Vahap Coşkun: HDP'nin, baskıları yalnız başına boşa çıkarması mümkün değil
HDP’ye yönelik baskıları değerlendiren akademisyen Vahap Coşkun, iktidarın hukuk ve demokrasi karşıtı eylemlerinin önlenmesi için diğer muhalefet partilerinin de sağlam durmasına ihtiyaç olduğunu söyledi.
DİYARBAKIR - HDP Diyarbakır il binası ile Yenişehir ilçe binası perşembe günü polis tarafından kuşatıldı, iki binada da aramalar yapıldı. Yenişehir’de aramalar erken bitti ve ilçe eşbaşkanları gözaltına alındı. İl binasındaki aramalar ise uzun sürdü ve akşamın geç saatlerinde, bütün gün il binasında tutulan il eşbaşkanları emniyete götürüldü.
İki binada da hard diskler, partinin afişleri, pankartları suç delili sayılarak emniyete götürüldü. Operasyonun gerekçesi de zaten Yenişehir ilçe binasına bir kişinin pankartla girdiğine dair bir ihbardı.
Partililer il binası önünde, polis barikatının ardında arama işlemlerinin bitirilmesini bekledi. Aslında izlediler demek de mümkün. İzlerken bir öfke vardı HDP’lilerde elbette ama bir şaşkınlıktan söz etmek mümkün değil. Çünkü Diyarbakır il binası ilk kez polis operasyonuna maruz kalmıyordu, daha önce de değişik vesilelerle basıldı, bina içinde milletvekilleri tartaklandı, partililer gözaltına alındı.
Savcı ve kolluk tarafından bir partinin il binasına baskın yapma 'alışkanlığı', bütün siyaset aleminde de bir alışkanlığa neden olmuş olmalı ki kimse olayla ilgilenmedi. Parti binasının yasalarla belirlenen ayrıcalıklı konumunun bir ihbarla unutuluvermiş olmasını HDP’liler 'hukuksuzluk' olarak değerlendiriyor ancak bu duruma karşı da Meclis’te grubu bulunan diğer partiler de sessiz kalma 'alışkanlığını' sürdürüyor. Oysa olaylar Diyarbakır gibi önemli bir şehirde geçiyor.
Bunlar olup biterken siyasete ve siyasi partilere liberal perspektiften bakan akademisyen Vahap Coşkun’la HDP’yi, HDP’ye yönelik baskıların nedenlerini, muhalefet partilerinin HDP’ye ikircikli yaklaşımını, Gelecek Partisi ile DEVA Partisi’ni, kayyımları ve Diyarbakır’ı konuştuk.
'OPERASYONUN GERÇEK HEDEFİ GİZLENMİYOR'
Önce HDP’yi sormak istiyorum. HDP’lilere yönelik gözaltılar, belediyelere kayyım atamaları, milletvekilleri hakkında hazırlanan fezlekeler ile hükümet ve hükümete yakın medyada HDP’nin Meclis’teki 3’üncü siyasi parti değilmiş gibi “terör örgütü” olarak verilmesini nasıl değerlendirmek gerekiyor? Hükümetin buradan elde etmek istediği sonuç nedir?
Kobanê olaylarıyla ilgili HDP’ye yapılan operasyona dair iki mühim noktanın altı çizilmeli. Biri, bu operasyonların temelinde hukuki değil siyasi ihtiyaçların olmasıdır. Altı yıllık bir dosya bu; daha önce bu dosyayla ilgili birçok işlem yapıldı. Hukuki açıdan böyle bir operasyonun yapılmasını gerekli kılan herhangi bir yeni delil ya da soruşturma söz konusu değil. Başsavcılığın yaptığı açıklamada, bu operasyona dayanak teşkil edecek herhangi bir ifade yok. Hülasa bu operasyon, maddi gerçeği ortaya çıkarmak için değil, siyasi amaçlara hizmet etmek için yapıldı. Yabancı olunan bir tavır değil bu. Devlet, kullanışlı olduğunu düşündüğü bazı önemli dosyaları kapatmıyor, açık bir şekilde rafta tutuyor ve zamanı geldiğinde bu dosyaları raftan indirip kullanıyor.
