Utanca çıplak gözle bakabilmek
Sahi, utanca çıplak gözle baktığınızda, ona ilgi ve itina gösterdiğinizde tam olarak neler görüyorsunuz? Sahi, yerin dibinin daha da dibi, utanç duygusunun dehlizleri var mı? Sahi, çocuklar ve kadınlar için, doğa için, demokrasi için utançtan ve itirazdan doğan ortak filizler, güzel yarınlar getirir mi?
Utanca çıplak gözle bakabiliyor musunuz?
“Utancı bilerek yaşamak korkunç. Daha korkuncu da var: utancı bilerek yaşatmak”, der Edip Cansever, Aşklar İçinde adlı şiirinde.
2023-2024 eğitim-öğretim dönemi için geri sayım başlamışken okul masraflarının bir yıl içerisinde yüzde 105'lik artış ile minimum 6.755 liraya kadar yükseldiği, çocuk okutmanın lüks haline geldiği, sürecin kaçınılmaz olarak okul terk eğilimine ve mevsimlik çocuk işçiliğine yol açacağı ve dar gelirlilerin harcanabilir gelirinin artık çok büyük kısmının eğitim masraflarına oluk oluk akıtıldığı bir ülkede, fırsat eşitsizliğinin toplumda yarattığı bu utanç tablosuna bakarken gözleriniz acıyor mu?
İzmir’de seyyar gevrekçiler, yarım ve çeyrek gevreği, "Her cebe uygun gevrek fiyat listesi" adı altında satışa sunmaya başlamışken, okullarda ücretsiz yemek adına yıllardır ülke çapında ortak bir politika bile geliştirilemezken, Kocaeli’nde geçtiğimiz gün elektrik akımına kapılan 9 yaşındaki “çocuk işçi”nin ölüm haberini alırken, sizin de boğazınızdan geçen her lokmada derin bir utanç hissi batıyor mu?
Hem de Türkiye, 30 Avrupa ülkesi arasında en yüksek çocuk yoksulluğu oranına sahip 2 ülkeden biri iken, çocukların okulda ücretsiz beslenme hakkı, ücretsiz kırtasiye imkanı gibi haklarından yararlanması için çözümler üretecekken…
“Çocuğun kolu, göğsü, her tarafı açık. Ondan sonra pedofili suçtur. Pedofiliyi sen körüklüyorsun,” sözleriyle gündem olan imama sadece bir kınama ve cüzi miktarda maaştan kesme cezası verilmesi veya Şanlıurfa’da çocukların sıraya girip bir tarikat “şeyhinin” elini öptüğü, adanmışlık, teslimiyet ve itaat duygusunun iliklerine kadar işlediği görüntüler karşısında utancınızın köşesinden sızım sızım gözyaşları damlıyor mu?
Bir yandan Taliban rejimi, Afganistan’da ikinci yılını geride bırakırken, Dubai Üniversitesi’nde eğitim için burs kazanan Afgan kadınları havalimanından geri çevirirken ve kadınları ve kız çocukları nefes almak dışında tüm haklarından mahrum bırakırken, kadın haklarına Cumhuriyet’in ta en başından beri verilen önceliğin önemini anlıyor musunuz?
Bunun karşısında, Urfa’da bazı çevrelerin karma eğitime son verilmesi yönünde çağrılarını giderek daha geniş tabana yaymaya çalışması karşısında onlar adına utanıyor musunuz?
Hem de Afganistan ve İran’a bir zamanlar kadın hakları konusunda bir model ülke olduğumuz gerçeğini anımsayınca…
Afganistan’da kadınların okula gitmesi, çalışması, kuaföre gitmesi, yanında bir erkek olmadan taksiye binmesi, 72 kilometreden uzak mesafeye seyahat etmesi, doktora girmesi ve hatta araba kullanması yasak iken, “cinsiyete dayalı apartheid” diye adlandırılan bu durum karşısında utanıp, Türkiye’de kadının insan haklarında en ufak bir taviz bile verilmemesi gerektiğini görüyor musunuz?
Bu utançtan kurtulmaya çabalamanın en güçlü aracının da, örgütlü kadın hakları savunuculuğu olduğu ve utançla yüzleştikçe mücadele kasının güçlendiği malum. Ancak bir yandan da eşitsizliklerle örülü sistemlerin ayakta kalmak için öncelikle insanlardaki utanç duygusunu köreltmeye çalıştıkları da bilinen bir gerçek.
Utanç ile öfke, utanç ile hesap sorma arzusu beraber yürürler hep… Utancın yanında yöresinde hiç eksilmeyen bir öfke vardır. Ve o öfke, kadın hareketleri gibi, çocuk hakları savunucuları gibi, çevreci örgütler gibi hareketler ve ağlar aracılığıyla sorunlar üzerinde yapıcı, dönüştürücü ve üretken bir hale gelir.
Karşımızda adı konmamış ama örgütlü bir kadın ve çocuk düşmanlığı varken, utançtan yerin dibine girmek yetmez; utanç aynı zamanda bizleri birleştiren ve her türlü düşmanlığa karşı sesimizi yükseltmemizi sağlayan bir duygudaşlık ve “akıldaşlık” olduğunda, bir şeyhin elini öpmek için sıra sıra dizilen çocuk görüntüleri karşısında çocukların üstün yararını, laikliği, seküler rejimi güçlendirdiğimizde, bu akıl dışı görüntüleri topluca sorguladığımızda, itiraz ettiğimizde işe yarar.
Mesela, 2022 yılında uyuşturucu madde kullanmak veya satmak suçlarından güvenlik birimlerine getirilen çocuk sayısı 25 bin 465’ten 27 bin 78’e ulaşmışken, uyuşturucuya başlama yaşı birçok kentte çocukluğa dek inmişken, bu çocukların bu maddelere bu denli kolay erişmeleri ve toplumun onları korumaması, hatta gözden çıkarması karşısında utanıyor musunuz?
Benzer şekilde “sokaklar kasap dükkanı gibi, hiç mi kıskanmıyorsunuz?” diyerek eril tahakkümü kadının giyimi üzerinden çağdışı şekilde yeniden kurgulayarak hemcinslerine çağrıda bulunan kişiler karşısında utancınızdan yerin dibine girmek istediğiniz oluyor mu?
Ülkede kadının istihdama katılım oranları yüzde 30’un altına gerilemişken, annelik “kariyer” olarak dayatılırken, erken evlilik nedeniyle okulu terk eden çocukların ağırlıklı olarak kız çocuklar olduğu bilinirken, mecliste bir siyasi partinin bir temsilcisi bir yandan üç eşliliği savunup diğer yandan “yoksulluk nafakası” mağduru erkeklerin sözcülüğünü yaparken, utançtan yerin bin kat dibine girmek istediğiniz oluyor mu?
Nafaka tartışmasında koşulsuz şartsız “erkek tarafının” yanında kalanlar, “bir gün evli kalıp 10 yıl boyunca nafaka ödeyen erkekler” metaforu etrafında nafakanın kadınlar ve çocukların geçinebilmesi açısından önemini yadsıyan, konunun Medeni Kanun ve uluslararası normlar açısından anlamını sulandıran söylemler karşısında susanların yarattığı utanç ve yorgunluğu duyumsuyor musunuz?
Ülkenin kültür-sanat hayatının giderek çölleştiği, tartışma düzeyinin Devlet Opera ve Balesi’nin varlığını ve devlet sanat kurumlarının sanatı desteklemek konusundaki kamusal görevinin gerekliliğini yadsımaya dek vardığı, “Göktürkler’de bale mi vardı?” diyerek balenin Batı karşıtlığı üzerinden formüle edildiği, sanatın bile kutuplaşma konusu haline geldiği bir ülkede utanca bakınca ruhunuz titriyor mu?
Akbelen ormanındaki kızıl gerdanların, karabaşlı ötleğenin, büyük baştankaranın, çıvgının, karatavuğun, çam baştankarasının sesinin testerelerin duygusuz ve mekanik işleyişi arasında susması karşısında utanç kaslarınızı titriyor mu?
Utancın, o utancın kök sebeplerine karşı bir itiraza dönüşerek toplumsal eşitsizliklere baş kaldırmanın bir aracı haline geldiğini, Akbelen’deki sivil aktivizmin yılmazlığıyla test ettiniz mi?
Türkiye'de, geçtiğimiz sene en fazla göç hareketliliğinin 20-24 yaş aralığında gerçekleşmesi ve Almanya başta olmak üzere birçok Batı ülkesine en gelişmiş beyinlerin arkalarında tüm gemileri yakarak kuş sürüleri gibi göçüp gitmesi karşısında, bu gençleri ülkede tutacak altyapı, refah ve özgürlük koşullarının yaratılamaması, beni günden güne daha büyük bir hüzün ve utanca sürüklüyor.
Gençlerin emeklerinin sömürüldüğü, benlik saygılarının yitirildiği modern kölelik sistemlerine karşı çıkması, geriye kalanlar için utançla hüzün bileşimi ağır bir duygu yükü bırakıyor.
Çünkü geriye kalanlar “açım, geçinemiyorum, kiramı ödeyemiyorum” dediğinde göz altına alınma tehlikesini enselerinde hissediyorlar.
Çünkü geriye kalanlar “barınamıyoruz” dediklerinde üniversiteden atılma riskini bir gölge gibi peşlerinde hissediyorlar.
Çünkü geriye kalanların, çizginin dışına çıkarak konuşmasının bir bedeli oluyor her zaman…
Çünkü geriye kalanlar, üniversiteyi dereceyle bitirseler bile, hayalini kurdukları bir işe başvururken liyakat usulünün uygulanmayacağı ve tanıdıkları olmazsa yükselemeyeceği ön kabulüyle hareket ediyorlar.
Bir de deprem gerçeği ve onun bıraktığı utanç tortuları var… 17 Ağustos’u on yıllardır takvim yapraklarında devamlı anmanın hiçbir işe yaramadığını, eğer yarasaydı 6 Şubat’ın bu denli büyük bir insani enkazı geride bırakmayacağını düşündüğünüzde ülkedeki kural tanımazlık, kapitalist iştah, insan canını hiçe sayan vurdumduymazlığın yansıdığı aynadaki utancın suretine bakabiliyor musunuz?
Daha İstanbul’un taksi sorununu bile çöz(e)meyenlerin ülkesinde yapay zeka tartışmalarının ne kadar anlamsız ve gereksiz olduğunu gördükten sonra, dünyanın dijital devrim gündeminden kopukluğumuz karşısında kalbinizin orta yerine bir utanç dalgası gelip çöktü mü?
Sahi, kadından çocuğa, yaşlıdan gence, kızılgerdandan çam ormanına dek ülkedeki her bir canlının yaşadığı hak ihlalleri karşısında kimimizin vicdanında utancın kütlesinde son dönemde bir artış oldu. Utanmak, insan olmanın ve gündelik siyaset karşısında duyarlılık göstermenin bir bileşeni haline geldi.
“Bir kadın olarak kentim yok. Bir kadın olarak kentim tüm dünya,” diyen Virginia Woolf’un izinden giderek tüm kentlerdeki kadınların yaşadıkları hak ihlalleri karşısında kahroluyoruz, ülkemizde balkondan şüpheli şekilde düşerek yaşamını yitiren genç kadınlar, çocuğunu okula boş beslenme çantasıyla göndermek zorunda kalan anneler için endişeleniyoruz, onlara sosyal devletin şefkatli eli ulaşmadıkça kahroluyoruz.
“Hamile haliyle” toplumsal yaşama katıldığı, “toplumsal hassasiyetlere” aykırı yaşamlar sürdürdüğü için toplumun dış çeperlerine itilen, “ayıplayanlar korosu” eşliğinde kınanan, ötekileştirilen kadınların düşürüldüğü durum karşısında utanıyoruz.
Herkesin ortasında kahkaha atmanın “iffetsizlikle” suçlandığı, ancak tarikat yurtlarında yaşanan çocuk istismarının “bir kereden bir şey olmaz” diyerek aklandığı bir ülkede biz hep utandık. Tıpkı Carlo Ginzburg’un “Utanç Bağı” yazısındaki gibi: “İnsanın ait olduğu ülke, adına utandığı ülkedir. Utanç, sevgiden daha güçlü bir bağ olabilir.”
Hepimiz 301 madencinin katledildiği Soma faciası sonrasında da, Şubat depremlerinde elli binin üzerinde kişi öldüğünde ve çoğu da kimsesizler mezarlığına gömüldüğünde, Kızılay çadırları Ahbap’a parayla satıldığında da hep “utandık”. “Nasılsın?” diye soranlara, “ülke gibi enkaz halindeyim”, dedik.
Utanabilenler olarak kendimizi utancımızın rahminden yeniden doğurduk…
Cogito’nun yaz sayısının konusu “Utanca Bakmak” idi. Kapağını Raşel Meseri’nin “Yerin Dibi” başlıklı kağıt üzerine oje çalışması süslüyor. Utanmayı o kadar güzel özetleyen bir duygusal dışavurum ki bu çalışma, insan uzun süre kapağı hayranlıkla incelemekten derginin içine süzülmekte gecikiyor.
Cogito’nun bu sayısında sevgili Aylin Kuryel, o mükemmel sunuş yazısındaki birçok tespitinin yanı sıra, çok kıymetli bir tespitte bulunuyor: “Halkların, bedenlerin, dillerin, şehirlerin ve doğanın sistematik şiddete maruz kaldığı bir ülke tarihinde, şiddetin öznesi ve/veya tanığı olmak; yıkıma, kayıplara, katliamlara sessiz kalmak, unutmak, hayatına devam etmek zorunda kalmak…”
Kuryel, utancın sonucunda kişide Nobel ödüllü Fransız yazar Annie Erneaux’nun söylediği o “asi dil”in yeniden kurulup hak mücadelesinin kolektifleştirildiğine ve utancın toplumsallığı harekete geçiren yönüne dikkat çekiyor.
Kuryel, utancı, “bedensel, sosyal ve politik bir olgu” olarak görüyor.
Ve yine Kuryel’e göre, “Tecrübe edilmesi zor ve yaralayıcı izler bırakabilen utanç, tahakküm biçimlerini ifşa etmek, dönüştürmek ve bu süreçlerde deneyimleri paylaşmanın yollarını aramak adına özenli bir bakışı hak ediyor. Utanca bakmak, bu yüzden bir anlamda ona ilgi ve itina göstermek anlamına da geliyor.”
Sahi, utanca çıplak gözle baktığınızda, ona ilgi ve itina gösterdiğinizde tam olarak neler görüyorsunuz?
Sahi, yerin dibinin daha da dibi, utanç duygusunun dehlizleri var mı?
Sahi, çocuklar ve kadınlar için, doğa için, demokrasi için utançtan ve itirazdan doğan ortak filizler, güzel yarınlar getirir mi?