Üretim, Düzenleme, İsyan: Osmanlı tarihyazımı ve ATÜT üzerine tartışmalar
E. Attila Aytekin'le Dipnot Yayınları tarafından yayımlanan çalışması 'Üretim Düzenleme İsyan'ı konuştuk. Aytekin, "Osmanlı’da bir burjuvazinin olmadığı iddiasını yanlış buluyorum" dedi.
Zehra Can
DUVAR - Yazar E. Attila Aytekin'in yeni çalışması "Üretim Düzenleme İsyan: Osmanlı İmparatorluğu'nda Toprak Meselesi - Arazi Hukuku ve Köylülük", Dipnot Yayınları tarafından okurla buluştu. Daha önce 'Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat', 'Siyaset Bilimi', 'Tarlalardan Ocaklara' ve 'Sefaletten Mücadeleye' gibi kitaplara imza atan Aytekin, 'Üretim, Düzenleme, İsyan'da ise Osmanlı tarımı, tarımsal ilişkilerin ve mülkiyet haklarının Osmanlı devletince düzenlenmesi ve köylülük üzerine Marksist perspektiften çözümlemeler getiriyor.
E. Attila Aytekin ile 'Üretim, Düzenleme, İsyan'ı, ATÜT tartışmalarını ve Osmanlı’nın kapitalizme geçiş sürecini konuştuk.
'Üretim, Düzenleme, İsyan' adlı eseriniz Osmanlı tarihyazımında ihmal edilmiş bir alana kapı aralayarak kırsal üretimin özneleri olan köylüleri odağına alıyor. Toplumsal yapıda önemli rolleri olduğu ve nüfusun çoğunluğunu oluşturdukları halde, tarihyazımının köylüleri uzun bir süre ıskalamasını nasıl açıklarsınız? Ayrıca kitabınızda Osmanlı modernleşmesinde köylü direnişlerinin rolüne de vurgu yapıyorsunuz. Bunu yapmaktaki muradınız nedir?
Köylülere tarihyazımında yeterince yer verilmemesinden başlayayım. Bunun üç nedeni var. Birincisi tüm dünyada modern tarihçiliğin ortaya çıkışından 1960’lara kadar egemen olan tarihçilik anlayışında köylüler gibi toplumsal kesimlere pek yer yok. Köylüler, işçiler, kadınlar ancak toplumsal tarih ekollerinin güç kazanmasıyla kendilerine yer buluyorlar. İkincisi daha çok Osmanlı tarihyazımına özgü; ya da Batı dışı toplumlara dair tarihçiliğe diyelim. Bu önemli engel modernleşme kuramı. Osmanlı tarihçiliği üzerinde de uzun süre etkisini sürdüren modernleşme kuramı “geleneksel” toplumların “modern” toplumlara dönüşme sürecinde aşağı yukarı aynı hattı takip edeceklerini varsayar; bu sürecin aktörleri de seçkinlerdir –reformcu sultanlar, Tanzimat paşaları, Batılılaşmış entelektüeller… Modernleşme perspektifinden bakıldığında köylüler, reformlara, yukarıdan ve dışarıdan gelen etkilere tepki veren pasif unsurlardır. Öznelikleri reddedilir; toplumsal dönüşümün yönünü anlamada hesaba katılmazlar. Köylülerin tarihyazımında göz ardı edilmesinin bir nedeni de kaynak sorunudur. Çoğunluğu okuma yazma bilmeyen köylüler arkalarında genel olarak kentlilere göre çok daha az belge bırakmışlardır. Bu çözülemez bir sorun olmasa da köylüleri çalışmayı daha zahmetli bir iş yapmıştır.
Neyse ki artık bu sorunların ötesine geçen ve köylüleri, köylülüğü, tarımsal ilişkileri araştırma gündeminin merkezine oturtan bir yazın oluşuyor. Ben de kitabımı bu yazının bir parçası olarak görüyorum. Kitapta on dokuzuncu yüzyılda yaşanan köylü direnişlerini reformlarla ve yaşanan dönüşümle ilişkilendirerek tartışıyorum. Osmanlı köylüleri Tanzimat’ın önemini, kendileri için yarattığı sorunları ama aynı zamanda sunduğu olanakları kavramıştı. İzledikleri farklı direniş yöntemleriyle sürece müdahale etmeye, Tanzimat reformlarını radikalleştirmeye, dönüşümün olumsuz sonuçlarından kaçınırken bir yandan da kalıcı kazanımlar elde etmeye çalıştılar. Reformlar salt tepeden dayatılan, bir grup bürokratın tasavvurundan çıkmış adımlar değildi. Uygulanmaları taşranın ve özellikle de taşradaki mülklü sınıfların yoğun biçimde dâhil olduğu bir müzakere süreci sonucunda mümkün olmuştu. Kitaptın temel amaçlarından biri de köylülerin de reformların nasıl uygulanacağı tartışmasına etkin olarak katıldıklarını göstermek.
'BUGÜN SOL OSMANLI'YA YENİDEN DÖNÜP BAKILMALI'
Suraiya Faroqhi, 'Osmanlı Tarihi Nasıl İncelenir?' adlı eserinde ATÜT tartışmalarına değindiği bir yerde, sol strateji kaygılarının bu tartışmalara hakim olmasının entelektüel içeriği fakirleştirdiğinden hayıflanıyordu. Solun Osmanlı’yı anlama, tarif etme gibi çabalarının olduğu 60’lı 70’li yılları içine alan bir dönem vardı gerçekten. Peşinden bugüne değin uzun süren bir ilgisizlik geldi. Sol Osmanlı’ya yeniden dönüp bakmalı mı? ATÜT-feodalizm bağlamının dışında edinimleri olabilir mi Osmanlı’dan?
1960-80 arasında ATÜT tartışmalarına sol strateji kaygısının egemen olmasının olumlu ve olumsuz sonuçlarının olduğunu söyleyebiliriz. Tarihsel ve kuramsal bir tartışmanın siyasal tartışmalarla iç içe yürütülmesi, bu tarihsel meseleye olan ilgiyi artırmıştır. Ama olumsuz bir yanı da oldu kuşkusuz; tartışmaların kuramsal olarak yeterince derinleştirilmesini engelledi. Behice Boran’ın kuramsal titizlik ısrarının dogmatizm ya da kitabîlik olarak görülmesini hatırlayalım mesela…
Bugün sol Osmanlı’ya yeniden dönüp bakmalı tabii ki… ATÜT tartışması belirli açılardan hala anlamlı ve öğretici –kitapta bunu göstermeye çalışıyorum. Ama sadece ATÜT değil. Osmanlı tarihçiliğinde yakın dönemlerde çok ciddi gelişmeler oldu fakat özel ilgisi olanlar hariç sol bu tartışmaları pek izlemiyor. Solda sosyal bilimci akademisyenler dahil Osmanlı tarihçiliğinin güncel olarak takip edildiğini sanmıyorum. İstisnalar olsa da pek çok sosyolog ya da siyaset bilimci meslektaşımız hala eski referanslarla -İnalcık, Keyder gibi- Osmanlı tartışması yapmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla buralardan çıkardıkları kuramsal ya da politik sonuçlar da eksik ya da yanlış oluyor. Oysa Osmanlı tarihinin farklı dönemlerine dair gerçekten iyi tartışmalar var artık. Kuruluş tartışması hala ilginç mesela; 18. yüzyıla ilişkin de iyi bir yazın oluştu son dönemlerde. Baki Tezcan’ın başlattığı “İkinci İmparatorluk” tartışması aklıma gelen bir başka verimli tartışma alanı. Tanzimat reformlarına bakışımız da çok değişti artık. Çiftlik tartışmasının geldiği yeri kitapta göstermeye çalıştım. Velhasıl, sol tüm bu tartışma ve sorunsallardan hem faydalanabilir hem de onlara katkı sunabilir.
Solun Osmanlı tarihine ilgisinin en vurgulu göstereni Şeyh Bedreddin isyanını tutkuyla sahiplenmesi. Burada, Bedreddin’e ait olduğu söylenen düşüncelerle isyan arasında nedensellik ilgisi kurulmasını idealizm olarak tespit edip eleştirenler de var. Siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz?
Solun Şeyh Bedreddin’e ilgisi doğal. İsyan, 1402 yenilgisi sonrası Osmanlı yeniden kurulurken gelen çok önemli ve iddialı bir hamle; asiler yeniden kuruluş sürecindeki alternatif bir modelin doğrudan taşıyıcıları. Ben elbette isyanın oluşumundaki tarihsel ve toplumsal koşullara odaklanılmasını, Bedreddin’in eserlerine odaklanılmasından daha doğru bulurum. Başka bir çalışmamda isyanı köylü direnişleri bağlamında tartışmış olsam da esasen doğrudan çalıştığım konulardan biri değil. Güncel yazına baktığımızda baskın eğilimin Şeyh Bedreddin’in rolünden ziyade bağlamı merkeze oturtmak ve özellikle de hareketin Börklüce önderliğindeki Ege kanadına yoğunlaşmak olduğunu görüyoruz. Şeyh Bedreddin İsyanı yerine 1416 İsyanı denmeye başlanması da bununla ilişkili. Ayrıca öyle anlaşılıyor ki isyanın Ege kanadı hem önderleri hem de kitleleri açısından bakıldığında daha radikal.
'OSMANLI'DA SERMAYE BİRİKİMİNİN DİNAMİKLERİNE YOĞUNLAŞMAK, KAPİTALİZME GEÇİŞİN KİLİT ÖĞELERİNDEN BİRİNİ TARTIŞMAK DEMEK'
Osmanlı’nın kapitalizme geçiş sürecinin özgül çizgileri nelerdi? Bu çizgileri belirtik kılmak, başka türlü söylersek, geçiş sürecine değgin Marksist kuramların vurguladığı evrensel çizgilerden ayırt edici dinamiklere dikkat çekmek, yazına ne kazandırır?
Kapitalizme geçişte tüm ülkelerin izlediği tek bir yol yoktu, dolayısıyla Osmanlı toplumsal formasyonunun da kapitalist üretim ilişkilerinin egemenliğine giden yolda kendi hattını izlediğini düşünüyorum. Osmanlı İmparatorluğu dünyada Batı tarafından sömürgeleştirilmemiş olan az sayıda bölgeden birine denk geliyor. Dolayısıyla büyük ölçüde kendi dinamikleriyle dönüşüyor. Büyük ölçüde diyorum; tamamen değil. Zira sanayi kapitalizmi önce İngiltere ve daha sonra Batı Avrupa’nın diğer bazı bölgelerinde ortaya çıktıktan sonra dünyanın geri kalanı üzerinde önemli etkilerde bulunuyor. Onların seçeneklerini sınırlıyor bir anlamda. Osmanlı’nın da emperyalizm çağında Büyük Güçler’le kurduğu eşitsiz ilişki kapitalizme geçiş sürecini etkiliyor elbette. Yine de, Bağımlılık Kuramı ya da Dünya Sistemi Kuramı’nın söylediğinin tersine, asıl belirleyici olanın iç dinamikler olduğu kanısındayım. Osmanlı’da sermaye birikiminin dinamiklerine yoğunlaşmak, burjuvazinin oluşumu ve iktisadi ve siyasi rolüne vurgu yapmak, kapitalizme geçişin kilit öğelerinden birini tartışmak demek olacaktır.
Osmanlı’nın kapitalizme gecikmesinin faturasını ATÜT’e kesenler var. Üretim aracının devlet mülkiyeti ve artık-ürüne merkez tarafından el konulması burjuva sınıfının ortaya çıkmasını engellemiş, bu yaklaşımın sahiplerine göre. Siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz?