Diğeri ise, bu operasyonun geçmişe değil geleceğe dönük yapıldığıdır. Daha açık bir ifadeyle gaye, altı yıl önceki olayları aydınlığa kavuşturmak değil, gelecekte yapılacak seçimler için siyasal alanı tanzim etmektir. İktidar, HDP’yi şeytanlaştırıp HDP üzerinden siyasal kutuplaşmayı derinleştirmeyi ve muhalefetin bir araya gelebileceği zemini tahrip etmeyi amaçlıyor. Nitekim iktidara yakın kalemler köşelerinde bunu açıklıkla dile getiriyorlar. “HDP’ye yönelik operasyonlarla İYİ Parti’yi Millet İttifakı’ndan koparmak ve muhalefeti güçsüzleştirmek için adımlar atılırken” şeklinde cümleler kurarak, operasyonun gerçek hedefini gizleme gereği duymuyorlar.
HDP’ye yönelik siyasi operasyonlardan hükümet istediği sonucu alabildi mi sizce?
Bazı bakımlardan bu operasyonun iktidara katkısı oldu şüphesiz. Mesela, gündemi belirledi, istediği konuda bir gündem oluşturdu. Muhalefet partilerini belli bir alana sıkıştırdı. Kemik tabanını tahkim etti vs. Bununla birlikte kutuplaştırmaya dayanan siyasi hamlelerin bir istiap haddi var. Zannımca, geniş seçmen kitlesi için bu istiap haddi dolmuş durumda. İnsanlar bu türden adımların arkasındaki niyetin farkındalar. Keza muhalefet partileri de artık iktidarın bu oyunu nasıl oynadığını biliyorlar ve iktidarın kendilerinden beklediği tepkileri göstermiyorlar. Bu da iktidarın ataklarının tesirini azaltıyor. Velhasıl iktidar politik atraksiyonlarından artık eskisi gibi verim alamıyor. Misal bu operasyon, muhalefet kanadında iktidarın beklediği yarılmayı yaratmadı. Lakin bu, iktidarın bu nevi girişimlerden geri kalacağı anlamına gelmiyor. Aksine bundan sonraki süreçte de iktidar bu tür denemeler yapmaya devam edecektir. Muhalefeti İYİ Parti ve HDP üzerinden zorlayacak, zayıf halka olarak gördüğü bu iki partiyi kaşıyarak muhalefet blokunu dağıtmaya yönelik girişimlerini sürdürecektir. İktidarın elinde devasa imkanlar var; bunları kullanarak muhalefeti baskılayacak ve siyasi mühendisliklerle muhalefet ittifakını çatırdatmayı deneyecektir.
İYİ Parti üzerinden oynanan oyunlar da bunu teyit eder nitelikte. Bakın İYİ Parti, bir süre önce “milli ve yerli” diye kutsanarak Erdoğan ve Bahçeli tarafından Cumhur İttifakı’na davet edildi. Akşener bu daveti kesin bir dille geri çevirince, bir ay önce milli ve yerliliği övülen İYİ Parti, yeniden FETÖ’cü olmakla suçlanmaya başlandı. AK Parti Grup Başkanvekili İYİ Parti’yi kastederek, "Yakında grup bile kuramayacaklar" deyip bu oyunu deşifre de etti. Yine HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için fezlekeler peş peşe Meclis’e gönderilmeye başlandı. Muhtemelen dokunulmazlıklar kaldırılarak HDP üzerindeki baskı artırılacak ve muhalefet içi tartışmalar alevlendirilmeye çalışılacak. Muhalefettin bu ve benzeri operasyonlara hazırlıklı olması gerekir.
HDP, kendisine yönelik baskıların üstesinden gelebildi mi? HDP’ye akıl vermek gibi olmasın ama söz konusu baskıların üstesinden gelebilmesi için, şimdiye kadar yaptıklarına ek olarak, ne yapabilir?
Çözüm Süreci'nin sona erdiği 2015’ten beri HDP hem fiili hem de hukuki olarak bir baskı politikasına maruz bırakılıyor. Öncelikle uğradığı tüm zorluklara rağmen HDP’nin varlığını devam ettirmesinin ve seçmen tabanını muhafaza etmesinin büyük bir başarı olduğunu belirtmek gerekir.
