'Üvey' kalan kuşakların romanı
Okan Çil’in üç kuşak üzerinden bireyin çıkmazlarını toplumsal düzlemde ele alarak Karabağlar merkezinde irdelediği “Üvey” romanı yayımlandı. Çil, romanında toplumun sinir uçlarına mercek tutuyor.
"Üvey" 1940’lı yıllarda başlasa da geriye dönüşlerle birlikte yüzyılı aşkın bir zaman dilimini kapsıyor zira karakterlerin geçmişleri de kurguda önemli bir yer tutmakta. Böylelikle Abdülhamit döneminden, 31 Mart Vakası’ndan, Kurtuluş Savaşı’ndan, Büyük İzmir Yangını’ndan, Türkiye-Yunanistan arasındaki mübadeleden bahseden eski zaman karakterlerle 1940’lı yıllarda Karabağlar’da Karatekeli Süleyman’ın fırınında başlar anlatı. Ardından Karatekeli’nin üvey oğlu Cezmi’yi odağa alır anlatıcı. Annesi onu doğururken ölmüş, babası Recep ise Harami Hasan tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür. Karatekeli’nin karısı Raziye Ana da iki düşük yaptıktan sonra üçüncü çocuğa tövbe etmiş, çift de Cezmi’yi evlatları gibi benimsemiştir. Cezmi’nin görevi ekmekleri dağıtmaktır, ekmekleri dağıtırken de herkesi dinler, insanlara hoşgörüyle yaklaşır. Böylece herkes tarafından sevilen bir delikanlıdır. Tabii onun da bir sevdiği vardır: Kahveci Bekir Sıtkı’nın kuması Gülşah. Başkasının karısına göz koymayı kendine yediremese de duygularını dizginlemekte de zorlanır Cezmi. Üstelik genç kadın mor bileklerini gösterip delikanlıdan medet umarak kendisini kaçırmasını istemiştir. Çaresiz derde düşen Cezmi, bir gün babasının katili Harami Hasan’ı kasabada görür, hem de Bekir Sıtkı’nın yakın dostu olduğunu anlar. Böylece en yakın arkadaşı Gariban ile ikisinin de hayatını mahvetmek üzere bir plan yapar fakat bu planla birlikte kendi hayatını mahvedecektir…
Böylece romanın ilk bölümü olan “Sabah” sona erer, ikinci bölüm “Öğle” başlar. 12 Mart sonrasıdır dönem. Bu bölümde Cezmi, Fatma Hanım ile evlenmiş, İbrahim adında bir oğlu olmuştur. Mizaç itibariyle çekingen olan, cesaretini toplayarak sevdiği kadına, Selma’ya bir türlü açılamayan İbrahim, babasının bakkal dükkânını çalıştırmaktadır. Kendisinin dahi anlamadığı bir sebepten ötürü ülkücülerle yakınlaşır. Selma’yı ülkücülerin aradığı, işçinin, emekçinin haklarını savunmaya çalışan Murat isimli genç ile görünce bir anlık öfkeyle adamı gammazlayacak, tıpkı babası gibi hem kendisinin hem de başkalarının hayatını mahvedecektir.
“Akşam” başlıklı son bölümde ise İbrahim’in oğlu Yiğit ön plandadır. Garsonluk yaparak hayatını kazanan delikanlı bu hayattan nefret eder. Tek bir hayali vardır: Yurtdışına gitmek. Böylece gözüne Yunanistan’ı kestirecek, oraya gitmek için hırsızlık başta olmak üzere türlü tertipler döndürecek ama nihayetinde tıpkı babası ve dedesi gibi yanlış olanı seçecektir ama tek bir farkla: Başkalarınınkini değil, sadece kendi hayatını mahvedecektir.
Böylelikle dede-baba-torun/Cezmi-İbrahim-Yiğit üzerinden neredeyse bir asırlık tarihe şahit oluruz. Kurgu bu üç karakter üzerinden ilerlese de budaklı bir anlatı söz konusudur. Yani, yan karakterlerin de geçmişleri ve iç dünyaları okura aktarılır. Öyle ki bir karakterden diğerine geçişler merceği sürekli dönen bir kamerayı andırır. Sinematografik bu tahkiye zincirini ana karakterlere yumuşak geçişlerle okura sezdirmeden bağlar anlatıcı. Böylelikle sadece zamanın değil bireyin ve toplumun da panoramasını görürüz ki romanda geçen dönemlerin hem sosyo-ekonomik hem de siyasi iklimini de es geçmez. Dikkate değer bir husus; hâkim ve gözlemci bakış açılarını harmanlayan üçüncü tekil anlatıcı sadece anlatır, taraf tutmaz. Ne bir mesaj verme kaygısı vardır ne de kendini belli etme. Buna rağmen varlığını sezdirir. Elinizdeki metni göz ucuyla sizinle birlikte okuyan bir yabancı misali yanı başınızdaki oyunbazdır. Oyunbaz, diyorum zira ifadelerini “pek belli olmazdı” diye bitirdiğinden asıl cevabı biliyor da okurdan saklıyor, sırf anlatmanın tadına varmak için anlatıyor gibidir. Başka bir deyişle anlatıcısını var eden bir anlatı, anlatısını var eden bir anlatıcı; yani bir oyunsuluk söz konusudur.
Karabağlar ise kader pergelinin ucunun saplandığı noktadır. Karakterler pergelin çizdiği çemberin sınırlarına ulaşırlar fakat bir şekilde dışına çıkamazlar. Bu bağlamda Karabağlar, karakterlerin kaderini tayin eden muktedir-kahraman olarak da okunabilir.
“Üzüm bağlarıyla kaplı, üç beş yüz insanın yaşadığı bir yer olan Karabağlar, aradan geçen yıllardan sonra ufak parçalara ayrılmış, paylaşılmış ve ne idiği belirsiz, gecekondudan hallice bina yığınlarıyla çepeçevre sarılmıştı. Sırtında on binlerce insan vardı; orta hallisi, yoksulu, üçkâğıtçısı, hırsızı, katili, suskunu… Hiç kimse hâlinden memnun değildi. Suç çok, suçlu yoktu. On binlerce insanı birleştiren en büyük duygu, aynı semtte oturmaları değil, bu semte olan öfkeleriydi. Zaman zaman komşularla söyleşip iki kahkaha atsalar da, fırsatını bulur bulmaz defolup gideceklerini içten içe biliyorlardı. Bunu başaranlar gizleyemedikleri bir kibirle etrafa neşe saçarken, geride kalanlar onlara yalandan gülümseyip dikiş tutmaz bir öfkeyle beddua ediyordu. Ve nedense Allah bedduaları daha çabuk kabul ediyordu.” (s.177)
Anlatıda da görüldüğü gibi sakinlerinin kaderlerini tayin eden bu muktedir-kahraman tekinsiz, karanlık, huzursuz bir mekân olmasının yanı sıra bedduaların daha çabuk kabul edildiği uğursuz, âdeta lanetli bir yerdir de. Ancak karşıt bir okumayla bunun tam tersini söylemek de mümkün. Her yerdeki gibi insanın insanın kurdu olmasından dolayı 'öteki'nin 'ben'i var etmemesidir asıl sorun. Yine de günah keçisi Karabağlar olur. Bu okumayla, lanetli kent mitosu yıkılır, ateşten korkan Prometheus mitosu, yani bir anti-mitos karşımıza çıkar. Karabağlar ise habitustan ziyade simulakruma dönüşür. Karabağlıların hayatı da bir simülasyona. Esas itibariyle birçok düşünür bu konuyu kitle iletişim araçları ve medya bağlamında irdelese de simüle etmek insan doğasında vardır, tıpkı Cezmi’nin İbrahim’e söylediği gibi:
“İnsan en büyük yalanları kendiyle dertleşirken söyler a oğlum. Haklı çıkmak için herkesi aptal yerine koyar. En kallavi lafları önceden hazırlayıp bu laflara uygun düşen kavgalar çıkarır; hasılı, konuşur da konuşur. N’olur sonra? Hiç… Hep yalan dolan.” (s.158)
Sözün özü, varlık bilincini ıskalayarak kendi olmaklığını öteleyen birey sadece hayata değil kendine de üvey kalır. İşte bu üveylikleri konu edinen; Pamuk Nine, Trenci Abbas gibi yan karakterleri dahi son derece vurucu şekilde kurgulanan incelikli bir roman olarak karşımıza çıkar “Üvey.”