Ümit Kıvanç: Yaptığım hiçbir film Türkiye’de ana akım televizyonda gösterilmedi
Ümit Kıvanç ile belgesel sinemayı konuştuk. Kıvanç, "Belgesel sinema, hele bizimki gibi ülkelerde ister istemez potansiyel tehlikedir, belgeselci potansiyel suçludur" dedi.
DUVAR - İstanbul Üniversitesi Basın Yayın’ı bitirdikten sonra Milliyet Gazetesi yazı işlerinde çalışmaya başlayan Ümit Kıvanç, oradan Cumhuriyet’e, ardından da İletişim Yayınları’na geçer. Çeşitli gazete ve dergilerde yazan Kıvanç, hikâyeler ve romanlar kaleme alır.
13 yaşından beri tutkuyla yaptığı fotoğraf çekimini, 90’lı yılların ortalarıyla birlikte analog video kurgusuna kadar ilerletir. Kısa film, deneysel filmler, müzik videoları ve belgeseller çeker.
Şarkılarla Geçtim Aranızdan, Uçurtmam Tellere Takıldı ve Ağlama Anne Güzel Yerdeyim gibi çok sayıda seyirci tarafından izlenen belgeselleri yöneten Kıvanç ile bir araya geldik ve belgesel estetiğini, kurmaca ile belgesel arasındaki ilişkiyi konuştuk.
Kavramsal olarak bakıldığında belgesel sinema, diğer sanat dallarına nazaran gerçeğe sadık kalmasıyla öne çıkıyor. Zihninizde belirlemeye başlayan bir fikir belgesele varmadan önce, tıpkı bir ağacın dalları gibi kurmacaya, hayali olana uzanıyordur muhakkak. Bu durum bir sanatçıyı kısıtlamaz mı?
Çoğu belgeselin anlattığınız gibi bir süreç içinde şekillendiğini sanmıyorum. Her şeyden önce, belgesel fikri zihnimizden çok dışımızda şekilleniyor. Bir şeyler oluyor, bunlara dair ilgimiz, merakımız veya sorumluluk duygumuz, artık konuya göre, bizi ona yöneltiyor. Neyi nasıl anlatacağım faslına gelindiğinde, kurmaca sinemayla daha bir yakınlaşma oluyor. En çok da, kurgu sırasında, filmi ortaya çıkarırken, dramatik yapı, akış, dinamizm, bütünlük gereklerinden ötürü kurmaca işine benzer bir iş yapılıyor. Sonuçta ne anlatırsanız anlatın, seyredilebilir bir film yapmalısınız.
Türkiye’de belgesel sinema pek önemsenmez. Festivallerde geri planda kalır, TV satışı yapılmaz, kaynak yaratmada sıkıntı yaşanır. Kendinizi “üvey evlat” gibi hissediyor musunuz?
Hayır. Çünkü evlat bile değiliz ki. Evin ferdi değiliz yani. “Bana o yemekten az verdiler” diye üzülecek halimiz yok, çünkü evin içinde bile sayılmıyoruz ki.
Bir estetik tercih olarak belgesel için, sinemanın özü, kaynağı diyebiliriz. Zira çekilen ilk filmler belgeseldi. Tarihsel bağlam içinde, belgeselin bugüne ulaşma serüvenini, geçirdiği değişimleri nasıl yorumluyorsunuz? Kendinizi bu gelenek içinde nerede görüyorsunuz?
Sanırım ansiklopedik bir eser yazmamı istiyorsunuz. Bunları yorumlayacak kadar geniş ve derin malumata sahip değilim. Şu anda “sinemanın özü belgeseldir” demenin doğru olduğunu da düşünmüyorum. Aksine, kurmaca sinemanın oluşturduğu araçlar, dil, anlatım imkânları, teknikler, bugün biz belgeselcilerin de yararlandığı şeyler. Sinema denen faaliyetin belgesel nitelikli çekimlerle başlaması doğaldı. Ama sonra hemen, hatta sonrası falan da yok, hemen, dramatik bir yapı ve belirli dinamizme tâbi bağlantılı akış içerisinde, bütünlüklü bir “film” ortaya çıkarmaya yönelinir yönelinmez iş değişti. Belgeselde diyelim, kırsal yöreleri anlatışıyla ünlü bir yazarı götürüp tarlalar arasında yürürken çekiyorsanız belirleyiciliğin öbür tarafta olduğunu teslim ediyorsunuz demektir. Işık da yapıyoruz, mizansen de seçiyoruz çoğu zaman. Ev kadınını mutfakta değil de bahçedeki salıncakta çekmeyi tercih ediyorsak dramatik diyebileceğimiz seçim yapıyoruz.
