Üniversite obsesifliğinin getirmedikleri götürdükleri
Bireyin, eğitim gördüğü alanda uzmanlaşması üniversite eğitiminin tek hedefi değildir. Tek amaç bu olmamalıdır. Üniversitelerimiz ise hazin bir şekilde gittikçe daha homojen bir hal alıyorlar.
Ülkemizdeki üniversite öğrencisi ve buna bağlı olarak üniversite mezunu sayısı her geçen gün artıyor. Yükseköğretim Kurulu'nun Nisan 2023 verilerine göre tam tamına 6 milyon 950 bin 142 üniversite öğrencimiz var. Mezun sayımız da hiç fena değil. Yine Yükseköğretim Kurulu'ndan elde edilen verilere göre 2022 yılı itibariyle 25 yaş ve üstü nüfusun 23,9’u üniversite diplomasına sahip. Üniversite mezunu olabilecek yaşa ulaşmış vatandaşlarımızdan neredeyse her dördünden biri bunu başarabilmiş.
Üniversite öğrencisi sayımızın nüfusa oranını AB ülkeleri ile kıyasladığımızda tamamının önünde yer aldığımızı hatta birçoğunu açık ara solladığımızı görüyoruz. Ülkemizdeki her bin kişiden 95’i üniversite öğrencisi iken bu oran Almanya ve Fransa’da 40, İngiltere’de 39, İspanya’da 44, bize en yakın orana sahip Yunanistan’da ise 74. AB ülkelerinin ortalaması ise 38.
Üniversite mezunlarının nüfusa oranı noktasında ise AB ortalaması ile birlikte Avrupa’daki birçok ülkeyi de henüz yakalayabilmiş değiliz. Vatandaşların ortalama eğitim seviyelerine göre Avrupa ülkeleri halen bizden daha iyi durumdalar.
Hemen yanı başımızda olması, bilim, teknoloji ve refah seviyesi bakımından dünyanın gözde merkezlerinin başında yer almasından dolayı olsa gerek birçok konuda kendimizi derhal Avrupa ülkeleriyle kıyaslarız. Onlara yakın verilere ya da nadiren de olsa daha iyilerine sahipsek bununla mutlu olur, onlardan çok gerilerdeysek hayıflanırız. Olması gereken de budur galiba, kendimizden daha iyi durumda olanlara bakıp onların seviyesine ulaşmaya çalışmak.
Ne var ki bu durumun istisnaları da vardır ve üniversite eğitimi kesinlikle bunlardan biridir. Kültür, toplumsal yapı, refah seviyesi, öğretim elemanı sayısı ve niteliği, altyapı vb. birçok değişkeni göz ardı ederek sadece niceliksel olarak onlarla aynı sınıfta yer almaya çalışmak göründüğü kadarıyla bize pek bir şey kazandırmadığı gibi ülkemizden ve özellikle gençlerimizden çok şey götürüyor.
Türkiye’nin herhangi bir üniversitesindeki herhangi bir öğretim elemanına bu konuya ilişkin görüşlerini sorduğumuzda alacağımız benzer cevapları bir de burada sıralayalım;
Daha fazla üniversite öğrencisi ne yazık ki daha fazla iş olanağı ve istihdam anlamına gelmiyor. Öğrencilerimiz, mezun olduklarında kendilerini acımasız bir yarışın içerisinde bulacaklarını bildiklerinden henüz fakülte sıralarında otururken bu durumu düşünmeye ve doğal olarak tükenmeye başlıyorlar. Motivasyonlar amansız bir hızla aşağılara inmeye başlıyor. Dün sabah göreve başlamış bir eğitimcinin dahi kolaylıkla kestirebileceği şekilde motivasyonun olmadığı bir yerde ise diğer tüm değişkenler anlamsız bir hal alıyor, eğitim kalitesi aşağılara iniyor.
Çoğunlukla Eğitim, İlahiyat ve Fen-Edebiyat fakültelerinin mezunlarından oluşan ve sayıları yüzbinleri aşmış olan öğretmen adaylarına ilişkin atanma istatistiklerini incelediğimizde durumun vahameti daha iyi anlaşılıyor. ÖSYM tarafından 2023 yılı KPSS Eğitim Bilimleri sınavına ilişkin yapılan açıklamaya göre sınava bu yıl 572 bin 20 öğretmen adayı başvurmuş. Bu rakam henüz umudunu kesmeyip de sınava katılan adayları ifade ediyor. Ne var ki son dört yılın atama sayılarının ortalamasını baz alarak küçük bir hesaplama yaptığımızda bu adaylardan ancak yüzde 6’sının atanabildiğini görüyoruz.
Her yüz öğretmen adayımızdan altısı atanabiliyor, geri kalanlar ya umudunu kesip başka alanlara yöneliyorlar ya da şanslarını bir sonraki sene denemek zorunda kalıyorlar. Bu adayların arasından daha şanslı olup yüzde 15-20 gibi atanma ihtimaline sahip olanlar da var yüzde 1-2 gibi imkansıza yakını zorlayanlar da. Ama tamamının ortalaması altı.
Her yüz adaydan 30-40’ının atanabildiği bir oran dahi bünyelerindeki motivasyonu yaşatmaya yeterli olabilirdi belki ama bu oranlar öğrencilerin gözlerinin önünde dururken onlardan aynı zamanda aşkla şevkle eğitim süreçlerine devam etmelerini beklemek gerçekçi bir tutum değil.
Bu acı gerçeğin ceremesini çekenler yalnızca öğrenciler de değil. Öğretim elemanları heyecan ve motivasyondan yoksun, soru sormayan, derse aktif katılım sağlamayan öğrencilerden oluşan sınıflarda nitelikli öğrenme ortamları oluşturmaya zorlanıyorlar ve nihayetinde onlar da tükenmişlik sendromundan nasiplerini alıyorlar belki de mesleklerine olan aşkı kaybediyorlar.
Doksanlı yılların sonlarına doğru İngiltere’de ortaya çıkan, sonrasında dünya genelindeki birçok ülke gibi bizim de kullanageldiğimiz yeni bir tanımlama var; NEET. İngilizce “Not in Education, Employment or Training” ifadesinin kısaltmasından oluşan bu kavram Türkçeye “Ne Eğitimde Ne İstihdamda Ne de Yetiştirmede” olarak çevrilmiştir. Yani okumuyor, çalışmıyor ve bir işe başlama adına herhangi bir mesleki eğitime ya da kursa katılmıyor.
Bir genci görmek isteyeceğimiz son yer olan NEET istatistiklerine göre Avrupa ülkelerinin tamamının açık ara önündeyiz. Nitekim kendini bu istatistiğin içerisinde bulan bir gencin ya çalabileceği tüm kapılar yüzüne kapanmıştır ya da o kapıları çalamayacak derecede bir tükenmişliğin içerisindedir.
Üniversite mezunu gençlerimizin NEET ortalamalarının genel ortalamaya nazaran daha iyi bir tablo çizeceğini düşünsek de durum ne yazık ki öyle değil. Göründüğü kadarıyla üniversite mezunu gençlerimiz ilkokul, orta okul ve lise mezunlarına göre daha fazla NEET'leşiyorlar. 2020 yılı verilerine göre ülkemizdeki yükseköğretim mezunu NEET gençlerin oranı yüzde 46. En aşağı 16 yıl eğitim gören bir bireyin ulaştığı son noktanın burası olması üniversite eğitim sistemimiz açısından işlerin yolunda gitmediğine dair net bir delildir ve üzerinde daha fazla düşünülmesini daha yoğun olarak sorgulanmasını kesinlikle hak ediyordur.
Bireyin, eğitim gördüğü alanda uzmanlaşması üniversite eğitiminin tek hedefi değildir. Tek amaç bu olmamalıdır. Daha zengin bir bakış açısına daha zengin bir dünya görüşüne daha demokrat bir tutuma, eleştirel düşünme becerisine sahip olabilmek için de bulabileceğimiz en ideal ortamlardır üniversiteler. Ne var ki bu becerileri elde edebilmek için farklı kültürlerden, dünya görüşlerinden, yaşam tarzlarından bireylerle aynı ortamda vakit geçirmek adeta bir önkoşul niteliğindedir. Tek düze yapıdaki bir üniversite ortamı öğrencilerine bu olanakları sunmaz. Bunun yerine, içerisine girerken sahip olduğu bakış açısının yüksek ihtimalle sadece daha katı bir versiyonunu geliştirme olanağı sunar.
Üniversitelerimiz ise hazin bir şekilde gittikçe daha homojen bir hal alıyorlar. Ülkemiz insanının ekonomik şartlarını göz önünde bulundurup üstüne bir de her şehirde kurulan üniversiteleri ve üniversitelerimizin tüm fakülte ve bölümlere sahip olma ve öğrenci kabul etme obsesifliğini de ekleyince gençlerimizin çoğunlukla ailelerinin yaşadığı şehirlerde okumaya mecbur bırakıldıklarını görüyoruz. Kendileriyle aynı şehirden, aynı okuldan belki de aynı sınıftan bireylerle dört yıl daha birlikte vakit geçirmeye mecbur bırakılmak öğrencilerimiz açısından pek heyecan verici bir durum olmamasının yanı sıra üniversite mezunu bir bireyden beklenen zihin yapısına sahip olabilmenin önünde de bir engel teşkil etmektedir.
Üzerinde daha fazla düşünülmesi daha fazla sorgulanması gereken konular. Ne var ki bu problemleri herhangi bir vatandaşın bilmesinin ya da sorgulamasının kimseye bir faydası yok. Bu yönde gerekli düzenlemeleri yapabilecek kişilerin bahsi geçen sorgulamaları yapmaları gerekiyor ki muhtemelen onlar da durumun vahametinin pekâlâ farkındadırlar. Buna rağmen bildikleri yolda ilerlemeye devam ettiklerine göre bu kararın altında yatan bizim bilmediğimiz bir takım pragmatik nedenler de vardır. Ama bu pragmatizm sadece kendilerini mi kapsıyor yoksa ülkenin ve gençlerimizin geleceğini de içerisine alıyor mu, bizim de bunu bilmeye hakkımız var.
*Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü