Ülkü Tamer ile sinema, tiyatro ve futbol yolculuğu
Ülkü Tamer’in sinema, tiyatro ve futbol yazıları 'Keşke Sadece Seyircisi Olabilseydim' başlığıyla Ketebe Yayınları tarafından yayımlandı.
Abdullah Oduncu
Ülkü Tamer’i bugüne kadar şiirlerinden, öykülerinden, çevirilerinden okuduk, sevdik ama kendisinin bir de köşe yazarlığı geçmişi var. Üstelik bu serüven uzun yıllara yayılıyor. 1960’ların başlarından 2010’lu yıllara kadar...
Ketebe Yayınları geçtiğimiz günlerde Ülkü Tamer’in sinema, tiyatro ve futbol yazılarını bir araya getirdi. 'Keşke Sadece Seyircisi Olabilseydim' adı verilen kitap, yayınevinin Ülkü Tamer serisi kapsamında yayınlandı.
Yazılara genel olarak baktığımızda, sinemanın ağırlığını ister istemez görüyoruz. Bu, Ülkü Tamer’in sadece sinemayla kurduğu entelektüel ilişkiden kaynaklanmaz, kökeni daha eskilere, ta çocukluğuna dek uzanır.
1937 yılında Antep’te doğar Ülkü Tamer. Sinemayı, tiyatroyu, futbolu evvela orada tanır. En çok da sinemayı. Zira Türkiye’de sinemanın gençlik çağlarında pek çok yerde sinema salonları vardır. Hele yazlık sinemalar. Ülkü Tamer de ne zaman bahis açılsa bazen kısaca bazen uzun uzun Antep’teki sinema günlerini, yani çocukluğunu anlatır. Anılarındaki en enteresan salon işletmecilerinden biri de Nakıp Ali’dir.
Ülkü Tamer, Nakıp Ali’yi öyle bir anlatır ki, yazı yayınlandıktan bir süre sonra büyük yazar Yaşar Kemal, Ülkü Tamer’i arar. “O Nakıp Ali’yi yine yazacaksın, anladın değil mi? Önümüzdeki hafta okuyacağım,” diyerek tabiri caizse ona ödev verir.
Ülkü Tamer de emir büyük yerden deyip kolları sıvar. Anlattığı ilk anı bile Nakıp Ali’nin dehasını anlamamıza yeter. 1940’lı yıllarda filmlerin çoğu siyah-beyaz yahut “kısmen renkli”dir. Nakıp Ali ise aynı filmin bir Türkçe dublajlı siyah-beyaz versiyonunu, bir de orijinal renkli versiyonunu sipariş eder, iki makarayı da perdeye aynı anda yansıtır. Arada tuhaf uyuşmazlıklar çıksa da seyircilere farklı bir seyir zevki yaşatır.
Ülkü Tamer sinema yazılarında sadece sinema sanatından ve film kültüründen bahsetmez, yukarıda değindiğimiz gibi, izleme kültürüne de çok önem verir. Pek çok yerde Yeşilçam ve sinema salonu ilişkisini işler. Hatta daha yakın tarihli yazılarında işi televizyona ve özel kanallara dek getirir. Ancak ona ister “eski kafalı” deyin ister “keyif düşkünü”, Ülkü Tamer televizyondan film izleme meselesine sıcak değildir. Hele olur olmaz zamanlarda başlayan reklamlar tam bir çılgınlıktır ona göre!
Beri yandan, Ülkü Tamer işin mutfağında bulunduğunu da anlatır. Hatta ilk reji deneyimini, Halit Refiğ’in yanında yardımcı yönetmen olarak, “Şeytanın Sarayı” filminde yaşamaya niyetlenir. Onca uğraşa rağmen film sete çıkamaz ama bu bile ona tatlı bir anı olarak kalır:
Halit Refiğ ile Ülkü Tamer para işini konuşmak üzere Ertem Eğilmez’in yanına giderler. Eğilmez de o sırada “Battı Balık” filminin setindedir. Parada anlaştıklarında, Ülkü Tamer biraz işi öğreneyim diye sette kalır ama set bir türlü başlamaz. Neden mi? Çünkü ortada senaryo yoktur.
Herkes Kemal Tahir’in gelmesini beklemektedir. Kemal Tahir gelir, çekilecek sahneyi daktilosunda yazar, verir. Set başlar, sahne çekilir ama devamında ne olacağını kimse bilmez, orada kararlaştırılır.
Kitaptaki tiyatro yazılarının pek çoğu da Ülkü Tamer’in anılarına dayanmaktadır. Bu anılarda Toto Karaca’lar, Ulvi Uraz’lar, Güner Sümer’ler, Mehmet Akan’lar… kimler kimler vardır.
Öne çıkan birkaç anıya bakacak olursak, karşımıza ilk olarak Güner Sümer’in ağzından yazdığı İzmir turnesi olayı çıkar. Oyun öncesi AST ekibiyle birlikte dekorları kurarlar ve içki içmek üzere bir pavyona giderler. Pavyon ortamı malum şekilde akarken, kapıda adı en altta yazan, garsonların bile kaba davranmaktan çekinmediği bir kız dikkatlerini çeker.
Ertesi gün akıllarına bir hinlik gelir ve izleyicilerin aldıkları bütün çiçekleri bir arabaya yığarlar ve o kıza ithafen gönderirler. Birkaç gün sonra aynı pavyona gidip baktıklarında kızın isminin kapıda en üstte yazdığını görürler.
Bir diğer anı da Toto Karaca, Cem Karaca ve büyük usta Ulvi Uraz’dan gelsin…
Ülkü Tamer’in Karaca ailesiyle tanışıklığının epey eskiye dayandığını okuruz. Hatta Cem’le yakın arkadaş olduklarını öğreniriz. Velhasıl; Ulvi Uraz yeni bir ekip kurar ve “Volpone” isimli bir oyundan uyarlayacağı “Püsküllü Moruk” adlı yeni bir oyun için Ülkü Tamer’i de kadroya dahil eder. Amma bir sorun vardır. Oyun bir müzikaldir, müzikleri kimin yapacağı ise henüz belli değildir. Ülkü Tamer, Cem Karaca’yı önerir. Cem Karaca da “Yok Yok” ile yeni yeni meşhur olmaya başlamış ama annesi Toto Karaca tarafından “zincirlik deli” olarak görülen bir müzisyendir.
Oyun kısa sürede çıkar, izleyici oyuna pek ilgi göstermez ama oyunun en güzel şeyi müzikleridir. Hep de öyle hatırlanır.
'Keşke Sadece Seyircisi Olabilseydim', bir yönüyle Ülkü Tamer’in hayatını, bir yönüyle sanat camiamızdaki isimlerin trajikomik hallerini, bir yönüyle de bizatihi sinemamızın, tiyatromuzun ve futbolumuzun hangi şartlardan, hangi badirelerden sonra günümüze ulaştığını anlatmaktadır.
Yakın tarihe meraklı okurların, geçmişe bir de Ülkü Tamer’in kaleminden bakmalarında fayda var.