Uzadı geceler sabah olmuyor: Neden olmuyor?
Erbakan posterinin altında buluşmanın ya da Seval Türkeş ziyaretinin uyandıracağı duygulara muhtaç olacak kadar özgüvenini nasıl kaybetti CHP? İki kadın siyasetçinin bir cümlede anılmasından rahatsız olacak kadar nasıl ezildi İYİP’li erkeklerin özsaygıları? Siyasi muhalefeti, sivil toplumdan, toplumsal muhalefetten, iktidarın zaten dışladığı yerel ve toplumsal talepleri seslendirmekten bu denli korkutan ne?
Üzerinden biraz geçti, artık gündemimizde değil ama bu yazının çıkış noktası muhalefetin kutuplaşmayı aşma ve AKP-MHP koalisyonuna karşı geniş bir ittifak örgütleme çabaları çerçevesinde, Saadet Partisi’nin davetiyle Necmettin Erbakan posteri altında buluşma performansı. Ondan evvel de benzer bir vaziyet, verili durumda söz konusu ittifakın kurucu evi pozisyonundaki CHP ahalisinden gelmiş, olmayacak bir günde Seval Türkeş ziyaret edilmekle kalmamış, görüntüler servis edilmişti. Her ikisinde de şuydu denmek istenen: “Memleketin geleceği mevzubahis olduğunda kırmızı çizgimiz yok.”
Yok mu gerçekten? Olmaz olur mu? HDP’nin siyasetteki anlam ve önemi var mesela. Türkiye’nin ne dediği hiç anlaşılmayan dış politikası var. İlkinde perde arkasından bütün işleri yönettiği varsayılan Zümrüd-ü Anka misali, ismi var cismi yok, bir “devlet”in, ikincisinde kimin, neye göre belirlediği ya da gözettiği konusunda kimsenin hiçbir fikre sahip olmadığı “milli çıkar”ların ürettiği kırmızı çizgiler var. Bir şey daha var, kırmızı çizgiden çok, kocaman kıpkızıl bir elmayı andırıyor: İktidardaki ve muhalefetteki tüm partilerin üzerinde uzlaştıkları “ya hu halk ne anlar siyasetten” kibri. Yönetimine talip olunan kalabalığın parçaları bir araya getirip hikâyeler kurmaktan aciz olduğu ve bu nedenle önüne konan tabakta ne varsa içeriğini hiç sorgulamadan mideye indireceği zannı. Aslına bakarsanız bütün diğer kırmızı çizgiler, bu kıpkızıl elmanın konturlarından ibaret.
Herkes bütün dikkatini “algı operasyonları”na vermiş gibi görünüyor. O da tabii sembollerle olur. Sembolik buluşmalar, sembolik görüşmeler, sembollere saygıda kusur etmemeler... Sembollerden sembollere göndermeler yapmalar, istenmeyen semboller görünmesin diye üstünü örtmeler, sembolik fetihler, geri çekilmeler... Böyle arka arkaya gelince geçtiğimiz günlerde bir grup yurttaşın Uygurlara uygulanan mezalimi protesto etmek için karton kutulardan inşa ettikleri Çin Seddi’ni yıktıkları sahneler geldi aklıma. Bütün o sembolik kırmızı çizgilere tutunma ya da onları aşma performanslarının damakta bıraktığı tat tam öyle bir şey. Erbakan posterinin altında buluşmak ya da Seval Türkeş’i ziyaret etmekle, Hollanda’yı protesto etmek için portakal soymak arasında emin olun hiç fark yok. Çünkü bu sembolik sınırları aşma, kavuşma girişimleri hikâyeden, dolayısıyla bir mesnetten, yani dayanaktan yoksunlar. Bir sözleşme ve hatta dayanışma önermiyorlar. Asıl yapılması gerekeni geçiştiren, doğru olanın yerini alan yanlış işler. Mevzuların etrafında dolaşmanın, bir türlü sadede gelememenin işaretleri. Niye geciktiriliyor asıl yapılması gereken? Doğru hamlenin yerine yanlış adımı ikame ettiren ne? Kesinlikle koşulların yarattığı çaresizlik değil. Hayal gücü, özsaygı yoksunluğu, tembellik ve özgüvensizlikten muzdaribiz.
Birbirini besleyen bu dört halin her biri için geçerli ortak bir sebebi var siyasi partilerin: Parti örgütleri arasındaki kutuplaşma, rekabet ve restleşmelerin tabanda da var olduğunu zannediyorlar. Sanıyorlar ki onlar birbirlerine saydırınca halk da yapıyor onu. Kendilerini imam, seçmeni cemaat olarak görme yanılgısı içindeler. Sanki seçmen görmüyormuş gibi yukarda olup biteni. Vaziyetin bu olmadığını ispatlayan verilere de kat’a güvenmiyorlar. Çünkü iktidarın yarattığı “algı operasyonları” parti teşkilatlarını, yöneticilerini halktan daha çok etkiliyor. Mesela Metropoll’ün yaptığı “Kararsızlar” konulu araştırma kutuplaşmanın iktidar nimetlerinden yararlananlar ve yararlanmayanlar ayrımında şekillendiğini gayet net ortaya koyuyor. HDP karşıtlığının, iktidar partilerinin bu konuya yaptıkları siyasî ve idarî yatırımlardan beklentilerinin çok gerisinde kaldığı rahatlıkla anlaşılıyor. (AKP’ye asla oy vermem diyenlerin oranı yüzde 26,4, HDP’ye asla oy vermem diyenlerin oranı yüzde 26). Bu da üstesinden gelinmeyecek iş değil. Sebebi çok açık, HDP iktidarda değil. Çare, partili muhalefetin gönül birliği arayışından vazgeçip, akıl ve işbirliği yapmasına bakar. Hem siyasî partiler niye varlar ki? Eğer akılları, iktidarın olanca bölme, parçalama çabalarına rağmen birbirine bunca yaklaşmış tarafları uzlaştırmaya çalışmayacaksa neye çalışacak?
İktidardaki koalisyonun ortakları özgüven ve özsaygı eksikliklerini, “devlet”in acı kuvvetini işe koşarak telafi ediyorlar ne zamandır. Bu nedenle görünür şiddet arttıkça, mesela sokak serserileri gazetecilerin üstlerine salındıkça, 8 Mart günü ritme göre zıplayan kadınlar gözaltına alındıkça, üniversitesini çürümekten kurtarmaya çalışan öğrenciler terörist ilan edildikçe idari kapasitenin nasıl bir erozyona uğradığını ve ayaklar altından kayıp giden toprağın asfalt şiddetiyle ikame edilmeye çalışıldığını görüyoruz. İktidar, her şiddet performansında münbit bir toprak parçasını daha kaybediyor.
Aynı özgüvensizlik muhalefette, sembollerden örülü bir ittifak denklemi kurma girişimlerinde göze çarpıyor. Oturup hakiki sorunlar üzerine, hakikaten konuşup, hakikaten anlaşmak ve AKP-MHP sonrasında oluşacak siyasal hakikati tesis edecek olan halkın dikkatine sunmak yerine önce birbirlerinin kutsallarına selam durmak zorundalar. Affedersiniz, yanlış söyledim; iktidardaki partinin tayin ettiği kutsalların birbirlerindeki izdüşümleri önünde eğilerek, iktidarı iktidar yapan çoğunluğun gönlünü kazanma derdindeler.
Özgüvensizlik ve özsaygı eksikliği bu tarz-ı siyasetin neresinde biliyor musunuz? Mesela CHP ne zaman ortaya bu türlü bir performans koysa şunu demiş oluyor: “Benim temsil ettiğim, hayata geçmesi için mücadele ettiğim değerler benden başkasını ikna edecek kudrete sahip değil.” Yani, “kimseyi kendime, öyküme ikna edemem; kendimde, öykümde, vaatlerimde benden başka kimseyi cezbedecek tek bir şey yok. Bu öyküyü ayakta tutmak için, kendimi şu an çok satan öyküye iliştirmek zorundayım.” Bu da iliştirilmiş muhalefet yapmak demek.
Aynı şeyi İYİP de yapıyor. Örneğini, Ekrem İmamoğlu’nun -bence çok doğru bir hareketle- Meral Akşener ve Pervin Buldan’ı aynı tweette andığı 8 Mart kutlamasıyla gördük. İktidarın HDP üzerinden tarif ettiği “yerli” ve “milli” hatlara dönüverdi pek çok İYİP’li. Şunu dediler bir kez daha: “Tamam biz de milliyetçi bir partiyiz, merkeze de talibiz, ama ‘yerli ve milli’ olanı yeniden tarif edecek kudrette değiliz. Bu kavramları iktidarın tarif ettiğinden farklı ve daha kapsayıcı kılacak hayal gücünden yoksunuz. Hem kimse bize inanmaz ki o zaman!” Daha fenası, “iddialıyız, makul siyaseti yeniden kuracağız. Ama kimse de bizim duygularımızla oynamasın.” Bu duygularla oynama meselesine sonra tekrar döneceğim.
Benzer bir durum daha içinden çıkılmaz bir halde Deva, Gelecek ve Saadet partileri için de geçerli. Çünkü iktidarın büyük ortağıyla şu ya da bu şekilde sahip oldukları tarih birliğine yatırım yapıyorlar. Ata mirasından nasıl vazgeçsinler değil mi ama? Saadet’in Erbakan’ı var, başka nesi olduğunu bilmiyoruz. Deva ve Gelecek ise, AKP ve Erdoğan ile, bu “marka”ların tarihi arasına girmek ve hak ettiklerini düşündükleri mirası bu yolla almak istiyorlar. Mümkünse mirasın içindeki borçlara değil, alacaklara talipler. İyi ama kamu vicdanı o işleri öyle ayırdetmez. Alacağa talip olan, borcu da üstlenir paşa paşa. Bu ikircikli vaziyet yüzünden söyleyebildikleri, “AKP’nin yaptığı iyi şeyler bizden, kötü şeyler orada kalanlardan sadır olmuştur”dan ibaret. Neticede, kendileri de dahil olmak üzere kimseyi ikna edemediklerini, evvela nefis muhasebesi talep edildiğinde canhıraş savunmaya geçmelerinden ve sonra da siyasette gereğinden fazla rol oynamasından herkesin şikâyet ettiği anketlerden anlıyoruz. Gelecek ve Deva söz konusu olduğunda nefis muhasebesi taleplerine karşı geliştirilen savunmalara duygusal, anket değerlendirmelerine ise rasyonel bakma eğilimleri göze çarpıyor.
Hal böyle olduğu için muhalefetteki siyasi partiler ne tek tek ne de bir araya gelme performanslarıyla inandırıcı olabiliyorlar. Neden biliyor musunuz? Hikâyede yalnız onlar var, biz yokuz. Ne tek tek ne de yan yana gelerek söyledikleri, yaptıkları hiçbir şeyde biz yokuz. Giremiyoruz bir türlü hikâyeye. Gaspedilen haklarımız ve hayatlarımız yok, işsizliğimiz, açlığımız, ortada bırakılmışlığımız, canından vazgeçilmişliğimiz, sesi kısılmışlığımız, sözü kesilmişliğimiz, her gün şu ya da bu nedenle cezalara çarptırılmışlığımız yok. Yine de bizden kahramanın kendileri olduğu bu hikâye karşısında duygulanmamızı istiyorlar. Siyasetin yerine propagandayı koyuyorlar; fotoğrafları, sloganları, el işaretlerini, jestleri, mimikleri, bağırış çağırışları, laf sokuşları, ima edişleri. Fakat duygularımız yorgun. Bitmek bilmez müşterek travmalarla uğraşıyoruz. Yaslarımızı tutamıyor, öfkelerimizi dile getiremiyor, evlerimizde huzurla uyuyamıyoruz. Herkes tedirgin ve sebebi halin kötülüğü değil, kimsenin çözüm önerileri konusunda çalışmaması, çalışır görünenlerin rahatlarına düşkünlükleri. İnisiyatif alsınlar diye seçip bilmem nerelere gönderdiğimiz insanların çoğu zaman hiç olmayacak saçmalıklarla bizi oyalamaları.
Oysa bizim aklın sükûnetine ihtiyacımız var; mühendislik hesaplarıyla çatılmış oy aritmetiklerine değil, aklımızı işe koşan yol ve yordamlara... AKP’ye bakıp o ne yapıyorsa onu yaparak kalabalıkları büyüleyen bir muhalefete ihtiyacımız yok. Çünkü büyüden, esrardan yorulduk. Daha çok bilmeye, haberdar edilmeye, bir adım sonra neyle karşılaşacağımızı öngörmeye, bunun için dayanışmaya, ortak hayatımızın mecrası ve kuralları belirlenirken sesimizi duyurabilmeye ihtiyacımız var. Duygularımız harap oldu her gün bir uca savrulmaktan. Onların rahat bırakılmasına muhtacız.
Risale şeklinde kaleme aldığı kitaplarıyla Türkiye’de de hayli popüler olan Byung Chul-Han, içinde bulunduğumuz (kimi sevgili kâhinlere bakılırsa sonlarına yaklaştığımız) neoliberal kapitalizmin en önemli sermayesinin duygularımız olduğunu söylüyor. Duygular da tıpkı güdüler gibi limbik sistem tarafından yönlendiriliyor ve yarı-bilinçli, psiko-güdüsel, yani düşünmeden harekete geçerek ürettiğimiz davranış örüntülerine yönlendiriyorlar bizi. Neoliberal psiko-politika duyguları ele geçirerek bizi (sonuçlarını) düşünmeden hareket etmeye zorluyor. (1)
Duygusallık öznel, durumsal ve değişken, akılcılık nesnel, genellenebilir ve istikrarlı olmakla ilgili. Koşullar değiştiğinde duyguların hücumuna uğruyoruz ve algılarımız şaşıyor. Aklımız tekrar devreye girmek için koşulların istikrara kavuşmasını, tutarlı bir zemini ve şeylerin tekrar bir düzen içinde hareket etmesini bekliyor. (2) Buradan bakınca artık neredeyse her gün yaşadığımız her bir ekonomik, toplumsal, siyasal krizin duygularımızı ve algılarımızı yöneten bir operasyon olarak tabağımıza konduğunu anlamak için yurttaş olmak yeterli. Kötüye giden bir değişimi iliklerimizde hissetmeliyiz ki durup “şimdi tam olarak ne oldu?” diye düşünemeyelim, denize düşenin yılana sarıldığı gibi sarılalım mevcut bakış, aslında batış açılarına. Yani kapılıp gidiverelim bahtımızın rüzgârına. Başka türlüsünü aklımıza getirmeyelim. Nemize lazım!
Soru şu, böyle yaşamamızı isteyen bir iktidara nasıl muhalefet edebiliriz? Sandallarımızı onun yarattığı duygular denizine indirerek mi? Rüzgârın yönünü tespit etmek için onun açtığı bayraklara, posterlere, sembollere mi bakacağız? Yoksa, birbirimize zaten çok yıpranmış duygularımızla değil aklın ve yordamın açtığı yollardan yaklaşarak mı?
Erbakan posterinin altında buluşmanın ya da Seval Türkeş ziyaretinin uyandıracağı duygulara muhtaç olacak kadar özgüvenini nasıl kaybetti CHP? İki kadın siyasetçinin bir cümlede anılmasından rahatsız olacak kadar nasıl ezildi İYİP’li erkeklerin özsaygıları? Siyasi muhalefeti, sivil toplumdan, toplumsal muhalefetten, iktidarın zaten dışladığı yerel ve toplumsal talepleri seslendirmekten bu denli korkutan ne? Hadi hepimiz duygularımızla oynana oynana tepe sersemine döndük, parti kuracak ve kurulmuş partileri sürdürecek kadar akıl sahibi olduğu iddiasında olan bu insanların başına ne geldi ki savrulup duruyorlar hayattan, dünyadan ve hatta kendinden bile kopmuş bir iktidar koalisyonunun “algı operasyonları” karşısında?
El-cevap: Allah kimseyi bulduğundan etmesin diye bir dua vardır biliyorsunuz. Onları muhafazakârlaştıran şeyin ellerindekini kaybetme korkusu olduğunu düşünmek için çok sebebimiz var. Yani vaziyetleri bizden beter. İlkeler ve değerler üzerinden değil, korkular ve endişeler üzerinden muhafazakârlaşıyorlar. Bu yüzden, bir muhalefet performansı olarak karton kutulardan AKP-MHP yapıp devirmekte bir sakınca görmüyor, aklımızı azımsıyorlar. Tabii eğer akıllarının çalışabildiği muhalefet formu bundan ibaret değilse.
O zaman iş başa düşüyor. Ettikleri iki cümleden birinde “makul” kelimesini geçirmenin makul olmaya yetmediğini; iktidarın yarattığı duygu sellerine gark olmanın kimseyi ikna etmediğini; sembollerle, bitmek bilmez duygu transferleriyle, AKP-MHP koalisyonunun yaptığı “algı operasyonları”na, karşı-operasyonlarla cevap vermekle vs. oyalanmak yerine yapabilecekleri pek çok şey var. Gönlümüz yerine aklımızı çelmek için uğraşabilirler. Bizi alabildiğine istismar edilmiş duygularımızla değil, aklımızla dahil edebilirler siyasetlerine. Hiç varolmamış hissi beraberlikler icat etmeye çalışmaktansa, yokluğuyla ömürlerimizden ömür çalan müşterek aklı işe koşabilirler.
1- Byung-Chul Han, Psychopolitics: Neoliberalism and new technologies of power, Verso Books, 2017, s. 48
2- a.g.e. s. 46
Ayşe Çavdar Kimdir?
Önce gazeteci, sonra akademisyen, bir süredir Almanya’da yaşıyor. Kent çalışmaları ve kültürel antropoloji disiplinleri içinden İslamcılık, milliyetçilik, dindarlık vb. konularla uğraşıyor.
Siyasi merkezi tarif etmek: Geleceğin eşiği 04 Ekim 2021
Kamu alemin derdi ve yok hükmünde bir itibar 27 Eylül 2021
Endişenizi nasıl alırsınız? 20 Eylül 2021
Kamu alemde bir hafriyat aracı: Utanç 13 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI