Umudu ilke edinenler kulübü
Umut, güzelliği çalınmış, korku ve endişeye kapılmış insanlığın yüzünden düşen binlerce parçayı toplayıp yeniden yapıştıracak. Kaybedilen barış, yitip giden huzur, harabeye dönen binalar, yıkılan aileler, bombaların rengine bürünmüş caddeler, yuvalarından edilmiş çocuklar, şiddet gören kadınlar, yaşam sevincini kaybeden genç kızlar elbet bir gün kırıldıkları yerden yeniden doğacaklar.
Küresel bir savaş çağındayız. Son masumiyeti de yitirmiş olmaktan korkuyoruz. Çocukluğundaki ilk savaş imgesi Birinci Körfez Savaşı’yla başlayan benim neslim, o günlerden beri onlarca çatışmaya ve savaşa tanıklık etti. Bazen önemsemedi başkalarının acılarını, “ülkelerine dönüp savaşsınlar, bizim ülkemizde işleri ne” dendi; bazen de yerinden yurdundan edilmiş çocuklarla birlikte üşüdü elleri, daraldı kalpleri…
Ukrayna ise, bu zincirin şimdilik son halkasıydı. Sanki başımızdan aşağı umutsuzluk tozları boşaltılıyormuş gibi… Birbirine doğru son sürat koşuşan ateş toplarına döndü insanlığın kutupları…
Bomba ve silah sesleri, dron vızıltıları arasında, gerçek rengini unutmuş olan gökyüzünün orta yerinde zaman zaman bir kara delik açılıyor ve içine ne var ne yoksa katıp yok oluveriyor.
Kuşkudan, karamsarlıktan, belirsizlikten beslenen düşünsel çerçeveler ve karar alma mekanizmalarında umut giderek seyrekleşiyor. Savaştan önceki barış dolu günleri unutuvermişçesine…
Oysa tüm bu fasit dairenin plastik çiçekleri andıran ruhsuzluğuna karşın, bir yandan da hepimizin içinde iflah olmaz bir umut yeşeriyor.
Umutsuzluğu öldürüp kendimizi yeniden doğurmak istiyoruz. Karnı acıkmış afacan serçelere bulgur, mor salkımlarla süslü sokaklarda sarman kedilerin gıdılarına yapışan süt, köklerini tüm lobilere karşı var güçleriyle yerin fersah fersah altına sabitlemiş inatçı zeytin ağaçlarına özsuyu olmak istiyoruz.
Mevcut koşullardan daha iyisini umut etmek için, iyiden, güzelden, doğrudan yana taraf tutan, sonsuz bir çaba…
Umut denen şey, bir yandan elma şekerleri gibi parlak, bir yandan da rutubetli ve küflü bir yalnızlık içerisinde… Yıllardır otomatiğe bağlanmış savaş ve işgal dalgalarında kimbilir kaç çocukluk enkaz altında kaldı. Umut ise, o enkazı yerinden kaldırıp yarına yaralı olmayan şarkılar bırakmaya çabalıyor. “Bir daha asla” demek için, savaşı, bir daha açılmayacak bir parantez içine almak istiyor.
Dünyanın bütün sabahları ve bütün akşamlarına arsız bir sarmaşık misali yayılmasını arzu ettiğimiz umut, Birleşmiş Milletler binasının steril koridorlarında, barış için çırpınan diplomatların temaslarında, liderlerin telefon trafiklerinde, bazen bir istiridyenin kabuğunda inci tanesi olarak, bazen de bir kaplumbağanın vücudunda ağır aksak ilerliyor.
Umut, baruttan kapkara sürmeler çekmiş gözlerine, kötülüğün yaygınlığı, arsızlığı ve kanıksanmışlığı karşısında kıran kırana bir mücadele içerisinde…
Geçtiğimiz günlerde Estonyalı bir psikoloji profesörü olan Airi Värnik’in çok anlamlı bir saptamasına rastladım: “Kötülük inisiyatif alır, yener, bulaşıcıdır. Her şeyden önce kahramanlaştırılmamalı, ona hayran olunmamalı veya ondan korkulmamalı. Ukrayna ve Rusya arasındaki savaş aynı zamanda zihinsel bir savaştır. Ukraynalıların güçlü morali hem savaş alanında hem de mülteciler arasında kıskanılacak bir şey- ya da öyle görünüyor. Ukrayna ve Avrupa’nın üzerine titreyen bizler, felaket senaryolarından kaçınmalı ve bunun yerine 'Ukrayna başarılı olacak, Ukrayna kazanacak' sözünü tekrarlamalıyız."
Tıpkı “iyimserliğin ve umudun filozofu” Ernst Bloch’un savunuculuğunu yaptığı ve Türkçeye Tanıl Bora’nın müthiş çevirisiyle kazandırılan yapıtındaki “umut ilkesi” kavramının çağrıştırdığı gibi…
Umut bir prensip meselesidir, varlığın bir bileşenidir Bloch’a göre. Gelecekte bir özgürlük krallığının düşünü kuran Bloch’a göre, iyimserliğe mecburdur insanoğlu… “Başlangıçtan itibaren, arar insan. Son derece haristir, bağırır. İstediğine sahip değildir” diye başlar eserini kaleme almaya.
Ama bu umut, salt bir duygu değil; aynı zamanda başka bir dünya yaratma hayalinin peşinde kişiyi harekete geçiren güçtür. Ne de olsa, umut fakirin ekmeğidir. Ne de olsa insan, eylemlerinde umuttan güç alır. İnsan hep daha iyisini isteyip hayal ettikçe, başka bir dünya olabileceğini kurguladıkça, içindeki o çocuksu heves her zaman umuda tutunmasını sağlar.
Rusya tarafından Ukrayna’ya yönelik olarak gerçekleştirilen hava saldırılarında, onlarca gazeteci hayatını kaybederken, cansız bedenleri bina enkazlarında günler sonra bulunurken, devletler bekaları için kitlesel imha silahları kullanmayı ve nükleer çatışma tehdidini fütursuzca dile getirebilirken, Ukrayna işgalinden beri Ukraynalı göçmen sayısı 11 milyondan fazla olmuşken, Rus kimliği giderek Puşkin veya Tolstoy’dan ziyade Bucha’daki toplu mezarlar üzerinden tanımlanırken, Birleşmiş Milletler’in son verilerine göre geçtiğimiz yıl Avrupa’ya ulaşmak için Akdeniz ve Atlantik’ten geçerken ölen ve kaybolan kişi sayısı 3000’in üzerine çıkmışken, yarına umutla bakmak da oldukça büyük bir güç gerektiriyor.
Çünkü beka siyaseti gereği bir devlet bir başka devleti işgal ederken, insanların umudunu da işgal ediyor. Geriye kalan sözlerini unuttuğumuz, nakaratında saplandığımız şarkılar gibi umudun artık yeşermeyeceğini, o şarkının sözlerinin yeniden yazılıp insanlığın edebi şarkısı olabileceğini hayal dahi edemiyoruz.
Oysa insanoğlu, umuda yüklediği anlamları çözümledikçe, onları somut bir çıktıya dönüştürmek için çabaladıkça umudu bir ilham kaynağına çevirmiş olur.
Barışın sağlanacağına, bunun da sorumluluk sahibi bir uluslararası toplumun hukuk ve etkin diplomasi temelinde gerçekleştireceğine dair umudu hep diri tutmalı. Umudu inşa ederken, savaşlardaki, çatışmalardaki hatalar, yenilgiler, yanlış tercihler ve geç kalınmışlıklar da dikkate alınmalı. Umut tacirliği veya duygular üzerinden kutuplaştırıcı bir siyaset yerine, daha iyiye olan özlem ağır basmalı.
Yani kollarında umudu taşıyan emekçi insanoğlu, “eyleyerek”, özgürleştirici bir isteme ve yapma iradesi sergileyerek umudu tavan arasındaki tozlu sandıklardan çıkarıp, yaşama armağan etmeli.
Benzer şekilde, kadınların geçtiğimiz günlerde İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına karşı açılan davanın duruşmasında Danıştay konferans salonunu hıncahınç doldurması ve kadın mücadelesinin gücünü bizlere anımsatması, bir “iyilik cephesi” oluşturulması işte tam da bu umudun vücut bulmuş haliydi.
Çünkü İstanbul Sözleşmesi, katledilen kadınlarımızın ve genç kızlarımızın yaşama dört elle sarılabilmelerinin yegâne hukuki dayanağıydı. Kadınların şiddet karşısında korunmasına, vakaların etkili soruşturulmasına ve devletlerin bu alanda bütüncül politikalar geliştirmesine yönelik en kapsayıcı sözleşmelerden biriydi. Bu umudun sönmemesi için ise, emekçi kadınların eyleme geçmeleri gerekiyordu.
Bu tam da Bloch’un ileri sürdüğü, insanın değer yaratma kapasitesi ışığında umuda hakikilik penceresinden bakması ve ahlaki düzeyde hayal ettiklerini olgusal olarak da gerçekleştirmesidir. Kadının insan haklarını savunan bu cesur kadınlar, eylemlerinde umudun görünür kılınmasını sağlamış oldular; yasal bir sürecin üzerinde dönüştürücü etki doğurdular.
Öte yandan, “henüz-varolmayan” diye bir kavram da türetmişti Bloch. Bu kavram, var edilebilir, gerçekleştirilebilir bir hayal gücünü ifade eder. Yani umuda kaderci bir pencereden bakmaz. Günümüzün modasına uygun olarak “olumlamak” da değildir. Bu iyimserliğin ardında sürekli bir çaba, çalışma, emek vardır. Umudu fiile dönüştürürken öznel bir etkenlikten, öznenin deviniminden, yaşamın akışına müdahalesinden ve eyleminden de söz ediyorum. Hayal edebilirlik’ten yapabilirlik’e geçilmesini sağlayan da işte bu etkenliğin ta kendisi…
Peki umudu politikleştirmek mümkün mü? Dünyayı yıkıp geçen savaşlar, zorunlu göçler, yer değiştirmeler, parçalanan aileler, dağılan yaşantılar veya elektrik faturasını ödeyemediği için solunum cihazı çalışmayan çocukların çilesi karşısında, umut bireysel düzeyden siyasi düzeye kayar mı?
Umut, siyaseti dönüştürür mü? Bir ana muhalefet liderinin elektrik faturası üzerinden başlattığı duygudaşlık kampanyası ve sosyal yardımlaşma projeleri, bu umudu yeniden yeşertir mi?
Veya, moda uygulamaya atfen, artırılmış gerçeklik gözlüklerini takarak umudu çoğaltmak ve dönüştürmek mümkün mü?
“Tarih Felsefesinde Tezler” adlı eserinde Alman düşünür Walter Benjamin, tarihçinin, geçmişteki umut kıvılcımlarını alevlendirebildiğini yazar.
Herkesin zihninin içinde ötekini, kendisine benzemeyeni yargılayan, sorguya çeken, ayıplayan veya dışsallaştıran bir “oda” var iken, barışa, insanlığa, iyiliğe ve huzura dair umut, kötülük karşısında direnç ve dayanma gücü sağlar mı?
Ukrayna’da Rusya’nın yaralı bir insanlık yaratma doğrultusundaki inatçı girişimleri bir yandan, Türkiye’de kadınların cinayetlerden, istismardan, tacizden, baskıdan yorgun düşmüş bedenleriyle verdikleri örgütlü mücadele bir yandan, iki uzlaşmaz olgu aslında bizi aynı düzlüğe çıkarıyor: umut arayışı...
Bloch’un sözleriyle, “mesele, umut etmeyi öğrenmektir” ve “kaybın en trajik biçimi, şeylerin farklı olabileceğini hayal etme kapasitesinin yitirilmesidir”.
Umut, güzelliği çalınmış, korku ve endişeye kapılmış insanlığın yüzünden düşen binlerce parçayı toplayıp yeniden yapıştıracak. Yiten canlar geri gelemese de, kaybedilen barış, yitip giden huzur, harabeye dönen binalar, yıkılan aileler, bombaların rengine bürünmüş caddeler, yuvalarından edilmiş çocuklar, şiddet gören kadınlar, yaşam sevincini kaybeden genç kızlar elbet bir gün kırıldıkları yerden yeniden doğacaklar. Ve hayalleri eyleyerek var eden “umut emekçilerinin” ter ve gözyaşı dolu mücadelelerinde bekleyecek bizi o yeni insanlık şarkısı…