Sorunuza gelince; HDP elbette kendisini baskılama siyasetine karşı mücadele edecektir. Kuşkusuz bu mücadelesini yürütürken -işbirliği olanaklarını geliştirme, bir iç muhasebe yapma, aktör ve söylem yenileme gibi- bazı eksikliklerini gidermekle de yükümlüdür. Lakin gerçekçi olmak gerekirse, bu baskıların üstesinden gelmek tek başına HDP’nin başarabileceği bir konu değil. Nihayetinde HDP’nin gücü belli, parlamentodaki ağırlığı belli. Dahası HDP’ye yönelen gayri-hukuki bir eylemi kamuoyunun bir kısmı normal karşılayıp sessizlikle geçiştiriyor, bir kısmı da olması gereken olarak selamlayıp hararetle destekliyor. Kamuoyunun bu tavrının da HDP’yi sınırladığı su götürmez.
Bu nedenle HDP’nin bu baskıları yalnız başına boşa çıkarması mümkün değildir. İktidarın hukuk ve demokrasi karşıtı eylemlerinin önlenmesi için, HDP haricinde, diğer muhalefet partilerinin de sağlam durmasına ihtiyaç vardır. Muhalefet, bunun salt bir HDP meselesi olmadığını bilmeli, iktidarın hukuku araçsallaştırarak siyaset sahasını düzenlemesine ve HDP’yi kullanarak bütün bir muhalefeti terbiye etmesine yüksek sesle itiraz etmelidir. Siyasetin savunulması, HDP üzerindeki baskıyı azalttığı ölçüde bir bütün olarak muhalefetin de hareket alanını genişletir.
Tam da burada muhalefetin HDP’ye yaklaşımına değinmek gerekir. Belki HDP’nin ittifak kurma noktasında kimi yanlışları olduğu söylenebilir. Öte yandan muhalefetin de HDP’ye yaklaşımında sorunlar yok mu?
Son operasyondan sonra Kılıçdaroğlu, Davutoğlu ve Babacan, HDP Eşgenel Başkanı Mithat Sancar’ı aradılar, operasyondan duydukları kaygıları dile getirdiler. Doğru, gerekli ve önemli bir tavırdı. Ancak yeterli olduğunu söylemek zor. Etyen Mahçupyan muhalefete dair bir analizinde, “Cesaret siyasi iktidara veya Erdoğan’a karşı çıkmak değil” diyordu: “Asıl cesaret, muhalefetin kendi zihniyetinin ürettiği ideolojik ve kimliksel prangalardan kurtulmak için uğraşması.”
Katılıyorum buna; muhalefet, iktidarın ürettiği hikâyeden başka, alternatif bir hikâye üretemiyor. Dolayısıyla oyunu çoğunlukla sınırları iktidar tarafından tayin edilen bir alan içinde oynamak mecburiyetinde kalıyor. Neticede muhalefetin toplumla ve birbirleriyle olan ilişkilerini de önemli ölçüde iktidar belirlemiş oluyor. Gerek bu kısır döngüden çıkması ve gerek birbiriyle daha sağlıklı bir ilişki çerçevesi oluşturması için muhalefetin, iktidarın dayattığı gündeme karşı kendi gündemini koyması, iktidarın kavramlarına karşı kendi kavramlarını üretmesi ve topluma daha fazla güven duyması gerekir. Zira 2019 Mart ve Haziran seçimleri, muhalefet partilerinin yönetim katlarında var olan birçok korkunun yersiz olduğunu, tabanların işbirliğine tavanların öngördüğünden çok daha yakın durduğunu gösterdi.
'HDP İÇİNDEKİ TARTIŞMALAR YENİ DEĞİL'
HDP içindeki tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yeni bir tartışma değil. Ayhan Bilgen daha önce de HDP’deki yönetim anlayışına karşı çeşitli eleştirilerde bulunmuştu. Altan Tan’ın HDP ile PKK arasındaki irtibat ve mesafeye ilişkin sözleri de ilk defa telaffuz edilmiyor; çeşitli platformlarda farklı isimler bu yönde eleştirilerde bulunmuşlardı. Sanırım bu eleştirilerin şimdilerde bu kadar gürültü çıkarmasının iki nedeni var: Biri HDP’nin devlet tarafından yoğun bir şekilde kriminalize edildiği bir dönemde ifade edilmiş olmasıdır. Diğeri de, iktidarın medya aparatlarının bu eleştirilere fazlaca iltifat edip gündemin başköşesine taşımasıdır.
Eleştirilerin zamanlamasına ve dillendirilme için tercih edilen mecralara ilişkin itirazlarımı saklı tutmak kaydıyla, bu eleştirileri normal ve sağlıklı buluyorum. Çünkü HDP’nin güçlü bir tabanı var, bu tabanını muhafaza ediyor ama kendisinden beklenen hamleyi bir türlü gerçekleştiremiyor. 2015’te umut bağlanan bir parti iken 7 Haziran’dan sonra tabanına bir umut aşılayamıyor, farklı toplumsal kesimlere açılamıyor ve dolayısıyla da büyüyemiyor. Bunun bir tartışma doğurması kaçınılmaz.
Zannımca gözden geçirilmesi gereken üç önemli mesele var: Birincisi, “bileşen hukuku” denilen yapısal sorundur. İkincisi, söylem ve aktör değişimidir. Üçüncüsü de PKK’nin konumudur. Açık konuşmak gerekir: PKK silahları susturmadıkça ve Türkiye’de silahlı mücadeleyi mutlak bir şekilde sonlandırmadıkça, HDP kendisi hakkındaki genel toplumsal algıyı dönüştüremez ve siyaseten bugünkünden daha ağırlıklı bir pozisyona sahip olmaz.
Evet, devletin uyguladığı baskı HDP’yi bir varlık-yokluk mücadelesine itiyor. Varlığı korumak her şeyin önüne geçtiğinden, partide özeleştiri mekanizmaları çalışmıyor ve partinin politik tercihlerinin ayrıntılı bir değerlendirilmesi yapılamıyor. Fakat HDP’nin sıkışmışlığının salt devlete bağlanamayacağını da unutmamak gerekir. Bu nedenle HDP’nin detaylı bir muhasebe sürecinden geçmesi, sorun alanlarını serinkanlılıkla analiz etmesi ve net bir karar vermesi gerekiyor. Bu muhasebe, artık ertelenemez ve geciktirilemez.
'HDP’NİN ELİ FİİLEN BAĞLANIYOR'
HDP’nin kapatılmasını isteyenler bunu yüksek sesle dile getiriyorlar. HDP kapatılabilir mi? HDP kapatılırsa hükümet için bir avantaj sağlanır mı?
Uzunca bir süredir HDP’ye karşı uygulanan siyaseti “post-modern parti kapatma süreci” olarak tanımlıyorum. Kastım şu: Partinin hukuki varlığına son verilmiyor ama fiili olarak işlemez hale getiriliyor. Hukuken partinin kapsına kilit asılmıyor ama fiilen partinin eli kolu bağlanıyor. Vaziyet bu iken iktidarın iradesini HDP’yi kapatmak yönünde kullanacağına ihtimal vermiyorum. Üç sebepten:
Birincisi, Anayasanın 69. maddesine göre siyasi partilerin kapatılması belli bir süreç içinde gerçekleşiyor. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı dava açacak, Anayasa Mahkemesi bu davayı karar bağlayacak. Dava süreci uzayabilir, dolasıyla iktidarın kısa vadeli hesapları için bu uygun bir yol değil.
İkincisi, partinin kapatılması o partinin fikriyatının ortadan kaldırılması veya o partiyi destekleyenlerin tercihlerinin kapatanlar lehine değişmesi sonucunu doğurmaz. Parti kapatıldığında, muhtemelen yedekte tutulan bir parti öne çıkarılır ve kitle de o partiye akar. Ayrıca partiyi kapatanlara karşı olan muhalefet ve karşıtlık da keskinleşir. Dolayıyla bunun iktidara pratik bir faydası da olmaz.
Ve üçüncüsü, fili olarak hareket edemez duruma sokulan HDP’nin hukuki olarak açık tutulmasının iktidara yarayan bir tarafı var. HDP’nin hukuki varlığı, iktidara -özellikle dış dünyaya karşı- ciddi bir propaganda imkânı sunuyor, demokrasinin işlediğinin ve siyasi mekanizmaların açık tutulduğunun bir kanıtı olarak gösteriliyor. İktidar, bu olanağı kaybetmek istemez.
'İKİ YENİ PARTİ HÜKÜMETE MESAFELİ'
Önce Gelecek Partisi, bir süre sonra ise DEVA Partisi Diyarbakır il kongrelerini gerçekleştirdi. Diyarbakır’da verilen mesajlardan yola çıkarak, iki parti ile ilgili izlenimleriniz nedir?
Her iki partinin lideri de AK Parti’de ve hükümette önemli görevleri ifa etmiş ve en üst makamlarda bulunmuş politik aktörler; AK Parti’yi de devleti de iyi biliyorlar. Gerek programlarına ve gerek bugüne kadarki performanslarına bakıldığında her iki parti de AK Parti ile aralarına keskin ve net bir mesafe koyuyorlar ve iktisadi, siyasi ve hukuki konularda AK Parti’den tamamen ayrıştıkları mesajını veriyorlar.
Aynı ayrışma Kürt meselesinde de kendini gösteriyor. Davutoğlu da Babacan da, AK Parti’nin 2002 ile 2015 yılları arasında Kürt meselesindeki demokratik reformcu çizgisini benimsiyorlar ve sahip çıkıyorlar. Ancak 2015’ten sonra MHP ortaklığıyla girilen yolu eleştiriyorlar ve bunun Kürt meselesini çıkmaza soktuğunu ifade ediyorlar. Her iki lidere göre, MHP ile geliştirilen ortaklık, hem Türkiye’de genel olarak demokrasiyi ve hukuku geri götürdü hem de özel olarak Kürt meselesini büyüttü. Dolayısıyla kendilerini bu ortaklığın izlediği siyasetin karşısında konumlandırıyorlar.
Gelecek Partisi ile DEVA Partisi’nin kongrelerini gazeteci olarak izlemeye ve Diyarbakırlılarla iki partinin genel başkanları hakkında konuşmaya çalıştım. Kısaca ve kabaca şöyle: Davutoğlu hakkında dışişleri bakanlığı ve başbakanlığı döneminden kalan olumsuz bir kanaat var. Babacan hakkında ise ekonomi bakanlığı yaptığı dönemden olumlu bir izlenim mevcut ancak siyasete verdiği uzun ara nedeniyle bir kararsızlık da var. İki parti liderinin bölge halkındaki etkisi sizce nedir?
Şahsi gözlemlerimden ve okuduğum bazı saha çalışmalarından vardığım sonuç, sizin söylediklerinizle örtüşüyor. Davutoğlu’nun iki handikapı var: Suriye politikası ve hendek-barikat döneminin başbakanlığı. Diyarbakır’da katıldığım bazı toplantılarda bu eleştiriler Davutoğlu’na yöneltilince, her iki konuda da kendisini halka anlatabileceğini söyledi. Kürt elitlerini ikna etmesinin zor olabileceğini, ama halkın kendisini anlayacağını ve kendisinin de halkı ikna edebileceğini söyledi. Kanaatim, Davutoğlu açısından bu menfi algıların halen varlığını devam ettirdiği yönünde.
Babacan’a gelince, Türkiye bugün bir ekonomik darboğazdan geçiyor. Geçmişinde başarılı bir ekonomi öyküsünün olması Babacan için kayda değer bir avantaj. Lakin onun da geç sahaya çıkması, mesajlarını net bir dille formüle etmemesi, partisinin tanınırlığının düşük olması gibi dezavantajları var.
Halk nezdinde ne kadar teveccüh göreceklerini zaman gösterecek ama ben her iki partinin de siyaset sahnesine çıkmasını son derece müspet bir durum olarak algılıyorum. Bir kere, muhafazakâr-dindar AK Parti’nin tekel pozisyonunun yıkılması kendi başına değerli. Öte yandan, bilhassa şimdiye kadar AK Parti’ye destek veren muhafazakâr-dindar Kürt seçmenin önemli kısmında bir arayış var. Bu arayışa cevap teşkil edebilecek alternatiflerin ortaya çıkması hem demokrasiyi güçlendirir hem mevcut siyasi dengelerin değişebilme ihtimalini artırır.
İki partinin de bölgedeki esas hedefi HDP’den çok AK Parti seçmenidir diyebilir miyiz?
İki parti de bir “merkez partisi” olma iddiasına sahipler. “Sağcı”, “İslamcı”, “muhafazakâr” veya “dindar” gibi kavramlarla tanımlanmalarına itiraz ediyorlar ve hangi kimliği taşırsa taşısın bütün seçmenlere hitap ettiklerini özellikle belirtiyorlar. Bununla beraber iki partinin de öncelediği iki seçmen grubu var: Biri, eşyanın tabiatı gereği, AK Parti seçmenidir. Zaten iki partinin varlığını mümkün kılan da AK Parti seçmenlerinin bir bölümünde baş gösteren rahatsızlıklardır. Dolayısıyla bu partilerin öncelikle buraya yönelmesi tabiidir. Diğeri ise, AK Parti ile HDP arasında giden ve bugün itibariyle her iki partiden de hoşnut olmayan, gri alanda duran seçmenlerdir.
'KAYYIMLARA RAĞMEN HDP’NİN SEÇMENİ'
Hükümetin kayyım uygulamasından beklentisi, sizce gerçekleşti mi?
Belediyelere el konulması, HDP’nin sivil toplumla olan bağını zayıflattı. Halkla iletişime girmesini engelledi. HDP’nin parti politikasına uygun olarak öncelik verdiği bazı kültürel hizmetlerin (anadil, Kürtçe tiyatro) önüne set çekti. HDP’yi şeytanlaştırdı, uzak durulması gereken bir parti algısını güçlendirdi. İktidar, buralarda belli kazanımlar elde etti.
Ama eğer gaye, HDP’nin halk desteğini düşürmek ise bunda bir başarısı yok iktidarın. Kamuoyuna yansıyan bütün araştırmalar HDP’nin seçmenini muhafaza ettiğini gösteriyor. En sadık seçmen kitlesi HDP’de, kayyımlar bu sadakatin artmasını sağlayan bir işlev de görüyor. Hukuki mağduriyet, bazı durumlarda siyasi olarak kazanca da dönüşebiliyor.
Diyarbakır’da örneğin demiryolları duvar örüyor, surlarda restorasyon yapılıyor, Bağlar’da kentsel dönüşüm yapılıyor ve bunlardan Diyarbakır’da yaşayan insanların, diyelim bu konularla ilgilenen kurumların haberi olmuyor. Bunda bir kayyım etkisi olduğunu düşünüyorum. Yani şehremini olmayınca her şey devlet aklıyla oluyor ve devlet aklı her türlü eleştiriye vs. kapalı oluyor. Siz ne dersiniz? Diyarbakır ve kayyımla yönetilen diğer şehirler hak ediyor mu bu uygulamayı?
Hiç şüphesiz, hiçbir şehir hak etmiyor bu uygulamayı; zira burada demokrasinin parantez içine alınmasından bahsediyoruz. Bakın, bir belediye başkanının görevden uzaklaştırılmasını gerektiren hukuki bir durum olabilir. Fakat halk sadece belediye başkanını seçmiyor, belediye meclisini de seçiyor. Eğer bir belediye başkanı görevden alınırsa demokratik olarak yapılması icap eden, meclis içinden yeni bir başkan seçmek ve böylelikle halk iradesinin belirleyiciliğini devam ettirmektir. Kayyım, bu demokratik ilkeyi ortadan kaldırıyor ve halkın iradesini gasp ediyor. Halkın bütün seçtiklerinin üzerine bir çizgi çiziyor ve atanmışlar seçilmişlerin üzerine çıkarılıyor.
Halka adeta “sen seçmesini bilmiyorsun” diyen bu uygulamanın, yıllarca “halk iradesi” ve “millet iradesi” söylemini bayrak edinmiş bir siyasal hareket tarafından yapılmasının üzerinde de ayrıca durmak gerekir. “Halk” derken kastedilen kimdir? “Millet” tanımının içinde kimler yer alır? HDP’lilere oy veren “halkın iradesi” muteber bir irade değil midir? İradenin makbul sayılması için milletin mutlaka iktidarın uygun gördüklerine mi oy vermesi gerekir?
Hülasa, nerden tutsanız elinizde kalacak bir uygulama bu! Eğer halkın iradesini bu kadar hiçleştirirseniz, atanmışlar da gelir şehrin ahalisinin hilafına bildiklerini okurlar. Olan bu!