'SİNEMA OLARAK GEÇERLİLİĞİ OLMAYAN BİR FİLME BELGESEL FİLM DİYEMEZSİNİZ'
Özellikle sosyal medyada, hazır bilgi veren birtakım Youtube içerikleri belgesel olarak tanımlana geliyor. Bu noktadan yola çıkarak iki ayrı soru soracağız. İlki, belgesel bilgi taşıma aracı mıdır? İkincisi, bu içerikleri estetik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kimi televizyon programlarına da belgesel deniyor. Değiller. “Bilmem kim şu olayın belgeselini yaptı” Yok tabii böyle bir şey. Onlar televizyon programı. Başına sıfat olarak belgesel kelimesi getirilebilecek programlar. Benim gibi birçok belgeselci ise “belgesel sinema” diye bir şeyin peşinde. Yani sinema o. Sinema olarak seyredilecek bir eser, her şeyden önce. Sinema olarak geçerliliği olmayan bir filme belgesel film diyemezsiniz. İkinci sorunuzsa olayı tamamlıyor. Bilgi vermeyen filme belgesel sinema ürünü gözüyle bakamayız. Yani belgesel film elbette bilgi taşıyacak. Ama bilgi deyince ne anlıyoruz? Bu illa kupürler büyütülerek, kamerayı kitap raflarında, haritalarda dolaştırarak aktarılacak bilgi midir? Ufak bir evde yalnız başına yaşayan, açıkça tarif edilecek herhangi bir özelliği olmayan insanın bir gününü de anlatabilirsiniz belgesel sinema yaparak. Bu da başka türlü insanlık bilgisidir. Kitabi bilgi aktaracaksanız bunun sinemasal yollarını bulmak zorundasınız, yaptığınız şeyin film olması için.
'BELGESEL SİNEMA BİZİMKİ GİBİ ÜLKELERDE İSTER İSTEMEZ POTANSİYEL TEHLİKEDİR'
Belgesel sinema, gerçekle olan doğrudan ilişkisinden dolayı, sık sık egemenlerin hışmına uğruyor. İdeolojik bağlamda bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Valla ne diyeyim, normal. Yaptığım hiçbir film Türkiye’de ana akım televizyonda gösterilmedi, gösterilmez. Belgesel sinema, hele bizimki gibi ülkelerde ister istemez potansiyel tehlikedir, belgeselci potansiyel suçludur. Gıkını çıkaranın hapse atılabildiği yerde muktedirler bize elbette gıcık olacaklar. Toplumun hakikatle ilişkisi neyse belgesele vereceği değer odur.
Son günlerde, filmler/diziler yayımlayan çeşitli internet mecralarının daha aktif kullanılıyor olması hasebiyle, birkaç sermayedarın “piyasaya” gireceği konuşuluyor. Bu durum sadece dizi sektörü için değil, sinema sektörü için de heyecan yarattı. Peki, belgesel sinemacılar bunun neresinde? İnternet mecralarından destek alarak iş üretebilmek, geçmişteki üretim koşullarına nazaran sizi özgürleştirir mi? Ne düşüyorsunuz?
Belgeselciler bunun hiçbir yerinde yok. Beni kim niye desteklesin? Şu ana kadar ne yaptıysam başka işlerden kazanıp kenara koyabildiğimle veya arkadaşlarımın katkılarıyla yaptım. Bir-iki filmde de konuyla ilgili insanlar, kuruluşlar lojistik yardım yaptı. Hangi projeme kimden destek isteyeceğim? Yalnız şunu söyleyeyim: Gençler bu destek arama-bulma işlerinde bize göre çok daha girişken ve becerikli. Belki yeni yeni bir piyasa da oluşur. Bu tabii yapılacak filmin para getirmesi şartını da dayatacaktır. O zaman da bazı konularla kimse uğraşmaz olabilir. Bilemiyorum.
Hazırladığınız yeni bir proje var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?
Günlerim… Sabah kalkıyorum, hava güzelse “Osman gökyüzünü göremiyor” diye üzülüyorum, kötüyse “Bircan ne yapıyordur” diye üzülüyorum, Selahattin Demirtaş’a üzülüyorum, Gültan Hanım’a üzülüyorum. Pencereden bakınca gördüğüm çöp konteyneri var; günde beş defa dolup boşalır. Oradan ekmeğini çıkarmaya çalışanları gördükçe üzülüyorum. Bizi yönetenler bize sürekli hakaret ettikçe, bizi tehdit ettikçe, aşağıladıkça üzülüyorum. Salgın ve karantina meseleleri dolayısıyla epey sıkıntıdayız, çünkü ilgilenmem gereken insanlar var ve kısıtlamalar bazen çok sıkıştırıyor. Günlerim böyle. Yeni proje sayılmayabilir, ama mutlaka yapmak istediğim şeydi, benim 16 Ton filmini HD formatında, yeni tekniklerle, daha değişik estetikle yeniden yapmak istiyordum, bunu becermeye çalışıyorum, zihnimi toplayıp konsantre olabildiğim zamanlarda. O filmi çok önemsiyorum ve benden geride kalacak en önemli şeylerden biri olarak görüyorum. Eski PAL formatındaydı, animasyon kalitesi ve görsel kalite bakımından bugün hiç tatmin edici bulmadığım haldeydi. Şimdi yepyeni yüzle ortaya çıkacak, parıl parıl parlayacak diye seviniyorum.