Ümit Kıvanç: Demirtaş, Türkiye siyasetinin kaldığı batak çamurdan çıkabilmesini sağlayabilecek bir şahsiyet

Ümit Kıvanç'la Selahattin Demirtaş’ın aynı isimli öyküsünden uyarlanan "Ah, Asuman!" filmini konuştuk. Kıvanç, "Bu hikâyeyi seçme sebeplerimden biri, siyasi içerikli olmayışı" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - İstanbul Üniversitesi Basın Yayın’ı bitirdikten sonra Milliyet Gazetesi yazı işlerinde çalışmaya başlayan Ümit Kıvanç, oradan Cumhuriyet’e, ardından da İletişim Yayınları’na geçer. Çeşitli gazete ve dergilerde yazan Kıvanç, hikâyeler ve romanlar kaleme alır. "Şarkılarla Geçtim Aranızdan", "Uçurtmam Tellere Takıldı" ve "Ağlama Anne Güzel Yerdeyim" gibi çok sayıda seyirci tarafından izlenen belgeselleri yöneten Kıvanç'ın kısa filmi "Ah, Asuman!", 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Altyazı Fasikül Gösterimleri kapsamında izleyicilerle buluşacak.

1 Eylül Çarşamba günü saat 21.00’de izleyici ile buluşacak olan "Ah, Asuman!" filminin yönetmeni Ümit Kıvanç ile bir araya geldik. Kıvanç'la, Selahattin Demirtaş’ın aynı isimli öyküsünden, Gaye Boralıoğlu tarafından beyazperdeye uyarlanan film hakkında, belgesel ve kurmaca film arasındaki ilişki üzerine konuştuk. 

Dokuz ay önce sizinle belgesel yönetmenleri röportaj dizisi kapsamında bir röportaj yapmıştık. Bu röportajda, günlerinizin nasıl geçtiğini sorduğumda, “Sabah kalkıyorum, hava güzelse ‘Osman gökyüzünü göremiyor’ diye üzülüyorum, kötüyse ‘Bircan ne yapıyordur’ diye üzülüyorum, Selahattin Demirtaş’a üzülüyorum, Gültan Hanım’a üzülüyorum. Pencereden bakınca gördüğüm çöp konteyneri var; günde beş defa dolup boşalır. Oradan ekmeğini çıkarmaya çalışanları gördükçe üzülüyorum. Bizi yönetenler bize sürekli hakaret ettikçe, bizi tehdit ettikçe, aşağıladıkça üzülüyorum.” diyerek yanıt vermiştiniz. Mevcut durum değişmedi fakat sizin ruh halinizde bir değişiklik oldu mu? Nasıl hissediyorsunuz?

Olmadı bir değişiklik. Her şeyi daha sakin karşılayabilmek için ilaç falan kullanır oldum. En berbatı, dünyada insanların umut bağlayacağı, var etmek için uğraşmaya değecek, hem azıcık hayalperestçe hem ikna edici, en azından “olsa ne güzel olur” kuvvetiyle insanları dayanışma içinde birlikte harekete sevk edecek alternatifin olmayışı. Alternatif oluşturabilecek insanların çoğu ellerinde hazır reçete olduğunu vehmediyor, oysa dünya on-yirmi sene önceki dünya bile değil. Türkiye’de öyle bir anlamsız, seviyesiz, acımasız, pespaye cendere içindeyiz ki bütün insanlık olarak içine sürüklendiğimiz girdabı fark edemiyoruz bile. Keşke birlikte uğraşmak en yüce değer olsaydı.

'HİKÂYEYİ SEÇME SEBEPLERİMDEN BİRİ, SİYASİ İÇERİKLİ OLMAYIŞI'

“Ah, Asuman!” projesi nasıl ortaya çıktı? Gerek 'Seher'de, gerekse de 'Devran'da pek çok hikâye vardı. Neden bu hikâyeyi seçtiniz?

Birkaç sebebi var. İlki, pek basit, pek sağlam, sinemayla uğraşan herkes için çok anlaşılır: Hikâyeyi okuduğumda, “bundan ne güzel kısa film olur” demiştim. Sonra sonuca vardırılmayan bir girişime kalkışıldı, birçok yönetmen hikâyelerden birini seçip çekse diye. Ben de buna niyetlendim. O girişim olmadı ama biz birkaç kişi, başka birçok insanın da gönüllü katılımıyla, kendi aramızda organize olup yapmayı başardık. Hikâyeyi seçmemin ikinci sebebi, sürprizli, esprili oluşunun yanı sıra, siyasi içerikli olmayışı. Şahsen, Selahattin Demirtaş’ın, bizdeki politikacı tipinin çağrıştırdığı tek boyutlu insanlardan olmadığını, aksine, birçok alanda yetenekli, yaratıcı bir insan olduğunu düşünüyorum. Ömrü gasp edilerek uğradığı büyük haksızlığın yanı sıra, ona sadece siyasetten bahsedebilir muamelesi yapmak da haksızlık. Çok derin ve muzip bir gözlemci ve anlatıcı bu adam bir defa. “Demirtaş’ın hikâyesinden film yapmışlar” denince, hele bir de benim adım işin içinde olunca insanlar kafadan siyasi bir şey bekler muhtemelen. Bu beklentiye verilmiş esprili bir karşılık gibi düşünebiliriz yani. Üçüncü sebepse, daha geride: Sinemasal atraksiyona fazla imkân vermeyen, derinlik bakımından acayip imkânlar sunmayan, üstelik bir otobüsün içinde ve yalnız iki kişi arasında geçen bir hikâyeyi güzel bir kısa filme dönüştürmek ve izletmek, hele bu sürat ve bin bir görsel atraksiyon devrinde, kendine göre iddiası olan bir girişim. Bunu becermek istedim.

Sizin sinema anlayışınızı takip eden insanlarda, “Ümit Kıvanç kurmaca film çekmez” düşüncesi hâkimdi. Fakat siz kurmaca bir film yaptınız. Filmi izlediğimde, form olarak belgesel sinemaya yakın bir biçim tercih ettiğinizi gözlemledim. Yolcuların görüntülerine yer vermeniz, doğrusal bir kurgu mantığı izlemeniz bu düşüncemi destekliyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Pek katılmıyorum. İlkin, ben kurmaca film çekmeyi çok isterim. Kalkıştım da. Arkadaşlarım destek oldu. Ama bir kazık yedik ve yattı. Var projelerim ama oturup senaryolaştırmıyorum, nasıl olsa çekemeyiz diye. Kabul edelim ki, bu yaştan sonra “ilk film”ini çekecek, benim gibi, siyasi içerikli belgeselden başka şey yapmaz görünen birine kimse doğru dürüst para “yatırmaz”. Ayrıca sorun sadece para da değil. Film seti insani şiddetin kol gezdiği, pek çok insanla boğuşmanız gereken bir arena. Orada otoritenizi kabul ettirmek için alçakgönüllü, samimi davranmamanız, kendinize çok önem vermeniz ve buna dokundurmayacağınızı hissettirmeniz lazım. Bu yüzden, yalnız yakından tanıdığım, sevdiğim birkaç kişilik bir ekiple bir kurmaca uzun film çekmek isterdim.

"Ah Asuman"da belgesel sinemaya yakın bir durum olduğunu sanmıyorum. Hikâyede doğrusal bir kurgu var, diyorsunuz ama filmin en başında yıllar sonrasına ait bir sahne izliyoruz. Bütün film flash-back kabul edilebilir yani. Orada, evet, doğrusal akış var. Ama bu hikâyeyle ileri sıçramalar, geri atlamalar yapıp oynamak anlamlı olmazdı. Elimizde esprili, basit, esas olarak anlatıcının büyüleyiciliğiyle akan bir hikâye var. Buna böylesi uygundu bence.

Yolcuların görüntülerine gelince. Filme, hikâyede olmayan bazı ayrıntılar katmak istedim. Yolcuların görüntüleriyle ya o sırada konuşulan veya az önce konuşulmuş olan bir şeylerin alâkası var hep. Fahri’nin anlattığı hikâyede geçen bazı ayrıntılarla yolcu görüntüleri arasındaki bağlantılar çok açık ve ortada değil. Ama fark edenler için ilave minik sürprizler olsun ya da belki yolcuların hali anlatılanı başka yöne doğru azıcık uzatsın gibi amaçlarım vardı. Yani belgesele de hep katmak istediğimiz, hikâyeler içeren, bu anlamda dramatik diyebileceğimiz yükler üstlenen görüntüler gibi…

Yine filmde sizin sinemanızla tamamen ayrılan bir nokta daha var. Siz, gerçek mekânları kullanan bir yönetmensiniz. Fakat “Ah, Asuman!”ın tamamı stüdyoda çekildi. Bu durum sizi zorladı mı? Neticede yönetmen olarak alışkın olmadığınız bir dünya…

Setlerin yabancısı değilim. Çeşitli işlerde çalıştım. Sette beni yadırgatan ve irkilten, yukarıda sözünü ettiğim insani problemler. Alttan aldığınız için tepenize çıkmaya hazır insanların varlığı. Ayrıca, belgeselde de, eğer imkân bulabilirsek, ortam, mekân, ışık, atmosfer, birçok şeyi düzenlemeye çalışıyoruz. Eğer iyi bir ekip, prodüksiyon sorunlarını sizin dikkatinizi dağıtmadan çözerse, set iyi. Ekip halinde çalışmak elbette güzel. Ama işte…

Kurmaca ve belgesel sinema arasındaki en belirgin farklardan biri de oyuncu yönetimi meselesi… “Ah, Asuman'”da profesyonel olduğu bilinen ve amatör olduğu düşünülen pek çok oyuncuya yer veriyorsunuz. Bu süreç nasıl işledi? Profesyonel oyuncularla çalışmak sizi zorladı mı?

Dediğim gibi, daha önce oyuncularla çalışmayı gerektiren işlerde yer aldım. Ayrıca bizim filmimizdeki iki oyuncu da herhangi insanlar değil. Settar Tanrıöğen’le tanışıyorduk ve benim "19 Ocak’tan 19 Ocak"a filmimde “sunucu-anlatıcı”lardan biriydi. Halil Babür’le tanışmamıştım ama arkadaşlarım tanıyordu. Kafaca anlaşabilecek insanlarız onunla da. Prova da yaptık makûl ölçüde. Sonuç bence süper oldu. Settar, usta bir oyuncunun karakterin ruhunu nasıl kavrayıp geliştirebileceğini ve üsluba dökebileceğini, filmi nasıl zenginleştirebileceğini burada bir defa daha gösterdi. Halil de, rolün kendisini hapsettiği o daracık oyun alanında boşluk olmamasını, oradan hep enerji çıkmasını sağladı. Sorunuza cevabı şöyle de verebilirim: Hiç zorlamadı, çok zevkli oldu.

'DEMİRTAŞ, TÜRKİYE SİYASETİNİN KALDIĞI BATAK ÇAMURDAN ÇIKABİLMESİNİ SAĞLAYABİLECEK BİR ŞAHSİYET'

Filmin bir dayanışma düşüncesiyle meydana geldiği hissediliyor. Sayın Demirtaş’ın, öyküsünü kaleme aldığı filmi görebilme şansı oldu mu? Olduysa nasıl buldu?

Selahattin Demirtaş filmi tabii ki göremedi. Nasıl görsün? Ama bir gün Başak Demirtaş ve kızlara gösterme şansım oldu. Buna çok sevindim. Beğenmelerine daha çok sevindim. Bir görüş gününde Dılda ve Delal galiba baştan sona, ayrıntılarıyla anlatmışlar filmi ona. Keşke ona gösterip tanışıp sohbet etme şansımız olsaydı. Demirtaş bence Türkiye siyasetinin kazık kakıp kaldığı batak çamurdan sıyrılıp çıkabilmesini sağlayabilecek bir şahsiyet. Bambaşka olabilir siyasi ortamımız, onun gibi siyasetçilerle. Ama işte… (Bu ikinci “ama işte…”, farkındayım.)

Filmin pandemi dönemiyle çakışması, gösterimleri de zora soktu. Hâlihazırda çeşitli festivallerde film gösteriliyor –keza 25. Türkiye Almanya Film Festivali’nde bir ödül de aldınız- ama önümüzdeki süreçte nasıl bir programınız var?

Salgın ve karantina meseleleri canımıza okudu. Almanya ve Fransa’da birer festivalde film gösterilecekti, ben de gidecektim, vize almıştım. Beklenmedik şekilde altı aylık, çok giriş-çıkışlı, doksan gün kalma haklı vize verdiler. Berlin’deki arkadaşlarımla program yaptık, bir-iki gün de gezer, biraları götürürüz diye. Gitmeme bir hafta on gün kala salgın ve karantina süreçleri başladı. Sonrası malûm… Bugüne kadar filmi ortaya çıkarmayışımızın nedeni, birçok festivalin ilk gösterim şartı koymasıydı. Hele internette açarsanız, festival şansı daha azalıyor.

Bizim film aslında “festival filmi” denen kategoriye girecek bir yapım değil. Bu, esprili, hoş bir kısa film (umarım seyredenler de böyle der). Sinemasal arayışlar, arkalarda muazzam derinlikler, çarpıcı sahneler, görsel atraksiyonlar falan yok. Kırk sene önce de yapılabilirdi böyle bir film. Festivallerden ödül falan beklemedim şahsen hiç. Ama göndermeden de olmaz diye bunca zaman geçti. Geleceğe yönelik herhangi bir programımız yok. 15 dakikalık film için orada burada gösterimler düzenlemek de mümkün değil. Zaten internette açılınca bütün dünya seyredebilir oluyor.

Kişisel olarak önümüzdeki süreçte neler yapacaksınız? Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı?

Şu anda, her yılki gibi, Hrant Dink Vakfı ödül filmlerini hazırlıyorum. Bir de sürprizim olacak bu yılın sonunda. Belgesel nitelikli, görsel mantık bakımından alışılmışın dışında bir film. Açıkçası, birkaç ay sonra nasıl bir ortamda yaşayacağımızı hiç kestiremeden geleceğe yönelik program yapmak anlamsız görünüyor. Eskiler “ölmez sağ kalırsak” derlerdi, bunun sınırlarını azıcık genişletip öyle diyeyim, tabii başka filmler yapacağım. Ama bunun için günlük haber takibi gibi bir işin yıpratıcılığından ve dikkat dağıtıcılığından azıcık kurtulabilmem lazım.