkü farklı yasama alanlarında firmaların farklı yönetim biçimleri geliştirdiklerini biliyoruz. Firmalar, hareket ettikleri yasal/regülatif alanlara bağlı olarak çalışanlarıyla veya kamu çıkarının niteliği konusunda bir yönetim anlayışı geliştirirler. Örneğin, Almanya’daki 1970’lerden bu yana geçerli olan birlikte-belirleme (co-determination) uygulaması belirli ölçekteki şirketlerin yönetim kurullarının yarısı işçilerden oluşması bir yasa gereğidir. Kuruldaki sandalyeler özü itibariyle bir tür mülkiyet hakkından ziyade, sermayeyi kontrol etme imkânı vermektedir. Bu şekilde, sermayesi olmayanlara sermayeyi yönetme hakkı tanınır. Bu bir tür demokratik kontroldür. Bu yüzden, finansal krizlerde veya pandemide de gördüğümüz gibi, işsizlik Almanya’da büyük bir sorun olmazken ABD veya İngiltere’de hemen büyük bir soruna dönüşebilmektedir. Veya son dönemlerde dünya genelinde daha az sendikalılık söz konusu ise bu piyasa natüralizminin bir sonucu değildir, ülkelerin onları zayıflatan politik tercihlerinin bir sonucudur. Sendikacılığın daha yaygın olduğu ülkelerde emeğin daha fazla korunduğu ortadadır.
İstikrarı savunan iktisatçıların iktisadın her alanında bir güç ilişkisi olduğunu kabul etmeleri gerekir. Fakat bu gücü sadece devlete yıkmanın kolaycı bir tavır olduğunu da görmek gerekir. Liberallerin piyasanın yarattığı iktisadi gücü ve uzantısı diğer güçler (tekelleşme, firma gücü, finansın gücü, politik güç, kamuoyunu yönlendirme gücü gibi) üzerine yoğunlaşmak yerine devlet gücünün olası tehditlerini daha fazla önemsemeleri politik bir tercihtir. Oysa ekonomiyi ciddi anlamda bir güçlüler hiyerarşisine dönüştüren bu yapı analize dâhil edilmediği müddetçe bilimsel anlam kayıpları olacağı gibi, bunu dikkate almadan geliştirilen politikalar da işlevsizleşir.
Ben tüm bu sorunların çözümü için yukarıda saydığım makroekonomik çözümlerin de yetmeyeceğini düşünüyorum. Daha yapısal araçlar ve yöntemler kullanarak hem refahın paylaşımını hem istikrarı (ki bence daha doğru kavram “huzur” olmalıdır) hem de cari açığı etkin ve adil bir şekilde çözebiliriz. Özünde iktisadi ve toplumsal yapılar dayanışmacı ve işbirlikçi bir içeriğe dayanır, yani işçi yoksa kapitalist de yoktur, tüketen yoksa üreten de yoktur. İçinde bulunduğumuz toplumsal düzen farklı iktisadi ve sosyal pozisyonlara sahip insanlardan oluşur. Bir emek ve yetenek havuzundan ortak etkileniyoruz, bu yüzden de ortaya çıkan üretimin paylaşımının da adil bir yapı üzerinden şekillenmesi beklenir. Bunu gerçekleştirmenin önündeki en büyük engelin zihinsel olduğunu düşünüyorum. Mevcut yapıların sosyal ve politik kurumlar olduğunu unutuyoruz. Piyasaları fetişleştirmeden ve evrensel bir piyasa natüralizmi anlayışına mahkûm olmadan piyasaların politik ve sosyal niteliklerini dikkate alarak belirli sosyal amaçlar için uygun zeminler oluşturmak mümkündür. Bu problemleri çözecek çok sayıda yöntem geliştirilebiliriz, örneğin iş garantisinden, işçi-sahipli şirketlere, devletin istihdamdaki payının artırılmasından, şirketlerin işçilerle birlikte yönetilmesine, kamu-özel ortaklıklara, kooperatiflere ve gönüllü teşebbüslerin teşvik edilmesine kadar çok sayıda yapıyı aynı anda oluşturabiliriz. Yani, daha adil gelir paylaşımı sağlayacak farklı mülkiyet ve iş yönetim yapılarını geliştirebilir ve teşvik edebiliriz. Hiçbir yapı diğerinin ikamesi olmadığı gibi, tamamlayıcısı ve sinerji kaynağı olabilir. Refahın sosyalizasyonu ile de demokrasiyi ve özgürlükleri daha fazla koruma potansiyeli ortaya çıkacaktır.
*Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü