'Unutulmuş Topraklar'ın masalsızları
Seyfettin Araç’ın 'Unutulmuş Topraklar' romanı SRC Kitap tarafından yayımlandı.
Çocukluğumuzda yaşadıklarımız bir gelişim sürecinin çizelgesi gibidir. Bu çizelgede başımızdan geçen her şey, bizim için tükenmez bir hazinedir. Onları ne zaman yeniden düşünsek kapsamlarını genişletmiş, çağrışımlarını zenginleştirmiş ve hatta anlamlarını derinleştirmiş oluruz. Zaten çocukluk dönemi sadece gerçekten yaşadığımız çocukluğumuz değildir. Gençlik ve olgunluk dönemlerimizin onunla ilgili izlenimleridir de. İçimizdeki çocuk deyimi; anıların birikimine, yaşananların etkisine bağlı olarak güçlenmesi bundandır. Çünkü bizler, çocukken oynanan oyunların, anlatılan masalların uzantısı olan yaratıcı düşüncelerimizin birer taşıyıcısıyız da. Bu yanıyla birey, gelenek-görenek ve kaidelerimizin yeni kuşaklara aktarılması demektir; bu da insanlığın kültürel mirası, kişisel tarihidir. Bu konuda İtalyan yazar Cesare Pavese, “Yıllar bir anı birimidir, saatler ve günlerse yaşantı birimi.” (Yaşama Uğraşı-1938) diyerek insanın ait olduğu toprakla, çocukluğuyla kurduğu bağa dikkat çeker. Çünkü bu bağ, hayat boyunca yaşamla kurduğumuz bağdır bir nevi. Anılarımızın olmadığı geçmişimiz var mıdır mesela? Ya da mümkün müdür? Çocukken saklandığımız ağacın arkası, oturduğumuz bank, yürüdüğümüz patika, bağlandığımız bir oyuncak, sevdiğimiz bakkal amca, komşu teyze, öğretmenimiz ya da sevmediklerimiz. Bizim münzeviliğimizin sınırı, çevremizdeki tüm ötekilerle kurduğumuz bağa bağlıdır. Burada retorik olarak anlaşılan imge değildir. Anlatının ta kendisidir. Anlatının konusudur. Seyfettin Araç’ın SRC Yayınları’ndan 2023 yılında çıkan 'Unutulmuş Topraklar' romanında olduğu gibi.
'Unutulmuş Topraklar', Civan, Miran, Naze ve Musa’nın hikayelerini ayrı ayrı ele alan dört bölümden oluşuyor. Her bölümün kendi alt başlığı var. Bu isimlerin dördü de çocuk. Ancak çocuk romanı değil okuduğum. Öyle de anlaşılmasın. Hatta "Keşke öyle olsaydı" dediğim çok oldu. Çünkü tam bir kuşatılmışlık romanı; ötekilerin romanı; ötekileştirilen Kürtlerin romanı, Ezidilerin romanı. Ne kadarı kurgudur; bilmiyorum ama benim aldığım, kurguya yer bırakmayacak kadar gerçek oluşu. Yaşanmışlığa dayanması. Toplumu oluşturan, bizi biz yapan temel şeylerin başında gelen gelenek-görenek, dil-ırk-din farkı, kültür kodları gibi olguları, mekan/coğrafya üzerinden erki en etkileyici biçimi ile anlatıyor. En başta da ‘siyasi erk’i.
GERÇEĞİN İÇİNE SIZMIŞ BİR DÜŞ
Anne ve babaya ithaf edilen roman, Edgar Allan Poe’den şu alıntıyla başlıyor: "Tam uykuya dalmak üzere olduğunuz o anı düşünün. Henüz tam dalmadan, yarı uyanık olduğunuz o en son an. Uykuya teslim olmadan, o son çizgide, tuhaf düşler görürsünüz. Ama o sırada uyursanız, bu düşlerin tümünü unutursunuz. İşte ben, o son çizgiden geçip, uyanıyor ve orada gördüğüm garip düşleri yakalıyorum. Benim yazdıklarımın bir kısmı da bu düşlerdir zaten!" Bu alıntının rastgele seçilmediği ortada. Çünkü dört çocuğun yaşadıklarında acılı bir coğrafyanın masallarının büyülü dünyasına yer yok. Rüyalar bile gerçek. Yaşam, düş içinde büyüyen bir gerçek olduğu kadar gerçeğin içine sızmış bir düşe dönüşüyor.
Zürih/Nisan, 2018 ile giriş yapan roman tam da Edgar Allan Poe alıntısına denk düşecek şekilde "Unutmak bir başarıydı, unutmuştum" cümlesiyle başlıyor. Aradan yirmi yıl geçmiş. Işıltılı bir kentte ışıltılı sevgili Wilma ile birlikte. Ne yalan söyleyeyim, Zürih ve Wilma ismini görünce, ülke özlemi vıcıklığında Avrupa yaşamının ayrıntılarında boğulacağım cümleleri okuyacağım bir roman diye düşündüm. Ancak daha başında çocukluk arkadaşı Musa’nın araması, bu hissiyatımı boşa çıkardı. Kesilen telefon araşmaları arasında Naze ismi, romanın gidişatı boyunca büyük bir merak konusu oluşturuyor. Kim bu Naze? Sevgilisi Wilma yanındayken bile Miran, Naze’yi duyar duymaz niye bu kadar heyecanlandı? Niye telaşlandı? Hem Musa hem Miran’ın nasıl ortak noktası olabilir? Burada hemen şunu da söyleyeyim; Naze sondan bir önceki hikayeye kadar da karşımıza çıkmıyor. Peki bu çoklu karakterlerin hikayesinde Naze nasıl bir rol oynuyor? Naze’nin gizemi romanın ana gizemi oluyor. Sadece Naze’nin değil karakterleri buluşturan diğer sırlar da okuyucuyu sürüklüyor. Roman tek ya da iki karakter üzerine kurulu olmadığı için hikayelerin kesişme noktalarının gizemi okuma boyunca korunmuş. Biz de bu sırrın peşinde birbirine değen sancılı hayatların buluşumunda karakterlerin hikayesine dalış yapıyoruz. Giriş cümlesinin tersine unutmayı başaramayacak kadar bir gerçeğin içine.
CİVAN’IN HİKAYESİ
Bu bölüm, 'Bin Dokuz Yüz Seksen Altı' alt başlığıyla başlıyor. Civan daha beş yaşındadır. Yer Mardin. Günümüzden geriye bir gidişle dönem anlatımının içinde buluyoruz kendimizi. Kürt coğrafyasında zamanın en karışık, savaşın ve kıyımın zirve yaptığı, faili meçhul cinayetlerin ayyuka çıktığı seksenli, doksanlı yıllar. İnsanların acıyla, ölümle sınandığı, toplu mezarlardan toplandığı, açlığın, sefaletin, çaresizliğin, korkunun kol gezdiği; devletin, hukukun olmadığı karanlık bir dönem. Tam da böyle bir dönemde kimsenin neden, ne sebeple olduğunu anlamadığı bir şekilde Civan’ın babası Azmi öldürülür. Komşu köylüler ve kendi köy sakinleri gibi hayvancılık, çiftçilik işleri yapan Azmi, biraz mecburiyetten biraz da parasızlıktan ama en çok da içinden çıkamadığı çaresiz korkudan, askerlerin zorla dayattığı ‘Koruculuk İşi’ni, istemeyerek de olsa kabul eder. Ancak daha ilk maaşını alamadan kafatası parçalanarak vahşice öldürülür. Geriye gözü yaşlı bir eş, oğulları Civan ve Kemal ile kızı Hatice kalır. Azmi’nin cinayetinin sebebine ilişkin de tartışmalar alır başını yürür. Örgütün bu denli köylere inemeyeceğine kanaat getirilir. Hem koruculuğu köyde istemeyen tek kişi olduğu için örgüt ihtimali sıfırlanır. Azmi’nin hasımları araştırılır. Otuz yıl önce sonlanan kan davasına kadar uzanır konuşmalar.
Köyleri, çorak topraklara kurulmuş ilçeye bağlı kırk yedi köyden biri. Üzüm, arpa ve buğday yetiştiriciliğinden ibaret tarım ve hayvancılık dışında gelirleri yok. Herkes birbirinin hısmı, akrabası. Okul yok, sağlık ocağı yok. Su yok, elektrik yok. Diğer köylülerle ilçe merkezine görevi icabı silahını almaya giden Azmi’nin isteksizliği, muhtar ve askerlerin yanı sıra herkesin diline düşmesine sebep olur. Diğer yandan karşı durduğu, eleştirdiği sistemle bir savaş verir içinde. Göreve başladıktan sekiz gün sonra da akşam nöbeti tutarken öldürülür. Öldürülme şekli daha önce bilinen, duyulanlar gibi değildir. Olsa olsa vahşet kelimesiyle ifade edilebilecek bu ölüm uzun yıllar boyunca ibretlik bir hikaye olarak anlatılacak, bire bin katılarak değiştirilecek, adeta tuhaf bir efsaneye dönüştürülecekti. Amaçlanan da buydu.
Tüm bu acılar içinde güzel şeyler de olmuyor değildi. Elektrik gelmesi için köyde hararetli bir koşuşturmaca başlar. Mühendisler gelip, gider. Kamyonlar dizilir, direkler taşınır, kablolar uzatılır. İşçiler güneş altında saatlerce çalışır. Bu hummalı çalışmalar arasında Civan, Başmühendis Adnan Beye ‘kabloların neden yer altından değil de havadan geçtiği’ni sorar. Çünkü buralarda kışın çok zor geçtiğini, kış aylarında teller zarar görürse elektriğin kesilip kesilmeyeceğini anlamak ister. Bundan böyle Civan, Adnan Beyin ilgi alanına girmeyi başarır. Zaten Türkçe konuşabildiği tek tük insanlardan biridir. Babasından öğrendiği Türkçeyle tercümanlık yapar Civan ona. Adnan Bey köydeki çocukların okula gitmesi için kaymakamla iletişim kurarak çocukların yatılı ilköğretim bölge okula gitmelerini sağlar. Aileleri ikna etmek, çocuklara kimlik çıkartmak, kayıt, izinler, servis otobüsü tahsisi gibi birçok ayrıntıyı satır aralarında okuyabiliyoruz. Yine kız çocuklarının okula gönderilmemesi sorununu, çözülemeyen bir yumak misali gözümüzün önüne seriyor yazar.
Civan ve abisi Kemal’in yatılı okul macerasına giriş yaptığımız satırlar da böylece başlar. Çocukların okula ve kurallarına alışmaları kolay değil. Yazarın kalemi okuru, ranzaların arasında yetim kalmış çocukların hikayelerine kilitlemeyi başarıyor. Seniha öğretmenin anne şefkati. Talat öğretmenin ırkçılığı ve erkekliği. Anadile karşı tutumu. Arada kalan çocuklar. Bu bölümde yazarın tüm sorunları birden verme kaygısının ayrıntıları zaman zaman yorabiliyor. Ancak büyük bir ipucu vereyim; romanın sonunda okuyacağımız karakterleri buluşturan sır, bu bölüme geri döndürüyor okuyucuyu.
MİRAN’IN HİKAYESİ
Kırk üç haneli başka bir köy. Köylüler hem askerlerin hem de örgütün korkusu altında. Askerlerden de en çok Kolo lakaplı yüzbaşının. Onun adını bilmeyen yok; gereğinden fazla sert, acımasız, halka karşı soğuk ve mesafeli. Göreve başlar başlamaz bölgede neredeyse dayağını yemeyen kalmamış, kadın erkek ayırmaksızın herkesi canından bezdirmiştir. Arafta kalan çaresiz, yorgun, bıkkın halk artık neredeyse nefes alamayacak durumdadır. Soğuk bir şubat gecesi askerler tarafından ansızın köye baskın yapılır. Evin erkekleri o gün köyde değildir. Bu bilinir. Miran’ın babası Sadık da bunlardan biridir. Ancak kadınlara, erkekleri aşağılamak için seçilen bir yoldur bu. Evdeki kadın ve çocuklar kapı arkasında birbirlerine sokulmuş, korku dolu gözlerle etrafa bakınıp dururken evin büyüğü Hato Kadın’ın direktifiyle kapı açılır ve asker içeri girer. Türkçe bilmedikleri için aşağılanırlar. Sadık’a olmadık küfürler, hakaretler edilir. Çünkü Mazıdağı ilçesine bağlı elli iki köyden üçü hariç hepsi devletin dayattığı koruculuk sistemini kabul etmiştir. Binbaşılığa terfi edecek olan Kolo, bu köylerden biri olan Mera Köyü’ne defalarca gitmiş, köylülerle ayrı, köyün genç ağası Sadık’la ayrı konuşmuş, koruculukla ilgili son kararlarını vermelerini istemiştir.
Binlerce dönüm araziye sahip, genç yaşta ağa olan, aileyi yöneten, abilerine bile babalık yapan, köylüleri, akrabaları üzerinde saygın bir ağırlığı bulunan, komşu köylerin, farklı ailelerin tamamına hem söz geçirebilen hem de tanıdık tanımadık herkesten övgü alan, saygı gören Sadık, elbette Kolo’nun adamı olmalıydı. Çünkü üniversite ihtisasını Ankara’da tamamlamış olan Sadık, sıradan bir köylü değildi. Tarım, toprak, ziraat üzerine eğitim almış, batıda modern bir hayat kurmak yerine hiç düşünmeden gerisin geri ata toprağına dönmüş, sosyalizmin beşiğine gidemiyorsak yaşadığımız yeri sosyalizmin beşiği yaparız diyerek ülkede bir türlü yapılamayan toprak reformunu kendi köyünde yapmak, ilk adımı kendi köylüleri için atmak istemiştir. Ancak onun da ömrü uzun sürmez. Arabası yola tuzaklanan bombanın patlamasıyla havaya uçar ve ölür. Şoka giren Miran bu ana ilişkin pek bir şey hatırlamayacaktır. Bu arada Miran, civar köyden öldürülen Azmi’nin failinin bulunması için babasından yardım istemeye gelen köylülerden arkadaşı Civan’ın sırrını öğrenir.
NAZE’NİN HİKAYESİ
Naze’nin hikayesi, 'Yusuf ile Zeluh' alt başlığıyla başlıyor. Bu bölümde acılar o kadar iç içe ki hangisine değsen bin ah işit türünden! Ortadoğu’nun en kadim halklarından olan, kökenleri 4 bin yıl öncesine kadar dayanan Ezidilerin haksızlığa, zulmün en katmerlisi ve jenositlerin en acımasızına maruz kalmalarını, 2014’teki IŞİD saldırılarından biliyoruz. Ancak bu sefer farklı bir hikayenin içinde buluyoruz kendimizi. İçlerindeki kastlaşmanın yaralayıcı hikayesini okuyoruz. Yaşam kaideleri erkinin sonuçlarını. Mardin merkeze kırk kilometre uzaktaki bir Ezidi köyü. Çok kalabalık olmasa da hâlâ geçmişlerine, özlerine bağlı, geleneklerini, kadim hatıratlarını sonuna kadar koruyan, dinlerine, mezheplerine sahip çıkan insanların bir arada yaşadığı köy Gıre Mira.
Yusuf içinde yaşadığı toplumun kutsalını, günahını sorgulamaya başlayınca önce uyarılır ancak tutumunda bir değişiklik olmayınca toplumun “Ri Sıpi” tabir ettiği ak sakallıları, köyün ileri gelenleri, din alimleri tarafından aforoz edilip toplumdan dışlanır. Öyle ki sadece insanlarla değil, doğayla, evlerle, hatta neredeyse tanrıyla bile ilişiği kesilir. Dinden çıkarılınca köye ait yollarda, bahçelerde, evlerde, toplanma yerlerinde bulunması dahi yasaklanır. Karısı Zeluh hamiledir. Onun aforozunun bedelini karısı da çeker. Gitgide içine kapanan Yusuf, neredeyse artık evden hatta odasından bile dışarı çıkamaz olur.
Ezidiler cehenneme inanmazlar. Ruh göçüne inanırlar. Dolayısıyla cezalandırılma da ödüllendirme de bu dünyada yapılmalı. Yusuf bu dünyadaki cezalandırılmışlığını canına kıyarak öder. Zeluh, geri dönmemek üzere köyü terk edip annesinin yanına sığınır ve kızı Naze’yi Mardin’de doğurur. Okul yaşına geldiğinde Ezidi olduğu için okula kabul edilmez. Kızının gideceği okulda nasıl sorunlarla karşılaşağını bilen annesi onu merkeze uzak Mazıdağı ilçe yatılı okuluna verir. Ezidi olduğunu gizleyen, nüfus cüzdanında bile müslüman yazan, kendi inanışlarını sadece içinde yaşamak zorunda kalan Naze’nin böylece Civan ve Miran’la dostlukları başlar.
MUSA’NIN HİKAYESİ
Musa’nın babası İsmet, uzun zaman önce bölgede açılan madende işçidir. Aksayarak yürüdüğü için Aksak İsmet olarak bilinir. Sadece ayağı değil, başının kel, burnunun yüzüne göre büyük olması, sol gözünün seğirmesi, sırtında kamburunun bulunmasını o çok dert etmese de çevresindekilerin dilindedir. Buna sevilmeyen karakteri de eklenir. Mütemadiyen kavga etmek için yer arayan, insanlarla arası iyi olmayan, herkesle ters, her şeye karşı, kavgacı, kaba bir adamdır. İnsan olmayı erkekliği ve silahıyla kıyaslayacak kadar cahil. Para konusunda da doyumsuz. Akrabalarını koruculuk sistemi konusunda ayartan, askerle, birtakım karanlık adamlarla işler çeviren biridir. Ancak son dönemlerdeki paralı hali sadece bunlarla açıklanacak gibi değildir. Kendini korucu üstü görmesi, girdiği her ortamda ahkam kesmesi, belinde tabancayla gezmesi, hesapsız para harcaması, tüm dikkatleri üstüne çekmesi için yeterlidir. Belli zamanlarda ortadan kaybolması, tutarsız konuşmaları da bunlara eklenince herkes ondan uzak durmaya başlar. Artık insanlar köylerinde bir ajanın olduğunu ancak bu ajanın derin devlete hizmet ettiğinin anlaşılmaması için susar. Koruculuğu kabul etseler bile ajanlık onlara göre değildir; kendi halkını ispiyonlamak kara bir leke demektir. Hiçbir aile bu lekenin kendilerine, köylerine sürülmesini istemez. Onlar için bu ölümcül hatanın katiyen affı olamaz. Aksak İsmet, teklif edilen para karşılığı, ruhunu mezada çıkarmanın aç kalmaktan daha iyi olduğuna karar verir. Böylece her türlü cinayeti işlemeye hazır bir makineye dönüşür. Hikayenin bağlayıcı sırlarından biri de bu bölümün sonunda bizi karşılar.
Okuma boyunca sürüklendiğimiz çocuk karakterlerin buluşumunda etkili olan sır, hem koşulların hem de ebeveynlerinin çıkmazıdır aslında. Buna girişte de belirttiğim siyasi erk eklenince çıkmazların kördüğümüne şahitlik ederiz.
***
Zürih, Haziran 2018, kitabın sonu. Tekrar başa döneriz. Naze ismine, Talat öğretmene ve Miran’a. Büyük bir sarsılmanın ortasında buluruz kendimizi. Yazar, oluşturduğu ayırıcı karakterlerle pek çok duyguyu okuyucuya geçirmeyi başarmıştır. Başta belirttiğim sır, telefonun ucundadır artık. Telefondaki Musa’nın telaşlı anlatımındaki gerçek, duygusuyla birlikte okuyucuya geçer adeta. Her bir kelimesi ok gibi saplanır Miran’ın, Miran’la birlikte okuyucunun bedenine, beynine. Başta belirttiğim kitabın sırrı böylece sübuta erer.