Öncelikle kitapta ATÜT modelini eleştiriyorum. Özetleyecek olursam, ATÜT’ün aşırı derecede Avrupamerkezci, açıkça ampirisist, Avrupa tarihine dair bilgi eksikliklerinden beslenen, anakronik, teleolojik ve politik olarak da sorunlu bir model olduğu kanaatindeyim. Kavramın kendisinin bu kadar çok arazı olduğu için kapitalizme geçiş tartışmalarına da olumlu bir katkısı olmayacaktır. Dahası Osmanlı’da bir burjuvazinin olmadığı iddiasını da yanlış buluyorum. Açık söyleyeyim; bu artık bana göre bir perspektif sorunu değil bir maddi hatadır. Üstelik burjuvazi varsa bile gayrimüslimdi diyen yaklaşımların aksine, burjuvazinin hatırı sayılır bir kısmı da Müslümandı. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren gelişen liberalizmin, 1908 Devrimi’nin arkasında da bu toplumsal dinamik var.
ATÜT'çü yaklaşımın kimi örnekleri üretim aracının devlet mülkiyetinin getirdiği güçlü bir bürokrasiye dikkat çekiyorlar. Egemen sınıf ile onun egemenlik misyonunu yerine getiren politik aygıt/bürokrasi ayrımının Osmanlı'da bulunmadığını tespit ettikten sonra Osmanlı ile Cumhuriyet sürekliliğine vurgu yapıyorlar bu bağlamda. Sizin bakışınız nedir buna?
Aslında Osmanlı’da toplum üzerinde büyük bir kontrolü olan bir bürokrasinin olduğu fikri tarihsel gerçeklikten ziyade bazı politik mülahazalara dayanıyor. Farklı dönemler için baktığımızda, Osmanlı devlet aygıtı aslında çağcıl ve benzerleriyle karşılaştırıldığında o kadar da büyük değil –bunu bütçe gibi yerlerden de izlemek mümkün. Tanzimat öncesi de küçük bir merkezi bürokrasisi var.
Aslında egemen sınıfla bürokratik aygıtın ayrılması, Tanzimat reformlarının en temel amaçlarından biri. 19. yüzyılın başlarından itibaren mülklü sınıfların bazı kesimleri böyle taleplerle geliyor. Dina Khoury 'Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Taşra Toplumu' kitabında bunu çok iyi gösteriyor. Dolayısıyla iki türlü bakış da sorunlu; hem reformları yapan, ülkeyi modernleştiren, yani çok olumlu adımlar atan bir bürokrasi fikrini hem de burjuvaziyi baskılayan, halkı ezen, siyaset üzerinde vesayet oluşturan bir bürokrasi fikrini reddetmeliyiz. Ana hatlarıyla tasnif edecek olursak birincisi modernleşme kuramından beslenen Kemalist bir yaklaşım, diğeri siyasal İslam ve sol liberalizmin paylaştığı bir Osmanlı-Türkiye tarihi okuması.
Oysa 1839’dan itibaren gerçekleşen reformların ve yaşanan dönüşümün güçlü toplumsal dinamikleri var. Dahası, ne geç Osmanlı’da ne de Türkiye’de siyaset üzerinde bir “vesayet” kurabilecek, bağımsız hareket etme kapasitesine sahip bir bürokrasi yok. Örneğin 1908 sonrası seçilen parlamentolarda bürokratlar baskın değil; 1915-24 arası yaşanan mülksüzleşme yoluyla birikim süreciyse doğrudan Müslüman burjuvazinin çıkarları doğrultusunda yürüyor ve burjuvaziye tabi bir devlet aygıtı eliyle yürütülüyor. Neticede kapitalist toplumlarda iktidar burjuvazidedir; Türkiye’de de durum böyle. Bahsettiğim Kemalist, siyasal İslamcı ve sol liberal yanılgıların ortak noktası iktidarın devletin ya da bürokrasinin olduğunu varsaymaları.
Çift-hane modelinin bir hukuki kurgu olduğunu, Osmanlı devletinin vergilendirmeyi kolaylaştırmak için bunu kullandığını söylüyorsunuz. Bu modelin toplumsal yapıya tekabül ettiğini varsayan yaklaşımları karşınıza alıyorsunuz. Eleştirdiğiniz yaklaşımın “yanılgısını” biraz açar mısınız?
Aslında burada eleştirdiğim temel sorun, “hukuki biçimcilik” olarak adlandırılabilir. Siyasa ve iktidar yapıcıları, ya karmaşık bir durumu devlet aygıtı açısından daha basit, takip ve müdahale edilebilir kılmak ya da toplumsal aktörlere bir norm dayatmak için bazı hukuki kurgular inşa eder. Bunlar gerçekliğe tekabül etmeyen, pratik veya siyasi amaçlarla oluşturulan, adı üzerinde kurgulardır. Hukuki biçimcilik (formalizm) bunların gerçek olduğunu, yani toplumun gerçekten de böyle işlediğini varsayar. “Çift-hane” böyle bir modeldir –ki modeli üreten İnalcık’ın kendisi de aslında buradaki gerilimin farkında. Aynı biçimde Osmanlı arazi hukukundaki “miri” kategorisi de hukuki bir kurgudur. Toplumsal gerçeklikle hukuki kurgu arasında her zaman bir açı vardır ama bu açı çok büyüdüğünde kurgu artık taşınamaz hale gelir, çözülür ve düzenlemeyle de ortadan kaldırılır. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı arazi hukukunda yaşanan tam da bu olmuştur.
'KAPİTALİST BİR FORMASYONDA SERBEST OLMAYAN EMEK BİÇİMLERİ VAR OLABİLİR'
İmparatorluğun son döneminde ortaya çıkan çiftliklerin karakterinin feodal mi kapitalist mi olduğu tartışmasına Bulgar Marksist tarihçilerin de, Dünya Sistemi kuramcılarının da aralarında bulunduğu geniş bir tarihçi ve sosyal bilimci grubunun dâhil olduğunu söylüyorsunuz. Siz bu meseleye nasıl yaklaşıyorsunuz? Bilhassa, çiftliklerde serbest olmayan emeğin sömürüsünün pre-kapitalist mi yoksa kapitalist mi olduğunu nasıl açıklarsınız?
“Çiftlik tartışması” olarak bilinen tartışma aslında farklı yaklaşım, sorun ve kuramların iç içe geçtiği, farklı yerlerden müdahaleler alan, çok karmaşık bir tartışma. Burada hızlıca özetleyecek olursam, önemli tartışma konularının şunlar olduğunu söyleyebilirim: Çiftliklerin kökeni ve oluşma biçimi, çiftliklerin feodal mi kapitalist karakterli mi olduğu sorusu, sahiplerinin kimler olduğu, hangi mülkiyet rejimine tekabül ettikleri, iç talebe mi yoksa dış talebe mi yaslanarak meydana geldikleri ve nihayet çiftliklerde kullanılan emek biçimleri. Benim bu tartışmaya yaklaşımın çiftlikleri anlamak için esasen emek meselesine odaklanmamız gerektiği tezinden hareket ediyor. Burada da meseleye benzer bakan bir dizi meslektaşımı izliyorum aslında.
Çiftliklerde serbest emekten köle emeğine kadar giden bir spektrumda farklı emek biçimlerinin kullanıldığını görüyoruz. Ortakçılık gibi çok esnek, çok farklı durumlarda ortaya çıkabilen bir mekanizma yaygın biçimde kullanılıyor. Ayrıca serbest görünen emeğin de borç gibi çeşitli mekanizmalarla toprağa bağlandığını görüyoruz. Kitapta bu tartışmaları bağladığım yer şu: Bazı çiftliklerde serbest olmayan emek biçimlerinin kullanılması o çiftlikleri pre-kapitalist ya da feodal yapmaz. Marx’ın gösterdiği gibi sermaye köylü emeğini melez biçimlerde içerip kendine tabi kılabilir. Çiftliklerin kapitalist mi pre-kapitalist mi olduğu sorusu ancak Osmanlı toplumsal formasyonu bir bütün olarak göz önünde bulundurularak cevaplanabilir. Toplumsal formasyon kavramını kitapta tartışıyorum ancak burada önemli olan bir çıkarımı vurgulamakla yetineyim: Kapitalist bir toplumsal formasyonda (elbette belirli sınırlar içinde –Marx da bu sınırlara Entsprechung kavramıyla işaret etmiştir) serbest olmayan emek biçimleri var olabilir. Osmanlı çiftliklerinde on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde ve yirminci yüzyılın başlarında böyle bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum.