Üçüncü büyük Türk reseti ve Yunanistan*

Birinci reset, 1806-12 Osmanlı-Rus Savaşı’nı sonlandıran Bükreş Antlaşması’nı takiben, ikinci büyük reset ise 1908 Jön Türk İhtilali ile başladı. Üçüncü büyük reset, 2002’de seçimle iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ve lideri Tayyip Erdoğan’ın 2010’ların ikinci yarısında Cumhuriyeti tasfiye etmeye girişmesiyle başladı: Üçüncü resetinin ortasında komşularını ve Batı’nın önemli bir kesimini kendine yabancılaştırmış olan Erdoğan Türkiye’si bu hızla değişen dünyada yerini arıyor.

Google Haberlere Abone ol

H. Şükrü Ilıcak**

Son ayların moda tabirini kullanacak olursak, 19. yüzyılın başından itibaren Osmanlı İmparatorluğu/Türkiye’ye yüz sene aralıklarla büyük “resetler” atılıyor. Yirmişer yıllık süreçler olarak inceleyebileceğimiz bu muazzam çalkantı ve dönüşüm dönemlerinde, ülkenin siyasal yapısı özünden değişiyor; eski nizamlar medeniyetleriyle birlikte yok olurken, yeni rejimler doğum sancısı çekiyor. Devletin yönetimini eline geçiren kesimler, sürekli olağanüstü hal koşulları altında, devletin otoritesini sınırlayan güç odaklarını ortadan kaldırarak ve toplumun çoğulcu unsurlarını bastırarak devletin toplumla olan sınırlarını kanırta kanırta yeniden çiziyor ve aşırı merkeziyetçi tek adam rejimleri kuruluyor. Ve ne ilginçtir ki, bu süreç günümüzde üçüncü kez yaşanıyor. 1810-30 ve 1910-30 resetlerinde kilit rol oynayan Yunanlılar/Yunanistan(1) ve Rusya’nın 2010’larda başlayan üçüncü büyük resette herhangi bir rol oynayıp oynamayacakları henüz belli olmamakla birlikte, mevcut gergin durum, “acaba tarih bir kafiye düşürür mü?”(2) diye düşündürtüyor.

BİRİNCİ RESET

Birinci reset, 1806-12 Osmanlı-Rus Savaşı’nı sonlandıran Bükreş Antlaşması’nı takiben başladı. Osmanlı Devleti son yüz elli yılda varlığını merkezde yeniçerilere ve taşrada ayanlara giderek artan ödünler vererek -tersinden okursak, bu güçlere serbestiyet alanları açıp uzlaşarak-sürdürebilmişti. Devletin 1768-74 Rus savaşından beri, vergi ve asker toplamak için tamamen insafında olduğu ayanları, çok kabaca, taşrada askerî, siyasî ve malî gücü elinde tutan, İngiltere’deki lordlar, baronlar gibi hanedanlaşmış aileler olarak düşünebilirsiniz. Avusturya Şansölyesi Metternich’in, Napolyon sonrası yeni Avrupa düzeninde bundan sonra Osmanlı İmparatorluğu’na dış müdahale olmayacağına dair verdiği güvencelerin ve Babıali’nin artık kendi iç işleriyle ilgilenmesi yönündeki ısrarlı tavsiyelerinin de etkisiyle, Şubat 1813’te, yerlerine merkezi devlete bağlı vezirleri getirerek ayanları ortadan kaldırma projesi resmi olarak fiiliyata geçirildi. İzleyen on yılda kelimenin tam anlamıyla bir iç savaş yaşandı. İmparatorluğun dört bir yanında onlarca isyan çıkmış, binlerce askerlik ordular karşı karşıya gelmiş, Babıali vezirleri Diyarbekir, Halep, Yanya gibi koca koca şehirleri ancak aylar süren kuşatmalardan sonra ele geçirebilmişti. Kendi geleceklerini artık kendileri belirlemek isteyen Yunanlılar, eskinin yıkıldığı ancak yerine yenisinin henüz gelmediği böylesine temelden bir yıkım ve dönüşüm döneminin tam ortasında bağımsızlık mücadelesine girişmişti. 1811’de Rus cephesine sadece Anadolu’dan çağrılan 153 ayan varken, 1823’te Yunan İhtilali’ni bastırmak için Yenişehir’de (bugün Larisa) toplanan orduda tek bir Anadolulu ayanın olmaması yıkımın boyutunu gösteriyordur sanırım.

Devletin elini kolunu bağlayan ikinci güç odağı olan yeniçeriler içinse sonun başlangıcı, dönemin resmî belgelerinde “Rum Fesadı” olarak anılan Yunan İhtilali olmuştu. 1820’lere gelindiğinde, yeniçeriler sultanın elit savaşçıları olma özelliklerini çoktan yitirmişlerdi. Devletten özerkleşmişlerdi ve “serbestlik”lerine devletin müdahale etmesini asla kabul etmiyorlardı. Yeniçerilik bugünün kategorileri ile düşünüldüğünde kolay anlaşılabilecek bir şey değil. Yeniçeriler zaman içinde esnaf ve toplumun alt tabakalarıyla harman olmuşlar, emekli sandığı, iş ve işçi bulma kurumu, esnaf ve zanaatkarlar odası, banka, sendika, tarikat, yarı zamanlı milis, polis ve mafya özellikleri taşıyan bir siyasi, sosyal ve ekonomik ağ yapısına dönüşmüşlerdi. Toplumun alt tabakalarını devletin tasallutundan korudukları için bu kesimleri kolayca harekete geçirip devlete sık sık haddini bildirebiliyor olmaları, bugün bile devletperest tarihçileri irkilten bir özellikleriydi.

Saltanatının başından beri bir yeniçeri-bürokrasi-ulema koalisyonunun vesayeti altında olan II. Mahmud, yeniçerilerin avamla bağını kesmeyi Yunan İhtilali nedeniyle oluşan mahşerî sosyo-ekonomik koşullarda başarabilmişti. İnsanların çaresizlikten Mehdi beklediği bir ortamda devlet, ne Yunanlı ihtilalcilere karşı asker gönderen ne de Frenk talimi yapan düzenli ordu kurulmasına izin veren ocağın taleplerini “düşmana fırsat vermek” olarak topluma anlatabiliyordu. Toplum da Yunan İhtilali’nin yarattığı ahlakî evrende, devletin yeniçerileri susturmasına sessiz kalıyordu. II. Mahmud, memleketin düştüğü durumdan sorumlu tuttuğu kliği 1822 Aralık’ında devletten tasfiye etmiş ve bir gözlemci ve moderatör olmayı bırakarak devletin yönetimini kendi eline almıştı. Yani devletin yönetimi Babıali’den Topkapı Sarayı’na geçmişti. İlerleyen yıllarda, en ufak işlerin halledilmesi için bile sultanın onayı gerekmişti. İngiltere büyükelçisi Strangford’un ifadesiyle artık “sarayın sınırları dışında hiç kimse yönetimde inisiyatif almıyordu.” Devlet ricali fikir beyan etmekten bile kaçınıyorlardı. 1823 Ağustos’u itibariyle, yeniçeri sisteminin belkemiğini oluşturan “ustaların” bir kısmının idam edilmesi, bir kısmının İstanbul’dan sürülmesi, kalanlarının ise sesinin kesilmesiyle devlet, ocağın dişlerini büyük ölçüde sökmeyi başarmıştı. 1826 senesine gelindiğinde, bir yandan Rusya ile savaş çanlarının çalmaya başlaması, diğer yandan İbrahim Paşa’nın Fransız subayları tarafından eğitilmiş modern Mısır ordusunun başarılı bir şekilde Yunan isyanını bastırmaya koyulmasıyla, II. Mahmud’un aklında, ocağa artık bir son verilip, itaatkâr ve modern savaş taktikleriyle savaşan düzenli bir ordu kurulmasının zamanı geldiği yönünde şüphe kalmamış olsa gerektir.

26 Mayıs 1826’da devlet yeniçerilere askeri talim yapmalarını “teklif etmiş,” ocak da bazı ortalardan belirli miktarda yeniçerinin Avrupaî üniformalarla talim yapmasına razı gelmişti. 12 Haziran’da talime başlayan yeniçerilerin sabrı üç günde tükenmiş ve 15 Haziran’da isyan başlamıştı. Fransız elçiliği maslahatgüzarı Désages’ın tabiriyle “kendilerine gerçek müminler diyen” kalabalıklar, yeniçerilere karşı açılan Sancak-ı Şerif’in etrafında toplanmış ve toplumun iliklerine işlemiş olan neredeyse beş yüz yıllık bir kurum büyük bir katliamla ortadan kaldırılmıştı. Fransız maslahatgüzarın olayları anlatımına devam edelim: “Ayın 15'i sabahından itibaren Babıali'nin isyancılara karşı aldığı önlemlerin mükemmelliğini ve şaşkınlık yaratan enerjisini gören birçok kişi, bütün bu isyan işinin yeni sistemi zekice ve daha fazla gecikmeden oturtmak için Babıali'nin kendi yaptığı bir darbe olup olmadığını merak ediyor. An itibariyle, bu varsayımı henüz kesin bir şekilde savunmak mümkün değilse de, en azından, yeniçerilerin isyan planlarından zamanında haberdar olan Babıali’nin bu durumu bir fırsat olarak görüp, bu kez yeniçerileri tamamen yok etmek için her şeyi göze aldığına inanabiliriz.” Bilmem bu cümlelerin 2016’ya yankısını siz de duyuyor musunuz?

Osmanlı eski nizamı (ancien régime) yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla son buldu. İzleyen on küsur yılda II. Mahmud imparatorluğunu kurtarmak için hızla aklındaki devleti ve ülkeyi inşa etmeye koyuldu. Avrupa ülkelerini örnek alarak bir dizi askerî, bürokratik, malî ve hukukî reformu kesintisiz bir olağanüstü hâl rejimi altında hayata geçirdi ve eski nizamı kurumları ve kültürüyle birlikte ortadan kaldırdı. Osmanlı-Türk modernleşmesinin başlangıcı olan bu dönemin mottosu, şeyhülislam Yasincizade’nin ifadesiyle, padişah-ı İslam’a mutlak itaat ve avamın zaten anlamaya ehil olmadıkları devlet işlerine karışmaması gerektiği idi. Devlete haddini gösterecek bir güç odağı kalmadığından, hakların, özgürlüklerin ve hatta giyilecek kıyafetlerin tek belirleyicisi artık devletti. Avrupa tarzında ceket ve pantolon, fes ve kısa sakal devlet kurumlarında zorunlu olurken, yeni kurulmaya başlanan modern ordu için taşrada zorla askere alınan gençler, yolda kaçmamaları için ayaklarından zincirlenerek İstanbul’a gönderiliyordu.

Bu arada, Napolyon sonrası kurulan muhafazakâr Avrupa düzenine halel getirmemek için Yunan bağımsızlığına başından beri karşı çıkmış olan Rus çarı Alexander 1825 yılı sonunda ölmüş, yerine geçen kardeşinin ise meseleye bakışı bambaşka olmuştu. “İç işlerimize karışmak kimsenin haddi değil” lafının çeşitli varyasyonlarını Yunan İhtilali boyunca onlarca kez kullanan II. Mahmud, Avusturya haricinde bütün Avrupa liderlerini ve devletlerini kendisine yabancılaştırmıştı. Bunun bedeli ise artık Rusya’yı İngiltere ile dengeleme siyaseti izleyememesi olmuştu. Özellikle 1826 Nisan’ındaki Mesolongi katliamından sonra Avrupalılar için meselenin ahlaki boyutu ön plana çıkmış ve Osmanlı devletinin cezalandırılması yönünde ciddi bir kamuoyu oluşmuştu. Cezanın ilk taksiti Osmanlı ve Mısır donanmalarının Navarin’de Rus, İngiliz ve Fransız donanmalarının ortak harekatıyla neredeyse tamamen yok edilmesi olmuştu.

Yeniçeri ocağının lağvedilmesinin ve akabinde yapılan askeri ve bürokratik reformların ise iki seneden daha az bir süre sonra çıkacak olan Rus savaşında semeresi alınamamıştı. Devlet son on sene boyunca gücü yettiği ayanları yerlerine etkili bir alternatif getirmeden ortadan kaldırdığı ve ortalığı yer ile yeksan ettiği için, Yunan isyanını bastırmaya doğru dürüst asker toplayamıyordu. Bu yüzden devlet, Yunanlı isyancılara karşı savaşmakta gönülsüz Arnavut paralı askerlerinin elinde rezil olmuş ve Mısır valisinin insafına kalmıştı. Hal zaten böyleyken, Navarin hadisesinde donanmasını ve Mısır valisinin desteğini yitiren Osmanlı devletinin 1828’de Rusya ile savaşa girmesi intihardan başka bir şey değildi. Ancak, II. Mahmud’un, çok muhtemelen işin sonunun hüsranla biteceğini bile bile, bir Rus savaşını reayasına bağımsızlık vermeye tercih ettiğini kendi eliyle yazdığı hatt-ı hümayunlarda görüyoruz.

Yunanlılar bağımsızlıkları için her ne kadar canla başla savaşmışsalar da, 1828’e gelindiğinde ayaklanma büyük ölçüde bastırılmış, Mesolongi ve Atina gibi en önemli direniş merkezleri ele geçirilmiş ve birçok kazada isyancılar devletten aman dilemişti. 1828’de savaş çıkmasaydı ve 1829 Ağustos’unda Ruslar Edirne’yi alıp Osmanlı tahtını doğrudan tehdit etmeselerdi, büyük güçlerin Yunanlılar lehine olan müdahalelerine sonuna kadar direnmiş olan II. Mahmud, bağımsız Yunan devletinin kurulmasını asla kabul etmeyecekti ve çatışmalar bir şekilde devam edecekti. Rusya’nın Yunan bağımsızlığına katkısı bugün anaakım Yunan tarih anlatısında üzerinde durulan bir tema değil. Rus savaşı olmasa da, imparatorluktan kopan bütün diğer milletler gibi Yunanlılar da er ya da geç kendi ulus devletlerini kuracaklardı, ama o tarihte değil.

İKİNCİ RESET

İkinci büyük reset 1908 Jön Türk İhtilali ile başladı ve bu toprakların şahit olduğu en büyük yıkım ve dönüşümlerden biriyle sonuçlandı. Üç büyük savaş, bir dizi katliam ve kitlesel göçler sonrasında 600 küsur senelik çok-dilli, çok-dinli, çok-etnikli Osmanlı İmparatorluğu tarihe karıştı ve ikinci resetin tek adamı Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Anadolu topraklarında Türk ulus devleti kuruldu.

Jön Türk İhtilali’nin ardından büyük umutlarla başlayan Meşrutiyet rejimi sadece Türklerin değil, bütün imparatorluk halklarının liderliklerinin ayrı ayrı müthiş basiretsizlik göstermesi, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsızlıklarını yakın geçmişte elde etmiş Balkan devletlerinin topraklarını genişletmek için yaptıkları müdahaleler ve de İngiltere’nin emperyal oyunları sonucunda başarısızlıkla sonuçlandı. Osmanlı devleti Balkan Savaşları’ndan perişan halde çıkmış, Edirne’yi Bulgarlardan zar zor geri almış, Avrupa kıtasındaki topraklarının büyük çoğunluğunu kaybedip Anadolu’ya sıkışmıştı. Hal böyleyken, imparatorluğun yıkılmasına karşı çareyi Almanya’nın peşinde ülkeyi zorla Dünya Savaşı’na sokmakta gören İttihatçı liderlerin hareketi tam anlamıyla bir intihardı. Devletin hakimiyet alanını sınırlayan en büyük unsur olan Anadolu’nun Hristiyan nüfusunu elimine etmek için uygun ortamı ise Birinci Dünya Savaşı sağlamıştı.

İttihat ve Terakki Partisi başlattığı reseti bitiremedi. Kasım 1918’de partinin yüksek kademeleri harap olmasına neden oldukları ülkeden apar topar kaçtılar. İtilaf Devletleri’nin başkent İstanbul’u ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerini işgal etmesiyle Türk milliyetçileri Anadolu’da bir ulusal kurtuluş hareketi başlattı. İzmir ve çevresini işgal eden Yunanistan düşmanlardan sadece biriydi ancak Kurtuluş Savaşı’nda en büyük ve nihaî savaşlar Yunan ordusuyla yapılmıştı.

Tam yüz sene sonra Türkler ve Yunanlılar yeniden bir ölüm kalım savaşında boğaz boğaza geldiklerinde, Rusya bu kez Türklerin tarafını tuttu. Rusya’da birkaç sene önce komünistler iktidara gelmiş ve emperyalist bir işgal altında olarak gördükleri Türkiye’yi desteklemeyi hem stratejik hem de ahlaki olarak uygun görmüşlerdi. Anadolu’nun içlerine doğru ilerleyen Yunan ordusunun ardında haklı olarak İngiltere’yi gören Sovyet Rusya, Türk milliyetçilerini destekleyerek hem güneydoğu sınırlarından İngiltere’yi uzak tutup komünist devrime karşı ayrı bir cephe açılmasını engellemiş, hem de Türkiye’deki gelişmeleri kaygıyla takip eden Rusya Müslümanlarını devrimin saflarına çekmek için bir jest yapmış oluyordu. Resmi Sovyet verilerine göre savaş boyunca Rusya, Türk ulusal hareketine yüzlerce kilo altın, on binlerce tüfek, yüzlerce makinalı tüfek, milyonlarca fişek ve top mermisi hibe etmişti. Rus desteği olmasa savaşın başarıyla sonuçlanmayacağını başta hareketin lideri Mustafa Kemal şu sözlerle vurgulamıştı: “Eğer Rusya’nın desteği olmasaydı yeni Türkiye’nin…istilacılar üzerindeki zafer(i) kıyaslanmayacak kadar çok daha büyük kayıplarla kazanılabilirdi veya belki de hiç mümkün olmazdı. Rusya Türkiye’ye hem manevi hem de maddi yardım göstermiş(tir) ve milletimizin bu yardımı unutması suç olur.” Rusya Federasyonu’nun Türkiye Büyükelçiliği’nin internet sitesinde yer alan bu alıntının kaynağını bulamadım ancak Taksim Cumhuriyet Anıtı bu cümlelerin gerçekliğinden şüphe etmek için hiçbir neden bırakmıyor. İstanbul’un en merkezi meydanı Taksim’e Atatürk daha hayattayken 1928’de dikilen anıtta, Atatürk’ün heykelinin hemen arkasında savaş sırasında Anadolu’ya destek getiren Bolşevik generaller Voroşilov ve Frunze’nin heykellerinin olması, milli mücadelenin önderinin Rus desteğine şükranını bizzat ifade etmesinden başka bir şey değildir.

Böylece, Yunanlılar ve Türkler kurtuluş savaşlarını, yani modern tarihlerinin kurucu olaylarını, yüz sene arayla birbirlerine karşı yapma acayipliğini yaşamış oluyor ve bu kurucu olayların ikisi de Rusya’nın müdahalesiyle başarıya ulaşıyordu.

İzleyen on küsur yılda Mustafa Kemal Atatürk, aklındaki Türkiye’yi kurmak için sürekli olağanüstü hal koşullarında ve tek parti rejimi altında, kendisine karşı olan muhalefeti adım adım elimine ederek bir dizi reformu hayata geçirdi. Osmanlı hanedanının sürgüne gönderilip Cumhuriyetin kurulması, hilafetin kaldırılması, kadınların hayatın her alanında hem de örtünmeden yer alabilmesi, Arap alfabesinden Latin alfabesine ve Rumi takvimden Miladi takvime geçiş gibi tam anlamıyla bir medeniyet değişikliği getiren bu reformları tabandan bu yönde bir talep olduğu için değil, kanırta kanırta yapmıştı Atatürk.

Yüzü Batı’ya dönük olan Türkler Atatürk’e toz kondurmazlar. Dönemindeki baskı ve antidemokratik uygulamaları terakki, aydınlanma, çağdaşlaşma, genç Türk ulusunun dünyadaki saygın yerini alması için ödenmesi gereken bedel olarak kabul ederler. Ancak o da bir tek adamdı ve her türlü muhalefeti kendi siyasi ajandası için şiddetle bastırmıştı.

ÜÇÜNCÜ RESET

Üçüncü büyük reset, 2002’de seçimle iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ve lideri Tayyip Erdoğan’ın 2010’ların ikinci yarısında Cumhuriyeti tasfiye etmeye girişmesiyle başladı. Şu anda resetin, eski rejimin kurumlarının ve teamüllerinin olağanüstü hal koşullarında ortadan kaldırıldığı yıkım aşamasından geçiyoruz. AKP’nin, başlattığı reseti bitirip bitiremeyeceği ve sonuçta nasıl bir Türkiye oluşacağı henüz kesinlik kazanmış değil. An itibariyle, hak ve özgürlüklerin tek bir insanın keyfine göre belirlendiği otokratik rejim, ülkeyi distopik bir geleceğe doğru sürüklüyor. Bu sürüklenmeyi durduracak ya da dengeleyecek ne devlet içinde ne de siyasette kayda değer bir karşı gücün olmaması, rejimin totaliterliğe doğru evrilmesini mümkün kılıyor. AKP’nin bunu kotarıp kotaramayacağı önümüzdeki senelerde belli olacak.

2015 Haziran seçimlerinde AKP’nin tek başına iktidara gelememesiyle başlayan ve Erdoğan’ın iktidarını konsolide etmesiyle sona eren sokak terörü döneminde uygulanan şok doktrini ile toplumsal muhalefet dumura uğratılmıştı. Üzerindeki sis bulutu hâlâ dağılmamış olan 15-16 Temmuz 2016 vakasıyla da Erdoğan, iktidarını doğrudan tehdit eden güç odaklarını başta Fetullahçılar olmak üzere, devletin her kademesinden tasfiye etti. 2018’de yürürlüğe giren cumhurbaşkanlığı sistemiyle meclis işlevsiz hale getirildi ve Erdoğan her türlü denetimden ve sorumluluktan muaf bir şekilde ülkeyi kararnamelerle yönetmeye başladı.

AKP’nin 2015 sonrası icraatlarını burada uzun uzun anlatmaya gerek yok. Çok kısaca, kendi ülkelerine sanki düşman toprağı işgal etmiş gibi muamele eden, gerçeklikle bağı çok gevşek bir grup çapsız adamın maslahatı idare etmeye çalıştığını söyleyebiliriz. İktidarlarını sürdürebilmek için iyice kutuplaştırdıkları toplumu ateşe atmakta tereddüt etmeyen, ahlaken düşkün bir örgütlü kötülük rejimi. İşlerine gelmeyen her türlü muhalefeti din ve devlet düşmanlığı, vatana ihanet ve terörizm suçlamalarıyla susturarak tâbî toplum yaratmaya çalışan hukuksuz bir düzen. Dışarıda ise günübirlik politikalarla ülkeyi bir oradan bir buraya çok tehlikeli mecralara savuran bir yönetim.

Erdoğan’ın adım adım dayattığı medeniyet değişikliğinin sembol olayı ise Ayasofya’nın yeniden cami olarak faaliyete geçmesi oldu. Bu sadece dünyaya meydan okumak, içeride tribünlere oynamak ya da pandemiden dolayı sıkışan gündemi saptırmaya çalışmakla açıklanabilecek bir şey değildi. Erdoğan bu hamleyle, Atatürk’ün, yani Eski Türkiye’nin yarı-tanrı kurucusunun, şahsi tasarrufunu iptal ederek, eskiden kopuşu en şaşalı bir şekilde simgeselleştirmek istedi. Benzeri şekilde, Cumhuriyetin 100. yıldönümünde bir “Yeniden Kuruluş Anayasası” ile bu kopuşu tescillemek ve ilmek ilmek ördüğü eserini zapta geçirmek istiyor. Bu yeni anayasayı yürürlüğe koymayı becerip beceremeyeceği ayrı mesele.

Her üç medeniyet değişikliği de tabandan ciddi bir talep olduğu için değil, yukarıdan, azimli bir adamın dayatmasıyla “kanırta kanırta” yapıldı, yapılıyor. Toplum bu azimli adamların rüyasını yaşamaya zorlanıyor, ancak bu rüyalar toplumun bazı kesimlerinin kâbusu oluyor. Bundan sonra neler olabileceği de Erdoğan’ın aklındaki Türkiye’nin nasıl bir ülke olduğuna bağlı. Ufkunu da ideolojisi ve entelektüel kapasitesi belirliyor elbette. Önümüzdeki dönemde, tabii eğer işler onun istediği gibi gider ve uluslararası konjonktür de müsaade ederse, din vurgulu yeni bir anayasa, başta aile hukuku olmak üzere çeşitli hukuk alanlarının dinselleştirilmesi, siyasal partilerin tek tek kapatılması, başkentin İstanbul’a taşınması, idam cezasının geri getirilip uygulanması, resmî tatilin cuma günü olması vs. gibi gelişmeleri bekleyebiliriz. Erdoğan’ın kafasındaki vakit gelince bütün bunları hayata geçireceğini bugüne kadar olan gelişmelere bakarak rahatlıkla iddia edebiliriz.

ÜÇÜNCÜ RESET VE YUNANİSTAN

Artık en ufak meselelerin bile Erdoğan’ın onayını gerektirdiğini, masasının üstünde imza bekleyen dosyaların bilmem kaç adam boyunda olduğunu medyada okuyoruz. Ancak yine de Erdoğan’ın henüz “ben devletim” diyemediğini 2019 belediye seçimlerinde gördük. Yaptıkları bütün pervasız müdahalelere rağmen İstanbul seçimlerini AKP’nin kazanamaması, Erdoğan’ın elinin kolunun bir yerden sonra bağlandığını gösterdi.

2020 yazında, pandemi şartlarında iyice köşeye sıkışmış olan ve tabanı hızla eriyen Erdoğan’ın bu engelleri kontrollü bir Türk-Yunan çatışması ile aşmaya çalışmak istediği, bir günlük bir savaşın bile tam teşekküllü bir diktatörlük kurmasına yeteceği, Türkiye siyasetinin nabzını iyi tutan bazı isimler tarafından yazıldı çizildi. Yani bu senaryoya göre, Doğu Akdeniz’deki fiktif (varlığı, yeri, miktarı, ne zaman çıkarılabileceği, çıkarılmasının ekonomik olup olmadığı kesin olmayan) enerji kaynakları, kıta sahanlığı meselesi ya da Kıbrıs, olası bir çatışmanın asıl nedeni değil, bahanesi olacaktı.

Erdoğan, ihtiyacı olan “Büyük Bahane”yi an itibariyle Kürt coğrafyasında arıyor gibi görünüyorsa da, bundan sonra Türk-Yunan ilişkilerinde neler olacağını, Yunanistan’ın bir şekilde üçüncü resette rol oynayıp oynamayacağını hep birlikte bekleyip göreceğiz. Her ne kadar tarihten ders almamak insanoğlunun en büyük kusurlarından biri olsa da tarih bir müspet bilim değil. Yani, son iki yüz yılda benzer süreçlerden geçildi diye illa bir Türk-Yunan savaşı çıkacak diye bir şey yok. Geleceği kimse bilemez. Ancak eğer tarih çalışmanın bir faydası kafiyeli motiflerin anlaşılmasıysa, tarihe kulak vermek herkes için yararlı bir egzersiz olabilir. Mesela, bu motiflerden biri insanoğlunun sürekli olarak özyıkım döngülerine girmesi. Tıpkı her iki dünya savaşının öncesinde olduğu gibi, küresel politik fay hatlarının üzerinde çok fazla enerji birikmeye başladı. Akdeniz bu fay hatlarından önemli bir tanesi. Kapitalizmin yarattığı hayal kırıklıkları yine dünyanın dört bir yanında ekstrem politikacıları ve politikalarını başat yapıyor. Dünya siyaseti tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar hızlı değişiyor. Üçüncü resetinin ortasında komşularını ve Batı’nın önemli bir kesimini kanırta kanırta kendine yabancılaştırmış olan Erdoğan Türkiye’si bu hızla değişen dünyada yerini arıyor. Ancak bunu arkasında bir strateji, derin düşünceler olmadan, can havliyle ve el yordamıyla yapıyor. Basireti bağlanmış ve aklı tutulmuş yöneticiler Türkiye’yi kaç kere yıkımın eşiğine getirdi. İntihar motifi bu devletin tarihinde var; bölgedeki tüm halkların iyiliği için, umalım kaderinde yoktur.

1- Türkçe literatürde “Rum İhtilali” ya da “Rum Bağımsızlık Savaşı” diye bir tarihi bir olay olmadığı için bu yazıda Rum/Yunan/Helen ayrımı yapmayacağım. Bağımsızlıklarını kazandıklarından beri aynı halk kendini zamandan ve mekândan bağımsız olarak Helen olarak adlandırıyor ve o tarihten beri de bu sözcük Türkçeye “Yunan” olarak çevriliyor.
2- Burada, çok manidar bulduğum, Mark Twain’e yakıştırılan ancak kesin kaynağı belli olmayan ve “tarih tekerrür etmez ama sık sık kafiye düşürür” şeklinde çevirebileceğimiz “history doesn’t repeat itself, but it often rhymes” vecizesine göndermede bulunuyorum.

*Bu yazının Yunancası 14 Mart 2021’de Kathimerini gazetesinde yayınlanmıştır.

**(Girit) Akdeniz Araştırmaları Enstitüsü'nde akademisyen