Un: Bedenin cinsiyetlendirilmesi

Fırın sadece pişirmez, pişirilenler arasında değer farkı da yaratır. İnsanın doğası söz konusu olduğunda eril beden yüceltilir, dişil beden aşağılanır. Her iki kategoriye girmeyenler ise yok sayılır.

Google Haberlere Abone ol

Engin Fırat*

Bir “un” ile dünyaya gelir, toplumsallık fırınında biçim veriliriz.

Bir gün balkonda kadına yönelik şiddetin “doğa”sı üzerine düşünürken, komşuların attığı ekmek kırıntıları etrafında aşk eden bir grup kuşa ilişti gözüm. Küçük ve güzeldiler. Gagaları ile sadece kırıntıları değil geceden kalma duyguları da yediler. Bir karga koşa koşa geldi ve kırıntılarla birlikte duyguları da yemeye çalışan kuşların hepsini dağıttı. O koca cüssesiyle artakalan bütün kırıntıları yedi ve ekmek kırıntıları arasına gizlenmiş duyguları öylece orada bıraktı. Kimindi o duygular? Hepsini gördüm, hepsini hissettim. Bu, karganın "doğa"sı idi ve "doğa"nın duyguları yeme yeteneği yoktu. Ben ise ekmek kırıntıları içine gizlenmiş duyguları, o geceden kalanları düşlüyordum. Sahi insanın "doğa"sı nerede başlıyor, nerede bitiyordu? Karganın “doğa”sı ile insanın “doğa”sı arasında nasıl bir fark vardı? Bu sorular yıllarımı alacaktı. Bir grup “doğa”yı eşitsizliklerin bir gerekçesi olarak sunarken, bir grup “doğallaştırılmış” olanı işaret ediyordu. Eski bir kavga: doğa-kültür. “Doğallaştırılmış” olanın “doğa”ya içkin olduğuna yönelik tartışmalara girecek enerjim ve yeterli bilgim yok. Şimdilik benim gündemim başka. Kim bilir hangi hanedeki "sevgisizlik" o kırıntılara karışmıştı? Bu, ekmeği kurutan bir sevgisizlik. Bir saniye! Konumuz bu değil, ben cinsiyetlendirilme sürecini anlatacaktım.

BAŞLARKEN

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim. Deneyimlerim dışında yazılarımda işaret ettiğim teorik tartışmaların hiçbirinin sahibi değilim. Belki de hayretim, zaten bilinen bir şeyi keşfediyor olduğum zannından kaynaklanıyordur. Hata yapıp yapmadığımı görmem için biraz zamana ve daha çok okumaya ihtiyacım var. Bu nedenle kamu önünde “kendi kendine konuşmanın” sorumluluğunu alıyorum. İşin ehli olanlar işaret etmeye çalıştığımı zaten bildiğinden ve burada akademik bir makale yazmadığımdan olsa gerek referans vermiyorum. Yaptığım olsa olsa bir taklittir! Deneyimlerim dışında hiçbir şeye sahip değilim. Bir iddiam yok. Aslında bir iddiam var ama iddiamın bir iddiası yok! Düşüncelerimi neden akademik bir makale konusu kılmadığımı ise başka bir zaman detaylandıracağım. Bunun için akademik eşitsizliklere dair gözlemlerime önce gönlümü ikna etmem gerekiyor. Yaşasın sokak “küçe”lerinde akademi!

UN

Çocukken en sevdiğim şeylerden birisi annemin hafta sonları yapmış olduğu tandır ekmeği idi. Önce hamur açışını, sonra tandırı yakışını izlerdim. Başında dururdum ki o sıcacık ekmeğe hemen yağlanayım! Yıllar sonra annemin ekmeği (emeği) üzerine yeniden düşünürken, yaşam beni annemin elindeki “un”a sevk etti. Bence cinsiyetlendirilme sürecini en iyi görebileceğimiz metaforlardan birisi “un”dur. Hani o bir elde yoğrulan, farklı bağlamlarda farklı şekiller verilen ve fırına sürülen “un”. Önce biraz su ve maya ile hamur (belki çamur) edilir, sonra şekil verilip bir ateşe (toplumsallığa) sürülür. Ortaya bir “şey” çıkar. Bizler de o ortaya çıkarılan şeyi, sırf karnımızı doyurmak zorunda olduğumuz için sorgusuz sualsiz yer dururuz. Bu bizim yerelliğimizde tandır ekmeği olurken, başka bir yerellikte “kruvasan” olur. Bütün yerelliklerin farklı farklı ürünler ortaya koyarken kullandıkları şey bir “un”dur. Ne var ki bütün yerellikler “un”u değil, fırında pişirerek ortaya çıkardıkları şeyi “evrensel ve tek bir ürün” olarak pazarlar. Pazara çıkarılan “un” değil, yerelliklerdir. Yani tezgâhta alıcısı bulunan ekmekler! Bence cinsiyetlendirilme süreci böyle bir şey. Yerellikleri içeren bir evrensellik iddiası. Ancak “un”u değil, fırında pişirileni!

ANATOMİK OLUŞSALLIK

Toplumsal cinsiyet tartışmalarında en öne çıkan şeylerden birisi söylem (kültür) öncesinde “anatomik oluşsallığın” olup olmadığıdır. Bu, bizler henüz cinsiyet kimliği kazanmadan önce o kimlikle ilişkili olan ve onu belirleyen bir “doğa”mız olup olmadığı sorusuyla alakalı. Öz mü diyeyim, töz mü? Adı her ne ise bu konu üzerine düşünenler bir başlangıç noktası arıyorlar. Yani bir cinsiyetin o cinsiyet olmasını sağlayan “ilk” şeyi. Gördüğüm kadarıyla üçlü bir kavga var burada. Biri değişmez sabit bir doğayı, diğeri kültürü yani doğallaştırılmış olanı, bir diğeri de henüz teorik bağlamını yeterince tahlil etme imkânı bulamadığım için “un” metaforuyla paçayı kurtardığım şeyi ele alıyor. Bu konudaki tartışmalara girip akademik gevezelik yapacak değilim. O başlangıç noktası her ise ona “un” diyeceğim şimdilik. Hata edersem, fırından bayat çıkan bu ekmeği yemeyin!

EKMEKLER

Gördüğüm kadarıyla insanın bir “doğa”sı var ama o doğanın ne olduğu konusunda henüz netleşmiş değiliz. Buna “un” desek fena mı etmiş oluruz? Var olan ama ne olduğunu tam olarak bilemediğimiz bir şey. Bin parça. Sanırım bu, içinde bütün oluşları potansiyel olarak taşıyan ama hep bir yerelliğe (doğallaştırılmış olana) sıkıştırılan bir şey. Demem o ki insanın “un”u (doğası) kendi içinde varoluşun getirdiği bütün çeşitliliği potansiyel olarak barındıran ama fırın sahipleri tarafından hep “önceden belirlenmiş bir şekle” büründürülen bir şey. Toplumsal cinsiyet düzeni (ki bu eşitsizlik üreten yapıdır) insanın “un”unu alır oradan sadece iki tane kategorik cinsiyet üretir. Bu kategoriler önceden belirlenmiştir. Eğer insanın doğası (meyli/yönelimi) fırın sahibinin belirlediği ve pişirdiği şekille uyumlu ise şanslı, değilse şanssızdır. Bunun ne zaman başladığını bilmiyoruz ama nasıl olduğunu biliyoruz. Fırından çıkan ekmeklerden birine erkek, diğerine kadın derler. Birini üstün, diğerini alçak kılarlar. Bu kategoriye girmeyenleri “fırında yanlış pişirilmiş ürünler” olarak tezgâhın bir kenarına atarlar. Çünkü pazarın alıcısının bir görselliğe ihtiyacı vardır. Fırın sahipleri, hangi ürünün hangi pazarda nasıl alıcı bulacağını iyi bilir. Zaten amaçları, pişirdikleri hamuru (unu değil) pazarlamaktır. Fırın sadece pişirmez, aynı zamanda pişirilenler arasında değer farkı yaratır. Bu nedenle toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini meşrulaştıran bir fırının temel özelliği, en öne çıkan ürününü en değerli ürün olarak pazarlama yeteneğidir. Yani insanın doğası söz konusu olduğunda eril beden yüceltilir, dişil beden aşağılanır. Her iki kategoriye girmeyenler ise yok sayılır. Ne var ki eşitsizlikler köklü bir biçimde devam etse de farklı bağlamlarda (yerelliklerde) bunun tartışmaya açıldığını ve yeni fırınların kurulduğunu da gözlemliyoruz. Buna bir değer atfetmek (yüceltmek ya da aşağılamak için) söylemiyorum, bir olguya işaret etmek için söylüyorum. Toplumsallık öyle bir şey ki, bizlere ekmek pazarlayamayan fırın sahipleri “un” pazarlayabilirler. Güzelliği, güzelin silahıyla vurmaktır bu. Sadece “un”u değil, bu riski de önemsiyorum.

Bizim yerelliğimizin ortaya çıkardığı ürünle, başka yerelliklerin ortaya çıkardığı ürünler arasında ortak ve farklı yanlar var. Yani bizdeki cinsiyet anlamı ile bizim gibi olmayanların cinsiyetlere yüklediği anlamlar arasında ortak ve farklı yanlar var. Yerel, bölgesel ve küresel faktörler bir araya gelerek bir sonuç doğurur ortaya: eşitsizlikler. Bir “un” ile dünyaya gelir, toplumsallık fırınında biçim veriliriz. Bize verilen biçime alışık ve karnımızı doyurmak zorunda olduğumuz için bunun “doğal” olduğuna çabucak ikna ediliriz. Oysa bunun “doğal” olduğuna karar verenler, ürünleri pazarlayanlardır. Bu tezgahtarların bunu yapmasını mümkün kılan bir diğer husus ise bizlerin karınlarımızı un ile değil şekil verilmiş ve pişirilmiş bir hamur ile doyurmaya olan yazgımızdır. Bence bu, toplumsal yapı ile insan pratiği arasındaki diyalektik ilişkiyi anlatıyor bize. Sadece toplumsal yapı değil, aynı zamanda o ekmekleri yiyen bizler bu eşitsizlik ilişkisini ve “doğallık” algısını yeniden üretiriz. Un yiyemeyeceğimizi bilirler ve tezgahtaki ürünlere bizi mecbur kılarlar! Demem o ki insanın doğası, toplumsal yapı tarafından önceden belirlenen kategorilere sıkıştırılarak bir ürün çıkarılır ortaya. Sanırım bu ürün, içinde un barındıran ama artık un olmayan bir ekmektir. Dolayısıyla ekmekler toplumsal yapının şekillendirdiği cinsiyetleri bize anlatırken, un ise henüz cinsiyetlendirilmemiş bir niteliği… Bence insanın özünü. Diyelim ki yanılıyorum, yine de bunu düşlemek çok güzel!

PARADOKS

İnsanın “un”una şekil verenlerin iki biçimde olduğunu gözlemliyorum. Birisi eşitsizlikleri meşrulaştırmak için ikili doğayı (ikili cinsiyeti) referans alırken, diğeri de eşitsizlikleri işaret etmek için (çoklu doğayı) referans alıyor. Ne var ki eşitsizlikler işaret edilirken başka bir “doğanın doğallaştırıldığını” da gözlemliyorum. Burada var oluşun içerdiği farklılıklara ilişkin başka bir “doğal” gerekçe arandığını işaret etmek istiyorum. Eşitsizliklerle mücadele etmeyi amaçlayan bu haklı çabanın, paradoksal bir biçimde insan doğasını başka türlü kategorilere sıkıştırdığını düşünüyorum. Yanılıp yanılmadığımı zaman gösterecek. Ehli olanlar, bunun kararını hemen vereceklerdir. Demem o ki, değerli olmak için sadece “var olmak” yeterli değil mi? Gördüğüm kadarıyla pazar/tezgâh sahipleri, eski biçimler pazarlanamadığında yeni biçimler üretmeyi kendilerine strateji ediniyor. Biz insanlar, un ile değil pişirilmiş ekmek ile karın doyuranlar, bir pazarda olduğumuz için çoğunlukla bu eşitsizliklerin/stratejilerin farkında değiliz. “Un”un taşıdığı değerin farkına varabilmemiz için, “un”un bir pazar malzemesi kılınmasına izin vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle bence pazarsız/pazarlıksız kabul, herhangi bir gerekçe arayışına girmeden var oluştaki çeşitliliği olduğu gibi kabul etmektir. Sadece var olduğu için değerli olan insanlar (un), bir ekmek biçimi alabilirler. Eşitsizlik üretmedikçe ekmeklerin bir önemi yok. “Herkes için eşitlik” için pazara/tezgâha karşı daha uyanık olmayı seçebiliriz.

YENİDEN UN

İnsanın bir “doğa”sı varsa şayet bence o “doğa” bütün oluşları potansiyel olarak içinde taşımalıdır. Taşır demiyorum, taşımalıdır. Sanırım varoluşun güzelliği ancak onun içerdiği çeşitlilikle ve bu çeşitliliği koşulsuz kabulle mümkün. Bu nedenle un, özü itibariyle bütün var oluş potansiyellerini kendi içinde bir değer atfetmeksizin taşır gibi gelir bana. Sanırım bu, içerdiği parçalara hiyerarşik bir değer atfetmemenin doğurduğu değer! Bu nedenle ekmekler arasındaki değer farkını ortadan kaldırabilmemiz için sadece eşitsizliklere karşı çıkmak değil, aynı zamanda “un”daki değeri görmemiz gerekiyor. İşte vicdan, ancak ve ancak bütün oluşların, sadece var oldukları için yaşam hakkına ve var olmanın lezzetini özgür bir biçimde deneyimleme hakkına sahip olduğunu insana söyler. Hak!

“Un” gelir, bir şey pişirir. Eşitsizlik içeren yerelliği yine yerelin içinden bir figürle eleştirmek isteyen birisi ağzında ekmek kırıntıları taşıyan bir kuşa bakarak bağırabilir: “pazarlık mı olur adil dükkânda?”.

Bilir, yaptığı sadece bir taklittir!

*Bağımsız araştırmacı (Dr.)