Ulucanlar'la helalleşmek
23 yıldır Ulucanlar katliamından dolayı tek kişi bile cezalandırılmadı. Peki sizce de bir helalleşme veya hesaplaşma yaşanacaksa, bu katliam mağdurları ve aileleri de helalleşmeyi hak etmiyorlar mı?
Zeki Rüzgâr*
26 Eylül 1999 günü yakın tarihimizi şekillendiren ve günümüzdeki hukuksuzluk ve adaletsizliğin kurulmasını sağlayan önemli dönüm noktalarından biridir.
Ayrıca bir hapishane hamamının katliam merkezine dönüştürülerek, ülke tarihindeki en önemli insanlık suçlarından birinin işlendiği gündür.
26 Eylül 1999 gününün temelleri 1996 yılında, cezaevlerindeki siyasi mahkûmların etkisiz hale getirilmesi ile Halkın Hukuk Bürosu, Çağdaş Hukukçular Derneği, İnsan Hakları Derneği gibi demokratik kurumların faaliyetlerinin engellenmesinin, bir Milli Güvenlik sorunu olarak kabul edilmesi ile atıldı.
1990'lı yıllarda, askeri darbe sonrası katliam ve işkenceyle kurulan baskı ortamıyla ülkeye giydirilmiş olan 'deli gömleği', 1984 yılında Kürt hareketinin silahlı mücadele başlatmasının ardından, buna paralel gelişen toplumsal/emekçi halk hareketleri eliyle parçalanmaya çok yaklaşılmıştı. Halkın hak ve özgürlük taleplerinin bastırılma işi, batıda askeri darbeyi aratmayan polis uygulamalarına, Kürt illerinde ise neredeyse tamamen kontrgerillaya, onların işkence ve katliamlarına teslim edilmişti. Bu dönemde batıda yaklaşık 3 bin, Kürt illerinde ise sadece kayıt altına alınabilen 17 bin kişi 'kaybedildi'. En az bu kadar kişi de evlerinde, sokakta ve dağlarda katledildi. Yani teröre kurban verildiği söylenen yaklaşık elli bin kişi içinde öldürülen bu 40 bin kişi de vardır. Yine aynı tarihlerde 3 bin Kürt köyü zorla boşaltıldı. Yaklaşık 3 milyon Kürt bu baskılarla göçe zorlandı.
Böylece özellikle 24 Ocak 1980 ekonomik kararları ile emekçilerin aleyhine, sermayedarların lehine kurulan düzen korunmaya çalışılıyordu. Bütün bu katliamlar ve insanlık suçlarının ardından halkın hak ve özgürlük talepleri büyük oranda bastırıldı. Ancak, tüm olanaksızlıklar içinde cezaevlerinde kurulan ortak yaşam, yaşatılan inanç ve tüm katliamlara rağmen teslim olmayı reddeden siyasi mahkûmlar, insanlara umut yaymaya devam ediyordu.
Milli Güvenlik Kurulu kararında bu gerçeklikler reddedilmeden, operasyonlarla kazanılan başarıların devamı için, hapishanelerdeki siyasi mahkûmlara dönük sempatinin ortadan kaldırılması ve bu baskı politikalarına zarar verdiğini düşündükleri bazı kişi ve kurumların faaliyetlerinin durdurulması temel hedef olarak belirlenmişti.
Bu Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan iki karar söyle idi;
1- Siyasi mahkûm tanımının sempati oluşturan bir tanım olması nedeniyle, mahkûmların 'terör suçlusu' olarak tanımlanıp tutuklu ve hükümlü defterlerindeki kayıtların bu şekilde değiştirilmesi;
2- İnsan Hakları söylemiyle 'Milli Güvenlik çalışmalarını' sekteye uğratan, başta Halkın Hukuk Bürosu avukatları olmak üzere, Çağdaş Hukukçular Derneği ve İnsan Hakları Derneği‘nin faaliyetlerinin durdurulması için gerekli çalışmaların yapılması.
Bu Milli Güvenlik Kurulu kararlarının dağıtıldığı kurumlar emniyet ve askeri birimler ile çeşitli basın kurumlarıydı. Ancak çok daha önemlisi bütün il ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) başsavcılıkları da kararlara uyulması için talimatların iletileceği kurumlar arasında sayılmıştı. Belli ki, bizim uzun bir süreden beri ileri sürdüğümüz üzere özellikle DGM ve Basın Yayın kuruluşları da Milli Güvenlik faaliyetlerinin temel ayakları arasında idi.
Bu kararların yayılmasından hemen sonra ilgili kurumların tümü çalışmaya başladı.
Ertesi gün cezaevlerinde kalan kişilerin tutulduğu defterler ve bütün devlet kayıtları yırtılıp atıldı. Yeni defter ve kayıtlarda 'siyasi mahkûm' yazan her yere 'terör suçlusu' yazıldı. Basit gibi görülebilir ancak, en önemli faaliyet buydu. İlk defa 'terör suçlusu' deyimi resmi kayıtlara girdi. Böylece, ülkenin yarısını terör suçlusu olarak yaftalayabilmelerinin temeli o gün atılmış oldu.
'Siyasi mahkûm' uluslararası sözleşmeler ve İnsan Hakları Metinlerinde kabul edilen ve bu nitelikli mahkûmlara belli haklar tanıyan bir terimdi. Ancak 'terör suçlusu' bugün herkesin daha iyi anlayacağı üzere, adeta yok edilmesinde sakınca görülmeyecek haşerelerdir.
Sadece üç gün sonra ise Ankara DGM’de görevli; derin devlet ilişkilerinin göbeğinde ve hatta organizatörü durumunda olan Savcı Nuh Mete Yüksel gazetelere, başta ismini andığı ben olmak üzere, halkın Hukuk Bürosu avukatları ile Çağdaş Hukukçular Derneği ve İnsan Hakları derneği üye ve yöneticilerini hedef alan; 'Devlet ile uğraşamayacaklarını bilmeleri lazım', 'Ayaklarını denk almak zorundalar' şeklinde tehditvari başlıklar altında beyanatlar vermeye başladı. Bir hafta sonra benim hakkımda soruşturma açılmış; fiziki olarak takip edilmem, ev, büro ve cep telefonumun dinlenmesi için karar çıkarılmış; bugün sürgünde yaşamama neden olacak davanın temelleri atılmıştı.
Sonraki günlerde ise polisin, öğrenci dernekleri, Halkevleri, çeşitli dergi büroları, Özgür-Der, İnsan Hakları Derneği gibi demokratik kurumlara yönelik baskın ve üyelerine yönelik gözaltılar yoğunlaştı.
Öğrenci gençliğe yönelik keyfi gözaltılar, kaçırmalar ve özellikle öğrenci kızlara yönelik kaçırma, taciz ve tecavüz şeklindeki insanlık suçlarında ciddi bir artış yaşanmaya başladı.
Eş zamanlı olarak bütün basın yayın kurumlarında, hapishanelerdeki siyasi mahkûmlarla ilgili karalamalar başladı. Bütün gazete ve televizyonlardan, silahlı örgütlerin cezaevlerinden yönetildiğine ilişkin, haber, röportaj ve uzman görüşleri altında gerçekdışı yayınlara başlandı. Bu dönemde yetiştirilen birçok ajan, siyasi mahkûm kimliği kazandırılarak cezaevlerine atıldı. Cezaevlerinde bu insanların kendilerini gizlemelerine imkân olmadığı ve yine devletin bu insanları koruyamayacağı bilinmesine rağmen, bu insanlardan dışarıya istihbarat aktarmaları istendi. Birçoğu tespit edildi ve bazıları cezaevlerinde öldürüldü. Bu genç insanların ölümleri bile yapılan operasyona malzeme yapıldı.
Yaklaşık üç yıl süren bu sürecin ardından kamuoyu nezdinde cezaevleri 'beş yıldızlı otel' 'mahkûmların istedikleri gibi hareket ettiği, örgüt yönetip, örgütlere eleman devşirdikleri' kurumlar olduğu yönünde bir algı oluşturuldu. Öte yandan cezaevlerinde hak ihlalleri iyice arttırıldı.
Mahkûmların hak ihlallerini durdurmak için cezaevlerinde yaptıkları eylemler zamana yayıldı, cezaevlerinin mahkûmların kontrolünde olduğu izlenimi oluşturuldu.
Ulucanlar özelinde ise çok daha incelikli bir plan uygulamaya sokuldu. Öncelikle koğuşlardan biri tamirat adı altında boşaltıldı. Ayrıca Ankara'da artan tutuklamalar ile 30-40 kişi kapasiteli siyasi mahkûmların kaldığı 4. koğuşun nüfusu kimi zaman 70'e, 5. koğuşun nüfusu ise 130'lara kadar çıkarıldı. Boş koğuş olmasına veya diğer koğuşlarda yapılacak küçük bir organizasyonla bu nüfusu azaltma imkânı olmasına rağmen, yapılmadı. İnsanlar sıra ile hatta gündüzleri 5. koğuşun havalandırmasına bir şeyler sererek uyumak zorunda kalıyorlardı. Mahkûmlara iaşe olarak verilen yiyecekler azaltıldı. Ailelerin daha önce iaşelerin yetersizliği nedeniyle, destek için cezaevine getirebildikleri yiyecekler mahkûmlara verilmeyerek döküldü. İçeriye alınan fasulye, pirinç, nohut, mercimek, hatta toz şeker gibi yiyecek maddeleri, büyük leğenlerde birbirine karıştırılarak içeri verildi.
Keyfi gerekçelerle aileler görüşe alınmadı. Başta kadınlar ve çocuklar olmak üzere, ailelere çıplak arama dayatıldı. Aramayı yapacak kadın görevliler olmadığı söylenerek, kadın ve çocukların aramalarında da askerler görevlendirildi. Askerler kadın ve çocukları soymaya kalktı. Hatta birkaç kere ailelere topluca saldırıldı. Aileler görüş kabinlerinde, çocuklarının önünde dövüldü.
Sorunun çözümü için yapılan bütün görüşmelerde gerek askeri, gerekse idari görevliler, emirlerin yukardan geldiği gerekçesiyle çözüm üretmekten kaçındı. Bakanlık ya aile ve avukatların görüşme taleplerini kabul etmedi, ya da görüşmelerde çözüm üretmedi.
Sorunun çözümsüz hale gelmesi üzerine, mahkûmlar boş bir koğuşu işgal edip yerleşme girişiminde bulundu. İdare ise bunu bahane ederek, cezaevinin büyük bir bölümünü boşaltıp, mahkûmların daha geniş bir alanı işgal etmesine olanak verdi.
PKK davasından yargılanan mahkûmların taleplerini karşılayarak, mahkûmların bölünmesini sağladı.
Ailelerin cezaevi önünde yaptıkları destek eylemleri sonrası, sorunların çözümü konusunda sözler verildiyse de, bu sözlerden hiçbiri tutulmadı.
Basındaki gerçekdışı haberlerle, sorunu çözmek istemeyenlerin mahkûmlar olduğu algısı yaratıldı. Kısmen de olsa operasyonda başarı sağlanacağına emin olunduğunda, 26 Eylül saat 4'te operasyon başlatıldı.
Elbette, önceki uygulamalara sessiz kalmış olsa da, insanların katledilmesine izin vermeyeceğine emin oldukları cezaevi savcısını bir gün önceden zorunlu izne çıkarmayı ve onun yetkilerini her işi yaptırabilecekleri bir başsavcı yardımcısına bir haftalığına vermeyi ihmal etmemişlerdi.
Birçok Terörle Mücadele ve özel harekât polisi Ankara’ya çağrılmış ve asker elbisesi giydirilerek, operasyona dahil edilmişlerdi.
Saldırıda önce koğuşlara itfaiye araçları ile kimyasallar eklenmiş su ve köpük sıkıldı. Koğuşlarda biriken su, köpük ve elbiselere nüfus eden kimyasalların bedenlerini yakması nedeniyle mahkûmlar kendilerini dışarı atmak zorunda kaldı. Havalandırmaya çıkan mahkûmların içinden önceden tespit edilmiş olan kişilere, 3. gözetleme kulesinden keskin nişancılar tarafından ateş açıldı. İlk keskin nişancı ateşi ile üç kişi hemen katledildi, birçok kişi yaralandı. Üst bölümleri bile demir kafeslerle örülmüş olan havalandırmadaki insanlar birbirini görmez olana kadar çeşitli gazlar sıkıldı. Havalandırma köpükle adeta dolduruldu. Keşkin nişancılardan kurtulmak için duvarlara sığınan, gaz ve köpükle adeta kör edilen, nefes alamaz hale gelen mahkûmlara bu defa dama yerleştirilen askerler tarafından kiremitler atılmaya başlandı. Saatler süren bu saldırılar ve vücutlarındaki her uzvu yakan kimyasalların etkisiyle iyice zayıflayan mahkûmlara bu defa yüzlerce asker ve polisin saldırısı başladı.
İnsanlar koğuş ve havalandırmalarda demir çubuklar ve kalaslarla takatsiz bırakılana kadar dövüldü. Ardından, siyasi temsilciler seçildikten sonra, kalanlar birer ikişer alındı. Ahmet Arif'in Karanfil sokağı olarak tabir ettiği, 4. koğuştan cezaevi avlusu çıkışına kadar beş kapı süren 250-300 metrelik alana doldurulan yüzlerce askerin kalas ve demir çubuk darbeleri altında insanlar neredeyse çırılçıplak ringlere doldurularak başka cezaevlerine taşındı. Taşıma işi verilen gerçek askerler sorumluluk almamak için ağır yaralıları hastanelere taşıdıkları için bazı insanlar ölümden kurtulabildi.
Hamama götürülenleri bekleyen ise gerçek bir cehennem idi. İnsanlar çırılçıplak soyuldu. Zaten kimyasal nedeniyle ciltlerinde ciddi tahribat, bazılarında kurşun yaraları vardı. Gün boyunca hamamda bu insanlar sorgulandı. Dövüldü. İşkence gördü.
Sorgu dediysem de yanlış anlamayın. Elbette, bazı sorular soruldu. Cevaplanmayan her soru için ellerine ayaklarına, dizlerine çiviler çakıldı. Kemikleri kırıldı. Ama amaç, gerçekten bilgi almak değildi. Yaratılacak vahşetin herkesin gözünü korkutması isteniyordu. En sonunda da buradaki insanlar neredeyse bütün kemikleri kırılana ve nihayetinde seçilen 7 tanesi ölene kadar dövüldü. Diğerleri ise komalık hale getirildi.
Evet 26 Eylül bu katliamın yıl dönümü idi.
23 yıldır bu katliamdan dolayı tek bir kişi bile cezalandırılmadı. Ailelere tazminat verilmedi. Mahkemeler, ailelere 'devletin veya görevlilerin bu katliamdan bir sorumluluğu yok, suç ölen çocuklarınızda' dedi.
Peki sizce de bir helalleşme veya hesaplaşma yaşanacaksa, bu katliam mağdurları ve aileleri de helalleşmeyi hak etmiyorlar mı?
Halen bu insanlık suçunun görmezden gelinebiliyor olmasını nasıl açıklamak mümkün?
Peki ya failler...
Birkaç meslektaşımla birlikte yıllar süren bir çaba sarf ettik ve Ulucanlar katliamından olmasa da katillerden beşi hakkında, Birtan Altunbaş isimli üniversite öğrencisini 1991 yılında Ankara Emniyetinde gözaltında katletmeleri nedeniyle dava açılmasını ve küçük de olsa hapis cezaları almalarını sağladık. Onlar da, intikam olarak sürgünde olmamı sağlayan hapis cezamın onaylanması için çok uğraştı. (Türkiye'deki mahkeme işleri işte.)
Birtan'ın katlinden yaklaşık on yıl sonra da olsa katillerin aldıkları cezaların, verilen bütün teminatların boş olduğunu ve bu katliamlarda kullanılan birer piyon olmaktan başka değerlerinin olmadığını onlara gösterdiğine inanıyorum.
En önemlisi ise ben ve avukat arkadaşlarım artık onların dokunulmaz olmadıklarını biliyoruz. Biz zırhlarında delik açtık. Ve günü geldiğinde hepsinin hak ettiği cezalarla karşılaşacağına eminiz. Çünkü, tarihin bütün çarkları halkın adaletinin hâkim olacağı günlere bizi yaklaştırıyor.
Ancak sizce de Ulucanlar vahşetini yaratanlar için artık hesap verme günü gelmedi mi?
Benim hep aklımda, ama bilmeyen ve hatırlamak isteyenler için katledilenlerin isimleri ve yargılandıkları davaları:
İsmet Kavaklıoğlu (DHKP/C), Habip Gül (TKİP), Halil Türker (TKP/ML), Abuzer Çat (MLKP), Aziz Dönmez (DHKP/C), Ümit Altıntaş (TKİP), Önder Gençarslan (TKP/ML), Zafer Kırbıyık (TİKB), Ahmet Savran (DHKP/C), Mahir Emsalsiz (TKP/ML)
* Avukat